Id
stringlengths
0
7
Tag
stringclasses
3 values
Title
stringlengths
1
235
Summary
stringlengths
0
1.64k
Text
stringlengths
10
301k
117276
haber
SGK’ya Ödenen Primler Geri Alınabilir Mi?-3
null
# SGK’ya Ödenen Primler Geri Alınabilir Mi?-3 ## Emekli Sandığı statüsüne tabi olarak ödenmiş olan primlerin/keseneklerin geri alınması... 2- Emekli Sandığına tabi olan memurlar yönünden 01.10.2008 tarihinden önce Emekli Sandığına tabi olarak çalışan memurlar hakkında 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunu hükümleri uygulandığından, anılan kuruma ödenmiş olan keseneklerin/primlerin geri alınıp alınamayacağı konusunda söz konusu kanun hükümleri geçerli olacaktır. Emekli Sandığı statüsüne tabi olarak ödenmiş olan primlerin/keseneklerin geri alınması **toptan ödeme veya kesenek iadesi** şeklinde olmaktadır. Emekli Sandığına tabi olanlara hangi durumda kesenekleri toptan ödeme olarak geri verilmektedir? Hemen belirtelim ki, **Emekli Sandığına tabi görevlerinden ayrıldıktan sonra diğer sosyal güvenlik kurumlarına/ statülerine (SSK, Bağ-Kur, Banka Sandığı vd.) tabi bir görevde çalışmaya başlayanlara Emekli Sandığına tabi olarak ödedikleri primler/kesenekler toptan ödeme olarak iade edilmemektedir**. Dolayısıyla, Emekli Sandığı statüsüne tabi görevinden ayrıldıktan sonra diğer sosyal güvenlik statülerine tabi olarak çalışmamış olan memurlardan; -Yaş haddi nedeniyle emekliye ayrılanlardan fiili hizmeti 10 yıldan ya da 61 yaşını doldurmaları nedeniyle kendi istekleriyle emekliye ayrılanlardan fiili hizmeti 15 yıldan az olanlar, -5434/39. maddesinin (e ) ve (f) fıkraları uyarınca sicilleri üzerine resen emekliye sevk edilenlerden fiili hizmeti 25 yıldan az olanlar, -Haklarında adi malullük hükümleri tatbik edilen iştirakçilerden; fiili hizmet müddetleri 10 yıldan az olanlar, -Vazife malullüğü ortadan kalktığından aylığı kesilmiş, ancak emeklilik hakkı tanınan bir vazifeye tayin edilmemiş durumda iken (61) yaşını dolduranlardan, fiili hizmet müddetleri 15 yıldan az olanlara veya yine bu durumda iken ölen ve fiili hizmet müddetleri 15 yıldan az olanların dul ve yetimlerine, -Mahkemece gaipliklerine karar verilen iştirakçilerden fiili hizmet müddetleri 10 yıldan az olanların; hüküm tarihinden itibaren bir yıl içinde yazı ile Kuruma (SGK) müracaat eden dul ve yetimlerine, daha önce ödenmiş olan kesenekler toptan ödeme şeklinde geri verilmektedir. Keseneklerin toptan ödeme olarak iadesi sigortalının kendisine veya dul ve yetimlerine yapılmaktadır. Emekli Sandığı statüsüne tabi olarak kesenek ödemiş olan sigortalıların kendilerine veya bunların dul ve yetimlerine toptan ödeme olarak kesenekleri geri ödenmektedir. Hak sahiplerine toptan ödeme yapılırken; kadın eşin birden fazla olması, eşler arasındaki yaş farkının 30 veya daha fazla olması, babanın yaş, malullük ve muhtaçlık durumu, erkek çocuklarda öğrenim durumlarına göre yaş hadleri, kız çocukların evli olup olmadıkları ve kadın eşin ölüm tarihindeki gebeliği, Türk vatandaşlığından çıkma ve çıkarılma ile ilgili hususlar da dikkate alınmaktadır. Malul ve muhtaç olan erkek çocuklara yaş şartı aranmaksızın sigortalının geçmişte ödediği kesenekler toptan ödeme olarak verilmektedir. Diğer taraftan, dul ve yetimlerin kesenekleri toptan ödeme olarak geri alabilmeleri için, kendileri ile ilgili olarak aranan şartları taşımalarının yanı sıra **sigortalının ölüm tarihinden itibaren 2 yıl içinde yazılı talepte bulunmaları** gerekmektedir. Emekli Sandığına tabi olanlara hizmet sürelerinin her tam yılı için emekli keseneğine esas aylıklarının iki katı tutarında toptan ödeme yapılır. Toptan ödeme tutarı, ilgililerin fiili, itibari ve borçlandıkları hizmet sürelerinin her tam yılı (yıl kesirleri tama iblağ edilir) için görevden ayrıldıkları tarihteki, **emekli keseneğine esas aylıklarının iki katı tutarı ** şeklinde hesaplanır. Yapılacak ödeme miktarı, bir yıllık hizmet için ödenecek miktardan az olamaz. Hesaplanan toptan ödeme tutarı dul ve yetimlere 5434 sayılı Kanunun 68. maddesinde gösterilen **hisseleri oranında** ödenir. Şayet, ölüm tarihi itibariyle aylığa veya toptan ödemeye müstahak dul ve yetim bulunmuyorsa bunların kesenekleri Emekli Sandığına (SGK’ya) kalmaktadır. Kendisi için tahakkuk ettirilmiş toptan ödeme tutarını almadan sigortalı ölmüş ise, toptan ödeme kanuni mirasçılarına ödenmektedir. ## Okuyucu Yorumları
117001
haber
SGK'ya ödenen primleri geri alınabilir mi?
null
# SGK'ya ödenen primleri geri alınabilir mi? ## SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı’na tabi olarak çalışmış olan sigortalılar belli şartların varlığı halinde primlerini geri alabilirler TOKER MERİÇ SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı’na tabi olarak çalışmış olan sigortalılar belli şartların varlığı halinde uzun vadeli sigortaları olarak nitelenen malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primlerini **toptan ödeme/kesenek iadesi** adı altında geri alabilirler. Geri alınan bu primler daha sonra istenmesi halinde belli şartlarla SGK’ya geri iade edilerek emekli aylığı bağlanması işlemlerinde değerlendirilebilir. Şimdi, SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı yönünden konuyu ayrı ayrı açıklayalım. 1-__SSK ve Bağ-Kur’lular ile ilk defa 01.05.2008 tarihi ve sonrasında memur statüsünde çalışanlar yönünden: __ SSK ve Bağ-Kur’lular ile ilk defa 01.05.2008 tarihi ve sonrasında memur statüsünde çalışmaya başlayan memurlar bakımından hangi şartlarla ödedikleri primlerin kendilerine iade edileceği 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun farklı maddeleri içerisinde düzenlenmiştir. 5510 sayılı Kanundaki düzenlemeye göre geçmişte sosyal güvenlik sistemine ödenmiş olan primlerin toptan ödeme olarak sigortalılara iade edilebilmesi için **a)SSK ve 01.05.2008 tarihinden sonra Emekli Sandığına tabi olan sigortalıların/memurların** __çalıştıkları işten ayrılması__, Bağ-Kur sigortalılarının ise__işyerlerini kapatmaları,__ b)Emeklilik/yaşlılık aylığı bağlanması için b)Emeklilik/yaşlılık aylığı bağlanması için __gerekli yaş şartını doldurdukları halde malullük ve yaşlılık aylığı bağlanmasına hak kazanamamaları__,şarttır. Primlerin sigortalılara iade edilebilmesi için bu iki şartın birlikte gerçekleşmiş olması gerekmektedir. Örneğin; bir kadın sigortalının 01.01.1986-31.12.1995 tarihleri arasında 1500 gün SSK statüsünde çalıştığını, halen herhangi bir işte çalışmadığını ve şuanda da 54 yaşında olduğunu varsaydığımızda, anılan kadın sigortalının emeklilik için öngörülen 41 yaşı doldurmuş olmasına rağmen, emekliliği için gerekli olan 5075 günü tamamlayamadığından emekli aylığına hak kazanamaması nedeniyle, talep etmesi halinde geçmişte ödenmiş olan primlerini geri alabilecektir. Emeklilik yaşını doldurmayanlara prim iadesi yapılmamaktadır. Emeklilik yaşını doldurmayanlara prim iadesi yapılmamaktadır. Sigortalıların emekli olabilmeleri için ilgili kanunlarda belirtilen **sigortalılık süresini, prim gün sayısını/fiili hizmet yılını ve yaşı**doldurmuş olmaları gerekmektedir. Geçmişte sosyal güvenlik kurumlarına ödenmiş olan primlerin geri alınabilmesi için ilgili kanunlarda emeklilik için öngörülen yaşın doldurulmuş olması gerektiğinden, **emeklilik yaşı doldurulmadan primlerin toptan ödeme olarak geri alınması imkanı bulunmamaktadır.** Örneğin; bir erkek sigortalının 01.01.1980-31.12.1982 tarihleri arasında 3 yıl (1080 gün) Bağ-Kur statüsünde çalıştığını, daha sonra herhangi bir sigortalılık çalışmasının bulunmadığı, halen 56 yaşında olduğunu varsaydığımızda, anılan kişi ilgili kanunda emeklilik için öngörülen 58 yaşını doldurmadığından, bu aşamada geçmişte ödediği primleri toptan ödeme olarak geri alamayacaktır. Malullük ve yaşlılık aylığı bağlanmasına hak kazanılmış olması durumunda da primler iade edilmez. Malullük ve yaşlılık aylığı bağlanmasına hak kazanılmış olması durumunda da primler iade edilmez. Sosyal güvenlik sistemi zorunluluk esasına dayanmaktadır. Dolayısıyla, kişinin sigortalı olup olmama konusunda iradesinin bir önemi bulunmamaktadır. Alınan primler kişilerin kısa ve uzun vadede karşılaşabilecekleri risklerin telafi edilmesi amacıyla yapılacak ödemelerin finansmanında kullanılmaktadır. Bu bağlamda, malullük, yaşlılık ve ölüm hali de sosyal güvenlik sisteminde risk olarak kabul edilmekte ve kişileri bu risklere karşı güvence altına almayı amaçlamaktadır. Sağlanan güvencelerden en önemlisi kişiye veya geride kalan hak sahiplerine (eş, çocuk, anne-baba) belli şartlarla aylık bağlanmasıdır. Dolayısıyla, geçmişte sosyal güvenlik sistemine prim ödemiş olan bir kişi **malullük aylığı veya yaşlık/emeklilik aylığı bağlanmasına hak kazanmış ise**, **bu kişilere öncelikle aylık bağlanmaktadır.**Bu durumda olan kişilerin emekli aylığı yerine geçmişte sosyal güvenlik sistemine ödemiş oldukları primlerin toptan olarak kendilerine ödenmesi şeklinde bir tercihte bulunmaları mümkün değildir. ## Okuyucu Yorumları
223172
haber
Karanfil çayı, vücutta biriken nikotinin atılmasını hızlandırıyor
null
# Karanfil çayı, vücutta biriken nikotinin atılmasını hızlandırıyor ## Karanfil tomurcukları ile hazırlanan çay vücutta biriken nikotin maddesinin kotinin haline dönüşümünü hızlandırıyor ve vücuttan hızla atılmasını sağlıyor Klinik çalışmalara göre, karanfil tomurcukları ile hazırlanan çay, vücutta biriken nikotinin atılmasını hızlandırıyor. Yeditepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmakognozi ve Fitoterapi Anabilim Dalı Başkanı **Prof. Dr. Erdem Yeşilada**'nın açıklamasına göre, sigarayı bırakmak isteyenler için bitki çaylarından alınacak destek yararlı olabilir. Prof. Yeşilada, "Birçok klinik çalışmada karanfil tomurcukları ile hazırlanan çayın, erkek sigara içicilerine bir ay süre ile uygulandığında, vücutta biriken nikotin maddesinin kotinin haline dönüşümünü hızlandırdığı ve vücuttan hızla atılmasını sağladığı gösterilmiştir" şeklinde konuştu. ## Melisanın yatıştırıcı etkisi var Klinik çalışmalarda karanfil çayı verilen gruptaki gönüllülerin yüzde 38’inde sigara yoksunluk belirtilerinin önemli ölçüde azaltılabildiği ve bu suretle herhangi bir zorlukla karşılaşmadan sigarayı bırakabildiklerini belirten Prof. Dr. Erdem Yeşilada şunları söyledi: "Karanfil çayının içimini kolaylaştırmak için tarçın kabuğu ile birlikte hazırlanmış karışıma melisa (oğulotu) yaprağı ilave edilerek günde 3-4 bardak içilebilir. Melisa, sigara bırakılmasına bağlı sinirlilik halinin giderilmesinde önemli bir katkı sağlayacak ve güzel aroması ile karanfil/tarçın karışımının lezzetini artıracaktır." Melisa adı altında satılan uzun boylu yaprakların satın alınmaması gerektiğini vurgulayan Prof. Yeşilada, "Bu şekilde olan yapraklar limonotudur ve yatıştırıcı etkisi yoktur. Gerçek melisanın yaprak dokusu incedir" uyarısında bulundu. **(ntvmsnbc)** ## Okuyucu Yorumları
221413
haber
'PKK sınır dışına çekilirken vurmayız'
null
# 'PKK sınır dışına çekilirken vurmayız' ## Afrika gezisi sırasında İmralı ile yapılan görüşmeleri değerlendiren Başbakan Erdoğan PKK için 'silahları bırakıp çekildikleri sırada operasyon yapmayız' dedi HaberTürk gazetesi yazarı **Nihal Bengisu Karaca **Başbakan ** Recep Tayyip Erdoğan'**ın, Afrika gezisi sırasında İmralı ile yapılan görüşemelere dair değerlendirmesini köşesine taşıdı. Karaca'nın Erdoğan'ın , "Terörün bitmesi konusunda umudumu hiç yitirmedim. Bizim istediğimiz köklü bir çözümdür. Silahlar bırakılmadığı müddetçe bir mutabakat sağlamamız mümkün değil" sözlerine yer verdiği yazısı bugün (11 Ocak 2013 ) yayımlandı. Karaca'nın köşesinde yer verdiği Erdoğan'ın İmralı görüşmeleriyle ilgili açıklamasının bir kısmı şöyle: "Biz geçmişte ne demiştik. Bölücü terör örgütüyle mücadele ederiz, siyasi uzantısıyla da müzakere ederiz. Terör örgütüyle bir şey müzakere etmedik. Siyasi uzantısıyla arkadaşlarımız görüştüler. Kendi aralarındaki mutabakat üzerine oraya iki kişiyi (Ahmet Türk ve Ayla Akat) gönderdiler. Eğer müzakere edilen başlıklara sadık kalırlarsa süreç devam eder. Ama kalmazlarsa bunu devam ettirmeyiz. Bugün değişik değişik, bilmem 40 kişi şeye gidecekmiş, şöyleymiş böyleymiş... Bizim öyle bir durumumuz yok. İstediğimiz köklü bir çözümdür. Bir defa silahların bırakılmasıdır. Silahlar bırakılmadığı müddetçe bir mutabakatı sağlamamız mümkün değil. Şu kadarı gitsin şu kadarı geride kalsın. Böyle bir şey olmaz. Ha biz onlara neyi garanti edebiliriz? Bundan önce biliyorsunuz bazı denemeler oldu. Nedir? Sınır boylarında bunlara vurgun yapıldı. Çekilme sırasında operasyonlara uğradılar. Biz buna elimizden geldiğince müsaade etmeyiz. Çünkü eğer böyle bir söz veriyorsa, onlar da ülkemizi silah bırakmak suretiyle terk ediyorlarsa; terk edeceklerse biz de sözümüzde dururuz. Atılan adım budur. Daha önceki çıkışlarda operasyonlar yapıldı. Silah bırakıp yapacakları çıkışlarda bu tür şeylere müsaade etmeyiz." " Çok ciddi bedel ödüyorlar. Bu bedeli ödemekten kurtulacaklar. Şu anda onların dağdaki hayatı normal mi? O çekilir bir hayat mı? Şimdi bu hayattan kurtulup belki normal bir hayata sahip olabilecekler. Biliyorsunuz kadınların orada yaşam koşullarının ne kadar kötü olduğunu ve ne kadar ömürleri olduğunu aynı şekilde erkeklerin ne kadar ömürleri olduğunu, kendi ifadelerinde ve yazılı metinlerinde geçtiğini biliyoruz. Tabii kolay değil, farklı bir hayat, farklı bir yaşam söz konusu. Bütün bunlar sadece Türkiye için geçerli değil, Kandil için de Mahmur kampı için de geçerli. Bütün bunlar ülkemizdeki bu görüşmelerin dışında Kuzey Irak'la da görüşmelerin neticesidir. Şimdi bazı 'akil adamlar' vs.'ler çıkıp çok daha ileri şeyler istiyorlar. Okuyoruz, çok daha garip şeyler. Onların istediklerini falan vermemiz söz konusu değil. Bizden bazı kişilerin adaya gönderilmesi isteniyor. Gönderemeyiz. Bizim her şeyden önce oraya müsaade ettiğimiz kimselere inanmamız ve güvenmemiz lazım. Ama ruh dünyası kararmış kimseleri biz oraya nasıl göndeririz? Ondan sonra gelecekler bölücü terör örgütüne çalışmaya devam edecekler. Bu kabul edeceğimiz bir şey değil" "Bu tür şeylerde belirgin bir takvim olmaz. Ama yol haritası belirlediğimiz hedefleri yakalamaya yönelik. Biz belirlediğimiz hedeflere ulaşıncaya kadar süreci devam ettireceğiz. Derdimiz odur ki bir an önce bir neticeye ulaşalım." "Anadilde eğitim şu anda masamızda yok. Şu anda Türkiye'de anadilini öğrenmek ise mesele, anadilini öğrenmek için bütün imkânları hazırladık. Mesele anadilini öğrenmek değil mi? Mesele bitti. Ama biz ülkemizde bölünmeye vesile olabilecek türde şeylerin önünü de açmayız. Bakın birileri Avrupa'dan bize örnekler veriyorlar. Almanya'da biz Türkçe anadilde eğitimi bir kenara bırak Türkçe öğrenmeyi bile Merkel'e kabul ettiremedik. Kaldı ki Avrupa Birliği müktesebatında azınlıkların anadil hakkı da var. Masamızda anadilde eğitim yok ama isteyenin anadilini güzelce öğrenmesi için seçmeli dersler koyduk. Şu anda kaç kişinin müracaat ettiğini de biliyorsunuz." "Ev hapsi diye bir şey söz konusu değil. Bu konuda her şey kesinleşmiştir. Öcalan'ın konumu, yeri her şey bellidir. İkide bir hücre hapsi falan. Arkadaşlar ben sizi bilgilendireyim. Şu anda Öcalan'ın kaldığı yer 12 metrekarelik bir odadır. Karyolası her şeyi var. Radyosu vardı, şimdi o radyoyu televizyon ile değiştirecekler. Ben talimatı verdim belki de değiştirdiler. Talimatı vereli epey oldu. Bir televizyonu oraya koyun dedim. Bir diğer konu da, orada biliyorsunuz 5 mahkûm daha kalıyor. Her gün bir saat onlarla bir defa avluda voltasını atıyor, görüşüyorlar. Herhangi bir endişeye, dış saldırıya vs.'ye karşı spekülasyonlar oluşmaması için de bu devlete maliyeti çok yüksek bir bakımla orada besleniyor. Böyle bir durum var." " Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim. Umudumu devam ettiriyorum. Umarım medya da bu konuda gereken hassasiyeti gösterir ve bu sürece destek verir. Örgüt 2012'yi final yılı ilan etmişti ama aradıklarını bulamadılar. Güvenlik güçlerimiz bütün kararlılığıyla mücadelesini sürdürecektir. Hâlâ bazı medya organları lüzumlu lüzumsuz askere saldırıyorlar. Şimdi bu insan arazide ölüme gidiyor. Gıyabında yargılamaya başlıyorsunuz, bunda motivasyon kalır mı? Aynı şey polisimiz için de geçerli." ## Okuyucu Yorumları
243541
haber
Sinemalarda bu hafta hangi filmler var?
null
Sinemalarda bu hafta, biri yerli olmak üzere 4 film vizyona girecek. ## 'Hükümet Kadın 2' Sermiyan Midyat'ın yazdığı ve yönettiği "Hükümet Kadın 2" filmi izleyiciyle buluşacak. Haftanın yerli yapımı "Hükümet Kadın 2" izleyiciyle buluşacak. Şubat ayında vizyona giren "Hükümet Kadın"ın devam filminde, ilk filmde hayata veda eden Xate ve eşi Aziz Veysel'in yaklaşık 10 yıl önceki maceraları izlenebilecek. Yönetmenliğini ve senaristliğini Sermiyan Midyat'ın üstlendiği filmin oyuncu kadrosunda, Demet Akbağ, Sermiyan Midyat, Mahir İpek, Burcu Gönder ve Gülhan Tekin yer alıyor. Komediseverleri salonlara çekmeyi hedefleyen filmin konusu şöyle: "Tek derdi kasabanın çocukları ve kendi çocukları ile ilgilenmek olan Xate, bu kez kendini Midyat seçimlerinde ön saflarda bulacak. Beklenmedik işlere soyunmak zorunda kalan Xate'nin karşısında yine Faruk var." ## 'Ender's Game: Uzay Oyunları' Orson Scott Card'ın klasikleşmiş bilim kurgu romanından uyarlanan "Ender's Game: Uzay Oyunları" filmini, Gavin Hood yönetti. ABD yapımı filmde, Abigail Breslin, Harrison Ford, Ben Kingsley, Asa Butterfield, Hailee Steinfeld izleyici karşısına çıkacak. Bilim kurgu-aksiyon-macera türündeki filmde, düşman bir uzaylı topluluğunun dünyaya saldırması üzerine donanma komutanı olan Mazer Rackham'ın buna karşı mücadelesi anlatılıyor. ## 'Carrie: Günah Tohumu' Yönetmen koltuğunda Kimberly Peirce'ın oturduğu "Carrie: Günah Tohumu'' filminde, Julianne Moore, Chloe Grace Moretz, Judy Greer, Gabriella Wilde, Portia Doubleday rol alıyor. ABD yapımı dram-korku türündeki filmde, okulda arkadaşları tarafından dalga geçilen ve dışlanan, evde annesinden zulüm gören, telekinetik güçlere sahip Carrie White'ın herkesten gizlediği bu özelliğini mezuniyet balosunda onunla alay eden arkadaşlarına karşı kullanması konu ediliyor. ## 'Mavi En Sıcak Renktir' 66. Cannes Film Festivali'nde "Altın Palmiye Ödülü"ne layık görülen ''Mavi En Sıcak Renktir'' filmini, Abdellatif Kechiche yazıp yönetti. Fransız yapımı filmin oyuncu kadrosunda, Lea Seydoux, Adele Exarchopoulos, Salim Kechiouche ile Aurelien Recoing yer alıyor. Filmde, kendisinden yaşça büyük bir kadına aşık olduktan sonra hayatı değişen 15 yaşındaki bir genç kızın hikayesi anlatılıyor. ## Okuyucu Yorumları
322817
haber
Sırrı Süreyya Önder: Bizi tutuklayacaklar; ülkeyi Kürtler değil, bölerse devlet bölecek!
null
# Sırrı Süreyya Önder: Bizi tutuklayacaklar; ülkeyi Kürtler değil, bölerse devlet bölecek! ## "Öcalan hayatını kaybederse barış ve ortak yaşam umudu bir bilinmez zamana ertelenir" 12 Eylül darbesinin en belagatli kayıtlarından biriydi **Beynelmilel**. Tavır, tepki ve acıya mizahı da yakıştıran hüneriyle Türkiye'nin nasıl bir feleğin çemberinden geçtiğini Beynelmilel'de de izledik. Kamuoyu, **Sırrı Süreyya Önder** 'i 2007'de gösterime giren Beynelmilel filminin yönetmeni olarak tanıdı. Aradan geçen yaklaşık sekiz yılda pek çok şey oldu. Önce Birgün’de, sonra Radikal’de yazar, 2011’de BDP’den milletvekili, 2013 Newroz’unda **Abdullah Öcalan** ’ın mesajını okuyan "Türk", İmralı Heyeti’nin daimi üyesi, 28 Şubat 2015 tarihli Dolmabahçe fotoğrafının sağ başı. Adıyaman’da Türkmen bir ailenin çocuğu olarak başlayan hikâyesi fotoğrafçıda çırak, 16 yaşından sonra mevsimlik işçi, lastik tamircisi, Ankara Siyasal’da öğrenci olarak devam etti. 12 Eylül askeri darbesi ardından aranırken, yıllar sonra Beynelmilel ekibinde unutulmaz bir rol vereceği **Dilber Ay** ’ın arkasında saz çaldı, arkadaşının ihbarı üzerine tutuklandı ve yedi yıl hapis yattı. Ancak biz bir hayat içinde yaşadığı onca hayatı değil, Kürt siyasetinin bugününü ve olası yarınları konuşmak üzere Sırrı Süreyya Önder’le buluştuk. Ana akım tarafından giderek genişleyen bir vetoya da hedef olan Önder'in **T24** 'ün sorularına verdiği kapsamlı yanıtları okumak için buyrun. **"HDP’den adaylık teklifi bugün gelse** hemen kabul ederim" hemen kabul ederim" **- HDP’den milletvekilliği adaylığı için bugün teklif gelse kabul eder miydiniz?** 2011’de geldiğinde kabul etmemek için 40 türlü yol denemiştim. Bugün gelse bunların hiçbirini düşünmem, hemen kabul ederim. **- 2011’de "Halk bana avans verirse size nasıl milletvekilliği yapılacağını gösterebilirim" diyen siz, bu 5 senede çoğu sol cenahtan olanlar hakkınızda "Sırrı candır" derken Abdullah Öcalan’ın Newroz mesajını okuyan Türk oldunuz, Yalçın Akdoğan hakkınızda "Aramız iyi, muhabbetini severim" derken Erdoğan ailesini güldürdüğünüz pozlar arşivlere eklendi. Ancak kesişim kümesindeki varlığınız bir süredir askıda. Son olarak "Kaçak çay içer gidersiniz" ifadesini de içeren açıklamanız Başbakan Davutoğlu tarafından niyet beyanı olarak görüldü ve çatışmaya alternatif bir yol açabilecek bir görüşme iptal oldu. "Avansı yolu tıkamanız için mi vermiştik" diyen birine yanıtınız ne olur?** Sorduğunuza tarihsellik içinde cevap vereyim; birincisi, ben bu ülkenin bütün kırılma noktalarında inisiyatif geliştirdim, bunu yaparken de meseleye tarafgirlikler üzerinden değil, hukukun genel ilkeleri ve evrensel insan hakları kriterleriyle yaklaştım. Bu ülkede herkes savaş durumundan şikâyetçi, bundan bize de pay çıkaran değerlendirmeler var ama uzlaşma kültürü belirgin bir şekilde erozyona uğramış bir vaziyette. Arabasında levye ya da sopa taşımayan pek az sürücünün olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. İnsanlar ya çok seviyorlar, ya ölesiye nefret ediyorlar. Ben de eğer ille de nefret lazımsa işte bu durumdan nefret ediyorum. Eğer işkenceci, faşist ya da nefret söylemlerine sahip değilse insanlarla her zaman konuşulacak bir zemin olduğunu düşünenlerdenim. Zaman zaman çok zorlansak da, bazen ben de kendi kendimi tekzip etsem de aklım geldiğinde kendimi bu noktaya çekmeye çalışıyorum. Bana önemli bir avans verdi bu halk, kişisel hesaplaşmamda bunun altında kaldığımı düşünmüyorum. Bir yandan geliştirilen savaş diline ve savaş politikalarına karşı çıkarken, gerek yasama düzeninde gerek zulüm gören insanların yanında, bir yandan da diyalog sürecini zorlayan noktada durduk. Örneğin, müzakere süreci, Öcalan’ın üzerindeki tecridin kaldırılması için başlayan ve 60 günün üzerinde süren açlık greviyle oldu. Bunun 45-46 gününü müzakerelerin başlaması için diyalog arayışlarıyla geçirdik, umudumun kesildiği gün ben de gittim, Diyarbakır’da açlık grevine başladım. Diyalog süreci başladı, Sayın Öcalan tarafından müzakereci heyete önerildim. Diyalog süreci devam ederken Gezi’deki devlet vandallığını gördük. Ve buna ilk itiraz eden siyasetçi oldum. Bu seyir kriterlerimi çok net gösteriyor. Süreçte gerek devlet, gerek Öcalan, gerek KCK arasında gidip gelirken hep hakkı dile getiren barışı ve özgürleşmeyi baz alan bir yerde durdum. **- Bugün değişen ne?** Sorunuzdaki bir ifadeyi reddederek bir değerlendirme yapmak isterim. "Bir kapı aralanacakken" dediniz. **- İhtimalli bir ifade kullandık. ** İnanın bana böyle bir kapı aralanma ihtimali söz konusu değildi. Bir toplu iğne başı kadar umut olsaydı, bunu genişletecek her türlü çabanın içinde olurdum. Seçmen kitlemizin önemli bir bölümü cenazesini yerden kaldıramıyor. Ben "Gelmesin, çay içer gider" de demedim, kıymetini bilseler onlara bir zemin de sunarak şunu dedim: "Vazgeçtik temel yaşam hakkından, nefes alma hakkından. Silvan’da, Sur’da, Dargeçit’te, Nusaybin’de insanlar nefes alamıyorlar, yoğun patlamaların yarattığı tozun dumanın içindeler. İzin verin, insanlar cenazelerini defnetsinler. Yoksa bu halk yüzümüze tükürür. Bir zemin hazırlarsanız, biz yeni bir anayasayı konuşabiliriz. Öbür türlü çayımızı içer gidersiniz." **"Halkı zeki gibi kavramlarla** tarif etmemeyi öğrendim" tarif etmemeyi öğrendim" **- Ülkede değişenlerin yanı sıra Meclis siyaseti bu 5 yılda Sırrı Süreyya Önder’i nasıl değiştirdi, sorusuna da yanıt bulabilmek için iki alıntıyla soracağız. 2007’de Nuriye Akman’a "Halkın kendini yönetme hakkına müdahale edildiğinde iyi kötü bir kitle desteği oluşuyor. Bunu yalnız cebirle açıklayamayız. Niye bu millet zulmün değirmenine su taşımaya bu kadar iştiyakla koşturuyor?" diyen siz seçim öncesi 2015’te Selin Ongun’a "Ufukta güzel şeyler olduğuna inanıyorum; AKP'li ya da AKP'siz bu süreç devam etmeli. Toplumda meşruiyet yüzde 70'i aşmışken Cumhurbaşkanı'nın dar siyasi hesapları için bu işi bir kenara itmeyecek kadar zekidir bizim halkımız" dediniz. Halka yaklaşımınızdaki bu değişiklik, iki Sırrı Süreyya Önder portresi çıkarmıyor mu?** Muhtemeldir. Nuriye Akman’ın röportajı Beynelmilel filmi üzerine yapılmıştı. Beynelmilel’de de ana tema, cuntanın günlük hayat ritüellerine varan müdahalelerine halkın gönüllüğü üzerineydi. O anlamda spesifik bir duruma işaret ediyordu. Ama günlük siyaseti, hatta ülkenin geleceğini belirleyecek durumların içinde olunca... Ben iki yıl Meclis’teki yeni anayasa yazım komisyonunda emek verdim, bu sürede ülkedeki bütün siyasal çevre ve düşünceleri dinleme şansımız oldu. Elbette ki bu bir miktar uzaktan bakma ve o noktadan yapılan değerlendirmelerle bir makas doğuruyor. Zaman zaman o gözlemlerimi teyit eden, zaman zaman "dışarıdan bakmışım" dediğim gelişmeler oldu. **- Dolayısıyla 1 Kasım seçim sonuçlarını gördükten sonra halka sunduğunuz "zeki" nitelendirmesini geri mi alıyorsunuz? ** O kavramlarla halkı tarif etmemeye dikkat etmek gerektiğini öğrendim en azından. Çünkü bu dil, bir hiyerarşi geliştiriyor ve bunların hepsinin çok sevimsiz olduğu düşüncesindeyim. Çünkü birine "Zeki değil" dediğiniz zaman kendinize bir zekâ komiserliği atfediyorsunuz. Şimdi böyle bir hiyerarşiden haya ederim. **"DTK bildirisi bir ilk adım"** ** - Kürt siyaseti, DTK açıklamasıyla son süreçteki ilk belirgin adımını attıktan sonra bazı akıllarda yankılanan şu soru sizce haksız mı: Çatışmaların sonlanması/hendeklerin kapanması için müzakerelerin devamını işaret eden Kürt siyaseti, bu bildiriyle ne kadar masanın yeniden kurulmasına, ne kadar devrik kalmasına yarayacak bir iş yaptı?** Haksız değil, DTK’nın bu bildirisi tam da bu soru işaretlerini en aza indirmenin bir ilk adımı. Kanaat odakları, basın yayın aygıtları ve devlet dili sürekli şunu işliyor: Bu Kürtler aslında ne istiyorlar? Bağımsızlık isteselerdi tek kelimeyle özetlenebilecek bir yaklaşım olacaktı, fakat Batı’ya kıyasla Doğu’da soyutlama gelişmediği ve hikmetle öğrenme yeteneği olmadığı için, demokratik özerklik dediğimiz şey kafaları karıştırıyor. Sistem de bunu psikolojik algı operasyonuna dönüştürdü. Düşünün, bunu kendi eksikliğimiz olarak da kaydedebiliriz belki ama hâlen Hükümet Sözcüsü, "Özerklik ilan ettiler" diyor. **- Özerklik ilan değil, talep mi edildi?** O metinde altın kıymetinde birkaç cümle vardı. 1) Bu teklif, öneri ve tartışmalara açıktır. 2) Bunun adresi olarak en az iki yerde Meclis’e atıf var. Buna rağmen bunu DTK’nın **de facto** bir durumu olarak söylüyorlar. Bu söylem de alıcı buluyor, savcılık da bu alıcılar arasına girebiliyor. Onun için ‘bu bir ilk adım’ diyoruz. Bunu takip edecek adım, bence pratikte bunun neye benzediğini anlatmak olacaktır. Bir ilde belediye ne yapacak, hâlihazırdaki kurumların hâli ne olacak, TBMM hangi yetkilerini devredecek, etmeyecek mi... **"İlk hendek devletin kalekol inşasını durdurma sözüyle kapanmıştı"** ** - Sırrı Bey, Kürt siyaseti 2011’de yine DTK çatısı altında iki metinle özerkliği açıklamış, hatta ilan etmişti. Özerkliğin, Kürt siyaseti açısından ne demek olduğunun çok daha detaylı açıklandığı bu metinlerden daha esnek olan BDP’ninkinde ne "Yerel diller resmi dil olsun" ibaresi, ne de öz savunma vardı.** ** Bugün çatışmanın durmasını bekleyen halklar varken, vaktiyle "Balık demiş ki, ben öldükten sonra yemişim derin gölleri" deyişini de kullanan sizce ne kadar bu acil ihtiyaca zemin sağlayacak bir adım attınız "Özerklik nedir" tekrarıyla?** Bunun sonuçları içinden geçmekte olduğumuz günlerde ölçülemez. Ama fikrimizi, sezgilerimizi, tahminlerimizi söyleyebiliriz. "Bu öz savunma meselesi dün yoktu, bugün niye girdi"nin çok hayati bir cevabı var. Öz savunma anlamına gelecek oluşumlar ilk Lice’de olduğunda, devlet, Sayın Öcalan’dan rica etti ve Öcalan da bize bu tarz şeylerin bugünün konusu olmadığını, onunla birlikte geliştirilen askerle güvenlik görevlilerini alıkoymaların sonlanması ve hendeklerin kapatılması gerektiğini, bunların sürecin ruhunu zorlayıcı şeyler olduğunu söylemişti. Fakat Öcalan ardından devlet heyetine dönerek devam etmişti: "Bu çocuklar bunu durup dururken yapmıyorlar. Siz bizimle barış kurma iradesi beyan ederek süreci başlattınız. Hem de Lice gibi bir yerde ilk yerde yaptığınız iş, gerillanın boşalttığı alanlara kalekollar yapmak. Bu Lice’de yapılınca bu şu anlama gelir: Lice’de bütün karakollar 80’den başlayarak mezarlık kapısı oldu. Lice depreminde yıkılan konutlar dururken siz oraya kalekol yapıyorsunuz, halk bunu barış mesajı olarak anlamaz. Dolayısıyla devlet de bundan vazgeçmeli." Bazıları "Öcalan hendeklere karşıydı, kapattırdı" derken, işin bu boyutunu görmezden geliyor. Bugün söylemekte beis yok, devlet, Lice’deki kalekol inşaatını durduracağını beyan etti, biz de gittik, o inisiyatifi geliştiren gençlikle, halktan insanlarla konuştuk, gerillalarla görüşerek alıkoydukları askerleri aldık ve kurumlarına teslim ettik, o hendekler de takip eden ikinci haftada kapatıldı. İkinci hendek olayı Silopi, Cizre hattında yaşandı. Çünkü oralarda 2011’deki KCK tutuklamalarının yarısına ulaşan gözaltı furyaları başladı. Davutoğlu’nun "Polis kurşunuyla ölmemiştir" dediği çocukların polis kurşunuyla ölmüş olduğu ortaya çıktı. Bunlar öz savunmayı aşağıdan yukarıya bir talep olarak dayattı. Yoksa DTK’nın ‘işgüzarlık olsun, maksimalist bir yaklaşım geliştirelim, kapıyı buradan açalım’ tarzı bir anlayışı sonucu olmadı. **Dil, ağrıyan dişe değer** derler ya, birlikte siyaset yaptığımız başta Kürt halkı olmak üzere bütün bileşenlerin önünde artık devlet eliyle öldürülmemek gibi bir gündem var. **"Hendekler kapansın çağrısı yapabiliriz,** ama halkta karşılığı olmaz" ama halkta karşılığı olmaz" **- İlk hendek, kalekol inşaatının durma sözüyle kapandıysa, bu kez süreci aksi istikametten başlatabilmek adına Kürt siyaseti ‘hendekler kapansın’ çağrısı yapamaz mı?** Yapabilir şüphesiz ama halkta karşılığı olmaz. Bunun karşılık bulabilmesi için devletin kıyıcı, toptancı ve neye benzediği belli olmayan kamu güvenliği obsesyonundan kurtulması lazım. Bununla birlikte yürüyecek şeyler olduğu zaman çağrının halkta veya o inisiyatifte karşılığı olur. **"Öcalan’ı en çok çileden çıkartan şey** ‘hasta tutsaklar’ oldu" ‘hasta tutsaklar’ oldu" **- Çatışmaların yaşandığı, hendeklerin inşa edildiği yerlerden göç edenler de halkın parçası. Söz konusu olan sadece hendeklerin arkasındaki YDG-H üyeleri mi? ** Kürtler hafızalarıyla yaşıyorlar ve refleksleri bununla şekilleniyor. Orayı terk edenlerin çocukları o barikatlarda. Ve biliyorlar ki devletten, "Siz çıkın ki çocuklarınızı rahat öldürelim"den başka hayata, geleceğe, demokrasiye dair hiçbir şey sadır olmadı. Bu tümüyle bu pratiği olumlamak anlamı içermiyor kuşkusuz ama biz hem yurttaş olarak, hem siyasetçi olarak sözümüzü kamusal gücü elinde bulunduran yere söylemek durumundayız. Öbür türlü yüzde 80 civarı oy aldığımız yerlerin, temsiliyetin hakkını vermemiş oluruz. Onun için "Bütün bunlar niye" sorusuna verilecek en toptan yanıt, güvensizlik. "Güvensizlik denilen pratik nasıl şekillendi" dediğinizde fazla uzağa gitmeye gerek yok, ilk süreç başladığında ve İmralı’ya gittiğimizde, PKK’nın elinde 9 rehin vardı. Sayın Öcalan, "PKK’ye söyleyin onlar bunları bıraksın, devlet de hasta tutukluları bırakacak" demişti. Ardından Öcalan şöyle söyledi: "Şimdi sizi basın bekliyordur, çıkışta bunu söyleyin. Siz Kandil’e gidene kadar, hazırlamış, getirmiş olurlar." Biz bunu basına ilk verdiğimiz demeçte söyledik ve sanırım 15-20 günde bu kişiler ailelerine teslim edildi. Fakat devlet bir tane bile hasta tutsak bırakmadı. Güvensizlik daha ilk günden başladı. Bir dönem hükümetin üç bakanı **Sadullah Ergin, Beşir Atalay** ve **Efkan Ala** ’yla, sonra **Sayın** Ergin yerine ** Bekir Bozdağ** dâhil oldu, neredeyse haftalık periyotta bu gündemle toplantılar yaparken bir gün Sayın Beşir Atalay, Adalet Bakanı’na şöyle dedi: "Bir daha bu toplantılar hasta tutuklularla başlarsa bunu kabul edemem." Bu bir lütuf da değil, hukuki prosedürü haiz olanları bırakmıyor devlet! Öcalan’ı içeride en çok çileden çıkartan şey bu oldu. Sesini yükselttiğine pek az tanık oldum, onlardan en önemlisi devlet heyetine "Bu ne ciddiyetsizliktir, siz daha bir tane hasta tutsağı bırakmadınız ailesiyle vedalaşsın" demesiydi. **"YDG-H’liler Öcalan tecrit altındayken niye bizi dinlesin; dinlemedi de nitekim"** ** - Güvensizlik konusunda AKP tarafının da dile getirdiği "Çözüm sürecinde bomba döşediler"i içeren bir listesi, yani karşılıklı bir durum var. Ve siz şunu yazmış bir siyasetçisiniz: "Silah bırakmayan ya da kısmen silah bırakan örgütlerle görüşen devletler olduğu gibi, çatışmasızlık ortamını ihlal eden ve hatta avantaj elde etmek için farklı yöntemler deneyen devletlerle de masada olmaya devam eden temsilcilerin varlığı bugün ortaya çıkmamıştır." Dolayısıyla sizin açışınızdan güvensizlik, hendekleri kapama çağrısı yapmamak için bir neden değil.** Değil, burada eksik olan bir vektör var, zaman. Bütün bu değerlendirmeleri yaptığımızda arkasına veya önüne besmele gibi ‘acele edilmesi’, ‘bir an önce yapılması’ ifadelerini taktık. Ve fiilen de müzakereci olarak dilimizi hep süreci olumlu noktaya teşvik edici noktadan kurmaya özen gösterdik. **- Siz olası bir çağrı için "Halkta karşılığı olmaz" derken HDP’li Altan Tan şunu söylüyor: "****PKK’nin, YDG-H’nin savaşı şehir merkezlerine taşıması, demokratik özerkliği sadece öz savunma ve hendeğe indirgeyen davranışı yanlıştı. Halk buna ilk günden tepki verdi. Ancak bu yanlışta ısrar edildi. HDP’nin gücü ise maalesef bu yanlışı önlemeye yetmedi." Sizin bu konuda geride duruşunuz PKK’ya gücünüzün yetmemesinden de kaynaklanıyor mu?** Yok. **- Böyle bir sorun yok ve Altan Tan uyduruyor mu?** Altan Tan’ın söylediği doğru, bir yeri eksik. O cümle ilave edilmediği zaman ayaklar havada kalıyor. YDG-H geçen sefer Öcalan’ın talimat ve önerisiyle *(hendekleri) *kapattı. Şimdi nisan ayından beri Öcalan üzerinde mutlak bir tecrit uygulanıyor. Onların yanına gittiğimizde "Önderliğimiz tecrit altında ve siz gelip bizden bunu istiyorsunuz" diyorlar. Güç yetmeme meselesi, ‘biz çaresiziz’ anlamında değil. Öcalan’ın üstündeki tecrit uygulaması ve devletin açık savaş ilanı. **- Siz YDG-H’lılardan hendeklerin kapatılmasını mı istediniz? Bu ne zaman, nerede, nasıl oldu?** Bunu Eş Genel Başkanı’mız **Demirtaş**, kamuya açık bir şekilde en az üç kez beyan etti. Bizler de yerelde yaptığımız görüşmelerin tümünde - yanlış olmasın, salt hendeğe indirgemeden - özyönetim, savunma ve yerel demokrasi meselesinin anlatım ve inşa öncülüğünü sivil siyaset kurumu üstlenmeli, dedik ve bunu ısrarlı bir şekilde savunduk. DTK Eş Başkanı’mız Sayın **Hatip Dicle ** bu konuda bir hayli inisiyatif aldı ve kısmen başarılı da oldu Cizre’de. Ama inanın hasımlık duygusuyla söylemiyorum; devlet bu gelişmeye hiç alan açmadı, tam tersine çürüttü. **"Öcalan’ın ‘Süreç başarısız olursa Apo öldü, diyeceksiniz’ sözü devlete" ** ** - İki döneme ayrıştırarak değerlendirdiğiniz hendek meselesinde farklardan birinin Öcalan’a tecrit uygulaması olduğunu söylediniz. İmralı Zabıtları’ndan bir Öcalan alıntısı: "Süreç başarısız olursa ‘Apo öldü’ diyeceksiniz." Bugünkü ‘tecrit’, Öcalan’ın sizden talep ettiği bir durum da değil mi?** Öcalan o lafı şu bağlamda söyledi, "Muhtemeldir ki bunlar bu ciddiyette gözükmüyorlar. Bu görüşmemiz son görüşme olabilir." Kendisiyle yürüyen muhataplık meselesini çok önemsiyor Öcalan. Ama "Görüşmeyi bir silaha dönüştürüyor devlet" dedi. 15 günü geçmeyen görüşmeler periyodunda devletle mutabık kalmıştık, ama 25-30 gün götürülmediğimiz oluyordu. Bu sözleri aslında bizden çok devlete söylüyordu. **- Sanıyoruz sadece devlete söylenmiş bir söz değil, İmralı Zabıtları’nda ilgili ifadeden sonra gelen cümle şu: "PKK ve HDP’nin beni kullanmasına izin vermem."** Bağlamı bilinmeyince yerli yerine oturmuyor. **- İkinci cümlenin bağlamı ne?** Öcalan, PKK’ye de, HDP’ye de geliştirilen pratiğin yetersizliği gördüğü zaman en sert eleştirileri yöneltiyordu. Bu onunla örgütü arasındaki tarzıdır. O lafın önünde şu da vardı: "Eğer beni 15 günden sonra sizinle görüştürmezlerse beni öldü bileceksiniz, öldüğümde nasıl davranacaksanız öyle davranın." Bunu kendi örgütü nasıl okuyacağını biliyor, devlet de bunun ne anlama geldiğini biliyor. Biz müzakere heyeti olarak böyle bir tecrit zeminine oturtmamak için en büyük çabayı harcadık. "Bu kapı açık olsun" dedik, kıyamete kadar sürebilir, ne olur ki? En küçük savaştan bile daha tercih edilesi bir durumdur, diyerek uğraştık. Dolayısıyla YDG-H kendi önderliği tecrit altındayken, o da yetmezmiş gibi onun üzerinden her gün psikolojik algı manipülasyonları tedavüle sokulurken niye bizi dinlesin? Dinlemedi de nitekim, çünkü 1) Ya "Öcalan üzerinde tecrit olmayacak, Öcalan bir değerlendirme yapacak", bu olmuyor ya da 2) "Devlet tutuklama ve imha yaklaşımından vazgeçecek ve durum temelsiz kalacak." Bu da olmuyor. Bunlar olmayınca sivil siyaset ne yapabilir, nereye kadar inisiyatif alabilir? Siyasetçi olarak sen bu insanların can güvenliğini üstleniyorsun ve sen "Bunu bırak" dediğinde orada bir tutuklama ya da doğrudan hedef gözeterek imha gerçekleştiğinde bunun sebebi olmuş oluyorsun. **Abdullah Öcalan ölürse ne olur?** ** - Örgüt de, devlet de biliyor dediniz, ancak biz bilmiyoruz; Öcalan’ın "Öldüğümde nasıl davranacaksınız öyle davranın" sözü ne anlama geliyor? Öcalan hayatını kaybederse ne olur?** Böyle bir durum, Türkiye halkları açısından barış ve ortak yaşam umudunu bir bilinmez zamana erteletmiş olur. Toplumsal maliyeti aklımızın alamayacağı boyutlara çıkar. Her şeyden önemlisi Orta Doğu’yu demokratik bir zemine oturtacak olan tek liderliği yitirmiş oluruz. Öcalan’ın içeride kalması süreçle birlikte anlamsızlaşmıştı. Şimdi durum daha da değişti. Artık özgürlüğü bir zorunluluk hâlini almıştır. **- Bugün karşınızda Öcalan oturuyor olsa, başta HDP’ye, ardından PKK’ya ne söylerdi; "Dediğimi anlamışsınız" mı derdi yoksa "Yine beni yanlış anladınız" deyip eleştirir miydi? Eleştirse konu başlıkları ne olurdu?** İkincisi olurdu, olacak, yeterince anlamadığımızı ve yeterli pratik geliştirmediğimizi söyleyecek muhtemelen. **"Öcalan IŞİD, Şengal ve Kobanê’yi öngördü; devlet heyeti saygı duydu"** ** - Açar mısınız?** Öcalan süreç başlarken 4 metrekarelik bir hücrede tutuluyordu. O hücrede ayda bir verilen gazetelerden, çok seyrek olan görüşmelerden ülkenin ve dünyanın gidişatına dair çözümlemeler yapıyordu. Daha sonra süreçle birlikte kendisine televizyon verildi. Altı kanalla sınırlandırılmış olsa da dünyaya açılan bir pencere işlevi görüyordu. Gazeteler haftada bir verilmeye başlandı, Kürt medyası yine incelendikten sonra ayda bir veriliyordu. Öcalan gerek Orta Doğu’da, gerek burada olanları santimi santimine neredeyse öngördü, kayıtlara geçirdi. "Siz kendinizi buna hazırlamazsanız sonuçları böyle olacak, devlet açısından böyle olacak" dedi. Eğer doğru değilse bir saat sonra yalanlanabilecek bir şey söylüyorum; devlet heyetinin Öcalan’ın bu öngörüsüne şaşırdığını ve saygı duyduğunu gördük. Suriye meselesini, IŞİD ortaya çıkmadan önce nasıl bir harekatla ortaya çıkacağını, yayılma yollarını bize söyledi. Kendi örgütüne de önlem almalarını söyledi. Önlem alma hattı olarak Şengal’i işaret etmişti. Büyük çatışmalar için de Kobanê’ye işaret etmişti. **- Hayranlıkla anlatıyorsunuz Öcalan’ı, doğru mu?** Doğrudur, yaklaşık üç senelik bir mesaimiz oldu ve bu konudaki çözümlemelerinin gücünü, doğruluğunu, demokrasiden ve özgürlüklerden yana sarsılmaz bir kararlılık içerisinde olduğunu bizzat gözlemledim, saygı duymamak mümkün değil. **- Türkiye’de ve Orta Doğu’da olanları santimi santimine öngördüğünü söylediğiniz Abdullah Öcalan, sürecin buzdolabına kaldırılacağını, bugün akan kanı da öngörmüş müydü? Öngördüyse bu olasılık altına bu noktadan nasıl, ne zaman çıkılabileceğine dair sizinle neler paylaşmıştı?** Tabii ki bunu da öngörmüştü. Bu sefer gelişecek bir çatışma durumunda devletin doğrudan imhaya yöneleceğini, artık düşük yoğunluklu bir çatışma olmaktan çıkıp kitlesel bir çatışmaya evrileceğini, bir günde yüzlerce kişinin hayatını kaybedebileceğini söyledi ve bunun bir darbe mekaniğine zemin hazırlayacağına işaret etti. **- "Buna da öngörmüştü" derken, Öcalan örneğin "Nihayetlenecek bir sonraki müzakere, bu değil" benzeri cümleler mi kuruyordu?** Son görüşmemizde bize dedi ki "Bunların tutumuna bakılırsa bu sizinle son görüşmem olabilir." Ve ondan sonra gerçekten İmralı’ya gidemedik. Bu lafı sarf etmesinin sebebi de sondan bir önceki görüşmemizde Dolmabahçe mutabakatının ardından İzleme Heyeti’nin adaya gitmesi kararıydı. Heyet gittiğinde silahsızlanma için tarihli kongre çağrısı yapacaktı. Ancak biz bir sonraki görüşmeye İzleme Heyeti olmadan gidince ciddiyet sorgulaması yaptı. Ve bunu söyledi. **"Darbe ihtimali her zaman var"** ** - Öcalan’dan aktararak dolaşıma soktuğunuz ‘darbe mekaniği’nin sizce hükümete karşı darbeye evrilme riski var mı?** Darbe ihtimali her zaman var. Sebebi de şu, biz darbelerle esaslı bir yüzleşme yaşayamadık. Ama bu hükümette darbeye direnme kapasitesi yok. Çünkü bu hükümet darbeyi kendisinden ayrı bir şey olarak görmüyor. Bu hükümetin aklıyla 12 Eylül darbecilerinin aklı arasında zerre-i miskal fark yok. Dolayısıyla darbeye çok yakından eklemlenir, nitekim eklemlendi. **- Siz darbecilerden farksız gördüğünüz bir hükümetle mi masaya oturdunuz?** Demokrasiyi savunanlar ancak darbecilerle müzakere ederler. İnsanlar dostlarıyla niye müzakere etsinler? Zaten bir noktada buluşurlar. Müzakere tam da sizle mücadele edenle yapacağınız bir şeydir. **- Sizce 27 Nisan e-muhtırası ve tartışmalı da olsa davalara konu olan darbe girişimlerine karşı durabilmiş, 13 yılda 7 Haziran kesintisi dışında tek başına iktidar olmuş, son seçimde yüzde 49,5 oy almış bir partiye ‘darbeci’ benzetmesi yapmak AKP’ye ve seçmenine haksızlık değil mi?** Hiçbir şekilde. Ben diyorum ki bunların darbeci kafalarından bir farkı yok. **Kenan Evren** de yüzde 92 oy aldı. Bunu seçmen ya da halk nezdinde bir teraziye vuramazsın. 1 Kasım’da aldıkları, insanların gelecek duygusunu, can güvenliği kaygısını rehin alarak alınmış bir oy. Bu memlekette AKP’nin çekirdek oyunun yüzde 30’ların bir milim üstünde olmadığını düşünüyorum. "Beni tek başıma getirmezseniz evinize ekmek götüremezsiniz"den tutun, "Beyaz Toroslar gelir"e varan bir baskıyla oy aldı. **- Öcalan, Türkiye’de klasik ve hukuki anlamıyla siyasi iktidara karşı bir askeri darbeden endişeleniyor mu, buna dair bir kaygısından hiç size bahsetti mi?** Genel bakışı şudur, "Darbe dediğiniz şeyin ya da benim darbe mekaniği dediğim şeyin ikili bir yönü vardır; 1) Oluş biçimi, 2) Olduktan sonra hükmetme biçimi. Bu konuda demokrasi güçleri yeterince dikkatli davranmazlarsa topyekûn bir darbe mekaniğinin kurbanı olarak bulabilirler kendilerini." **"Öcalan’a eleştirim yok"** ** - Sizin hayranlık da duyduğunuzu söylediğiniz Öcalan’a bir eleştiriniz yok mu?** Yok. Eleştirim olsaydı söylerdim. Farklı düşündüğümüz noktalar oldu, bunu kendisine de söyledim. Bir kısmı tutanaklarda da var. Mesela devlet, Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın bir özerklik anlamına geleceğini söylüyordu. "Bu anlama gelmez" diye bu konudaki düşüncelerimi ve ne anlama geleceğini söyledim. - **Kürt siyasetinin eşiğini Öcalan’ın da üstüne çıkartan bir rol mü oynadınız?** Hayır. Bu konuda görev ve sorumluluk üstlenen bir insandan ilk beklenen doğruları söylemesidir. Siz doğruları söylersiniz, politik tercihler her zaman doğrulardan yana olmayabilir. İşin içerisine bir sürü taktik, konjonktürel hesap girer ve başka bir tercihte bulunabilir örgütlü yapılar. Ama siz bunu tayin edebilecek noktada değilsiniz çünkü bir halkın kaderiyle oynamış olursunuz. Dolayısıyla orada bu anlama gelip gelmediğini kişisel fikriniz olarak söylemek zorundasınız. Öbür türlü muhalefetin topyekun söylediği gibi bir postacı olursunuz, postacıya ihtiyaç olsaydı Öcalan bunu yazar devlete verirdi, onlar da KCK’ye iletirlerdi. **- Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na dair siz "Bağlayıcı değil" dedikten sonra Öcalan, "Tavrımız şu olacaktır, ana ilke olursa biz kullanırız. Siz ister yasa çıkartın, ister çıkartmayın" diyor. Görüşmelerinizin devamında özerklik konusunda Öcalan bu noktada kaldı mı, yoksa görüşleri değişti mi?** Öcalan’ın kestirmeci bir tutumu yoktur. Bir şeye hayır diyorsa niye hayır dediğini tarihi, felsefesi, pratik gereklilikleriyle sizi ikna edene kadar ya da kendisi ikna olana kadar tartışır. Görüşmeler limitliydi, ama bazen çok basit bir meselede karşılıklı ikna süreci bir iki saatimizi alabiliyordu. O konuşmanın da bir devamı var. Devlet bu görüşmeleri zamana yayma, taahhütlerine sadık kalmama gibi bir tutum belirginleştirmeye başladığı zaman "Sen vaktinde böyle demiştin, ama devlet anlamını bilse, ben onlara bir zemin ve şans sunuyorum. Onlara güvenmek istiyorum. Ben de biliyorum tam olarak o anlama gelmeyeceğini, ama bu önemli bir ön adımdır. Buradan niyetlerini, gayretlerini okuyabiliriz" dedi. **"Devlet, Kürt belediye başkanları yerine kayyum atama hazırlığında"** ** - Kürt siyaseti, demokratik özerklik metni sunarak Öcalan’ın bahsettiğiniz nüansını yok saymış olmuyor mu? Okuyucu için Öcalan’ın bir cümlesini hatırlatarak devam edelim, "Kolektif haklar ve Kürt reformu yasası yapılacak. Biz demokratik özerklikte ısrar edersek, bu sabote olur." Öcalan dediğiniz gibi bir ilk adım olarak görüyorsa, Kürt siyaseti neden son adımdan başlıyor?** Bunu Kürt siyasetine sormak lazım ** - Karşımda HDP’li siz varsınız.** PKK’yi kast ettim. **- Böyle bir hiyerarşi mi kuruyorsunuz?** Hayır, öyle bir hiyerarşi kurmuyorum. Ayrı ayrı yapılar. Meydanda bunların sonuçlarını bir var olma, yok olma çizgisinde yaşayan PKK’nin kendisidir. Devlet şimdilik Meclis’i bombalamıyor, devlet gidiyor Kandil’i bombalıyor. Dolayısıyla onlar siyasetlerini kurarken hep bu devletin imhaya yönelme veya yönelmeme tutumunu önemli bir kriter olarak ele alıyor. Yine de cevabı bence tam da o cümlede içkin. Devlet bırakın Kürt haklarını ya da reformunu, seçilmiş Kürt belediye başkanları yerine kayyum atamanın hazırlığı içinde. Bu tam bir sömürgeci kafasıdır. **- Halk tarafından seçilmiş olan sizin hakkınızda da soruşturma açılıp dokunulmazlıklarınızın kaldırılması gündemdeyken sizin topu PKK’ya atmanız tuhaf değil mi?** Kastettiğim bu değil. Ben diğeriyle bağlantılı olarak söyledim. Demokratik özerklik bizim parti programımızda var, daha ötesine gerek yok. Öz savunma bunun alt başlıklarından birisidir. Devlet ya da buna itiraz edenler insanların bu ihtiyacını izale edecek başka bir pratik geliştirir, başka bir şekil alır. Burada araca lüzumundan fazla bir anlam yüklemek gerekmiyor, ihtiyaca odaklanmak gerekiyor. **"Halk bağımsız devlet isterse** kim buna ne diyebilir?" kim buna ne diyebilir?" **- Geçmişte "Öcalan mimar, Erdoğan müteahhit" diyen size göre, "Kandil mimar, HDP müteahhit mi" diye sorsak? ** Kandil’i unut, ben onu savaş bağlamında söyledim. Savaş mı yoksa müzakere/barış mı bağlamında Kandil hep devletin kendisine yönelimini kriter alıyor. Çünkü ölecek olan kendileri, uçak geliyor, kavurup gidiyor orayı. Onun için devletin bu tutumu çözüme dönük bir pratiğe dönüşmedikçe bizim onlara bir şey söyleme-isteme şansımız yok. Öbür türlü özerklik bizim programımızdır, HDP’de siyaset yapan herkes bu programı kabul edip siyaset yapar. Açık ve net. Ama ben diyorum ki bunlar başlık ya da kavramlar üzerinden değil, ihtiyaç kodlaması olarak okunmalı. Her ihtiyaç, hayatın gerekliliğinden doğan bir şeydir. Bu ihtiyacı izale edecek bir pratik ya da başka bir mekanizma bu talebi revizyona uğratabilir. Hepten kaldırabilir, daha da maksimalist bir noktaya götürebilir. "Artık sizin bir arada yaşamak iradeniz yok, biz ayrı, bağımsız bir devlet kurmak istiyoruz" da diyebilir bir halk. Kim buna ne diyebilir? **"Altan Tan’a sitemim kendini dışında** tutarak değerlendirme yapması" tutarak değerlendirme yapması" **- "Bundan sonra ne olacak" kapsamında bölünme ihtimalini ayrıca soracağız. Ancak öncesinde: "Doğru olduklarına halen inanıyorlarsa Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, Mardin Büyükşehir Belediyesi, Van Büyükşehir Belediyesi ve Dersim-Tunceli Belediyesi’nde özerklik ilan etsinler o halde. Aynı politikalar devam etsin bakalım netice nasıl çıkacak?" diyen Altan Tan’ı nereye koyuyorsunuz?** Altan Tan benim için çok mümtaz bir yerdedir. Muhtemelen birçok konuda taban tabana zıt düşünceler savunabiliriz, ama Altan Bey bu partinin en kıymetli vekillerinden birisidir. Yaptığı değerlendirmeye dair; söylerken böyle bir fotoğraf çıkacağını öngördü mü bilmiyorum ama bu tarz yaklaşımlara ben şurasından eleştiri getiriyorum: Kendilerini dışında tutarak değerlendiriyorlar. Altan Tan’a sitemim ancak bununla sınırlı olur. Bunun bizi ilerletici bir mantık olduğunu düşünmüyorum, ben ne kadar HDP’ysem, Altan Bey de o kadar HDP’dir. Tersi de bütün arkadaşlarımız bakımından aynı şekildedir. Kamuoyunda yaratılmak istenen algıya rağmen Altan Bey, çekirdek yaşantısından siyasi düşüncelerine kadar demokrasiyi içselleştirebilmiş önemli yoldaşlarımızdan birisidir. **"PKK bazen Batı’nın yaklaşımına** fazla anlam yüklüyor" fazla anlam yüklüyor" **- Sizin PKK’ya yönelik eleştirileriniz var mı?** Var. **- Nedir?** Hepsini kendileriyle tartışıyoruz. **- Ama söyleşide dile getirmeyecek misiniz?** Onlara da söyledim, kamuoyunun bilmesinde de bir zarar yok, o da şu: Uluslararası konjonktüre gereğinden fazla anlam yüklemenin doğru olmadığını düşünüyorum. Bunu Rojava ve bölge özelindeki bütün gelişmeleri katarak söylüyorum. **- ABD ile ilişkiler mi kastınız, somutlaştırır mısınız?** Tabii ki, ABD, genel olarak Batı’nın YPG’ye, PYD’ye yaklaşım biçimine bir anlam yüklememek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü görüyorsunuz 3 milyar Euro verdiler, hazırlayıcılığı ve sorumluluğunda çok büyük pay sahibi oldukları bu savaşın sonuçlarını, insani yükünü yani savaş muhacirlerini kendi kapılarından uzaklaştırdılar, bizim topraklarımıza ihraç ettiler. Konjonktürel olarak salt faydacı davranabileceğini defalarca göstermiş bir anlayışın bu hareketi olumlamasına fazlaca bir anlam yüklememek gerektiğini düşünüyorum. **- PKK’nın da ABD dâhil Batı desteğine fazlaca anlam yüklediğini mi düşünüyorsunuz?** Zaman zaman. **- PKK’dan yapılan şu açıklamaları siz nasıl okuyorsunuz: "Vietnam’da ne olduysa Kürdistan’da da o olacak", "Büyük barikatı kurma zamanı", "Direniş sonuna kadar sürecek", "Eğer özerkliği tümden reddedip bunu isteyenleri yok etmeye kalkışırlarsa biz de ayrılmayı düşünürüz." ** Ne dememi bekliyorsunuz, diyeyim. PKK söz konusu olduğunda verilecek iki cevap var; cevaplardan biri en cimri yaptırımıyla 16 yıl hapis, hatta bunu canınızla bile ödeyebiliyorsunuz. Rahmetli** Tahir Elçi ** tartışmasını hatırlayalım. Türkiye bunu tartışacak yasal ve demokratik olgunluktan çok uzak bir noktada. Ama ben kendimi bundan alıkoymayacağım. PKK savaşan bir yapıdır, kendi bulunduğu yerden bu değerlendirmeleri yapıyor. Devlet eğer savaşın dışında bir niyet taşıyorsa, ‘öyle olmaz bak böyle de olabilir’ diyerek bir muhataplık geliştirmeli. Kendilerinin ifadesiyle tek müzakereci olarak da Sayın Öcalan’a işaret etmiş durumdalar. **- Öcalan’ın PKK’ya yönelik eleştirileri sizce ne olurdu?** Öcalan hiçbir zaman parça parça ele alıp değerlendirme yapan birisi değil. Öcalan, PKK’ye dönük en büyük eleştirilerinde bile cümleye şöyle başlar: "Fedakârlıkları, kararlılıkları benden kat kat üstündür arkadaşların." Pratiğe dönük savaşı politik bir araç olarak kullanma biçimi konusunda Öcalan’ın zaman zaman önemli eleştirileri oldu PKK’ye. PKK de bunlara cevaplar geliştirdi. Kabul ettiği ve kendisini bu anlamda revize ettiği bir sürü şey oldu. Onun için örgütüyle kendisi arasında dışarıdan bakanların çok çözemediği, anlayamadığı başka bir ruh var. Bu eleştiriler gittiğinde işin PKK cephesini söyleyeyim, ‘evimiz başımıza yıkıldı’ duygusu olmuyor. "Bununla önderliğimiz bize bir şey söylüyor, bunu tam ve doğru anlamalı ve tartışmalıyız" diyorlar. Bütün birimlerinde bu tartışmayı tüketmeden de bir kararlaşmaya gitmiyorlar. **- Tartışma başlıklarını somutlaştırır mısınız?** Geçmişten bir örnek verebilirim, barış süreci başlayacağı zaman **Murat** **Karayılan** ’ın bir demeci olmuştu, "Orta kademeyi ikna edemiyoruz" diye. Ben bunu politik bir yaklaşım olarak düşünmüştüm. Fakat gittiğimde Karayılan dedi ki "Sürece dair değerlendirmeler zinciri başladı, fakat derin kaygı duyan arkadaşlarımız var. Siz bizzat önderliğimizle görüştünüz, bu toplantılara siz de katılın, sorularını direkt size sorsunlar, siz de önderliğimizden duyduklarınızı, izlenimlerinizle beraber aktarın." Ve yaklaşık bir hafta, 10 gün birçok gerilla grubuyla bu toplantıları yaptık. Ve orada gördüm ki hiçbir şey orada yukarıdan aşağı bir emir ve talimat mekaniğinde gelişmiyor. **"Kandil ziyaretlerimiz MGK’da kararlaştırıldı; benzini HDP ödedi"** ** - Bir parantez: ‘Kaçak çay’ tartışmasında "MGK’da kararlaştırılan bir politika ile biz Kandil'e gittik" dediniz. Bu nasıl bir onaydı ve size nasıl bildirildi? MGK’dan onay alınarak yapılan bir Kandil ziyareti nasıl oluyor?** Bir kesim bildiğim var, bir kesim duyumlarım var. Duyumlarım şu, açılımdan önce, açlık grevleri sürerken yapılan MGK toplantısında hükümet askere dönerek "Bununla mücadele için bir eksiğiniz var mı" diyor, asker de "Silahla çözülemez" diyor. Bunun üzerine "Biz hem Öcalan’la, hem Kandil’le görüşeceğiz" dendi. Bu da suç mevcut cari düzlemde. MGK’nın kamuoyuna açık olmayan bir yönetmeliği var, orada kriz yönetimi denen bir fasıldan, yasal müstenit oluşturuldu gidiş gelişimize. Daha sonra çözüm çerçeve yasası çıkarıldı sözüm ona ve bu müzakereler yasal bir zemine oturtuldu. Ama adı üstünde o bir çerçeve yasadır, altı yönetmeliklerle, kurumlarla doldurulmalıydı. O konuda hiçbir adım atılmadı. "Bu MGK’da kararlaştırıldı" dediğim de hükümetin ileride askerden ya da toplumun farklı kesimlerinden bir ithama maruz kalmamak için bizim bütün İmralı ve Kandil ziyaretlerimizin olağan MGK toplantılarında kararlaştırıldığını, tartışıldığını biliyorum. **- Dolayısıyla sizden imzalı bir kâğıtla Kandil’e gitmeniz rica edilmedi?** Hayır. **- Bu durumda benzin paraları HDP bütçesinden mi karşılandı?** Tabii ki, en azından benimki, kara yoluyla gittiğim için. **"PKK daha bu savaşa dâhil olmadı,** Bayık’ın açıklaması uyarı" Bayık’ın açıklaması uyarı" **- PKK’yı da bilen bir isim olarak söyler misiniz, Bayık’ın Le Monde açıklamasındaki şu cümleler sizce ne anlama geliyor: "Yakında Türkiye'nin içinden ve dışından gelen başka örgütlerle birlikte yakında bir devrimci direniş cephesinin kuruluşunu ilan etmeyi öngörüyoruz. Adını veremeyeceğim bu örgütler, Erdoğan rejimine karşı bizimle aynı mücadeleyi paylaşıyorlar ve bizimle birlikte mücadele edecekler."** Bu devlete bir uyarı. PKK bahsedildiği gibi savaşma arzusuyla yanıp tutuşan bir örgüt değil, çözüme onlar da hazır, donanımlı ve istekliler. Bu konuda aradıkları kriterler ciddiyet, tutarlılık ve güven. PKK’nin şehirdeki direnişlere bakışı da devlete bir alan açma aslında; "Bakın biz karakollara yönelmiyoruz", "Kırda böyle bir şey yapmıyoruz" diyorlar. Bilerek söylüyorum; PKK daha bu savaşın içerisine dâhil olmadı. Devletin, herkesin bu cümleleri buna dönük bir uyarı olarak okuması gerek. **- "PKK dâhil olmadıysa YDH-G’ye silahlar nasıl gitti" sorusuna sizin yanıtınız ne?** Bunu KCK cevaplamalı. **- Uyarı niteliğiyle okunmasını söylediğiniz açıklama, aynı zamanda "Türk siviller de artık güvende olmayacak" demek mi?** Böyle bir sonuç çıkamaz, en azından ben böyle bir yönelimleri olacağını düşünmüyorum. Kobanê direnişi ya da PYD-YPG başta bir Kürt direnişi olarak başladı. Ama daha sonra orada enternasyonal birlikler oluştu, hayatını kaybeden bir sürü Türkiyeli, Karadenizli, Çerkes, Türkmen devrimciler o halkla beraber savaşmaya gitti. Böyle birlikler oluştu orada. Orada kastedilen budur; "Bu direniş Kürtlerle sınırlı kalamaz. Siz bununla demokrasiyi katletmeyi düşünüyorsunuz. Demokratik güçler, bu cephede sizin karşınızda yer alır. Olay salt bir PKK olayı değildir." **PKK’nın Ceylanpınar soruşturması** hangi aşamada? hangi aşamada? **- Davutoğlu’nun "Kandil üzerindeki jetler onun cevabı" dediği Ceylanpınar’da iki polisin uykuda katledilmesi hakkında PKK, "Soruşturacağız" açıklaması yaptı. Bu soruşturmada bir yere varıldı mı, biliyor musunuz?** Bendeki bilgi şu: Ceylanpınar, örgütsel herhangi bir süreçlerinde kararlaştırılmamış, kendi örgütlülükleri içindeki insanlar tarafından yapılmamış diye biliyorum. Devamını bilmiyorum. **- Siz Ceylanpınar’ı duyduğunuzda aklınızdan geçenler ne olmuştu?** Kabul edilemez olduğu. **- ‘Derin PKK’ aklınızdan geçenlerden miydi?** Ben bunun tam da darbe mekaniğine zemin hazırlayacak yerli ya da yabancı güçlerden ya da ikisinin koordinasyonundan oluştuğunu düşündüm, hâlen de öyle düşünüyorum. **- 2014’te "ABD’den Almanya’ya, İngiltere’den Fransa’ya varana değin bölgede yaratılan yoğunlaşma karşısında en milliyet sevmez olanımıza bile şunu dedirtmez mi; dağ bizim, maral bizim, avcı burda ne gezer?" diyen size göre PKK, sızmalardan ne kadar muaf kalabilir?** Bu tür şeyler, her yapıya bir oranda sızarlar ama PKK, "Bu PKK’nin işi değildir" diyebilecek birtakım eylem biçimleri oluşturmuş. Ceylanpınar bunların hiçbirine uymuyordu. **"Sabiha Gökçen Havalimanı’ndakine** benzer saldırılar artabilir" benzer saldırılar artabilir" **- PKK’nın "Bizden değil" dediği TAK örgütlenmesi ne sizce, ‘taşeron’ mu?** Gerçekten bilmiyorum. Aklıma da gelmedi sormak. **- Sizce TAK’ın üstlendiği Sabiha Gökçen Havalimanı’ndakine benzer saldırılar artabilir mi?** Artabilir çünkü bu bir tür destabilizasyon. Savaşın bu biçiminde beni en çok korkutan tam da budur. Fırsatı değerlendirmek isteyen, günümüzde yabancı servisler birkaç fiskeyle gelişmelere meyil verebilme kudretine sahipler. Bunların hat safhada devreye gireceğinden korkuyorum. **"Dolmabahçe fotoğrafındaki** herkes tasfiye olacak" herkes tasfiye olacak" **- Sizin AKP kanadından radarlarınızı çalıştıran, ‘ne yapacak’ diye baktığınız isimler kim?** Neredeyse kimse kalmadı. "AKP’de vicdanına güvendiğimiz şu isim var" dediğimizde o kişinin AKP’deki siyasi hayatını ve geleceğini riske atabiliriz. **- Merakımızın kapsamı vicdanla sınırlı değil, sizin gözünüzde AKP’de Kürt politikasına yön verme, etkili olma vasıfları barındıran isimleri merak ediyoruz.** 1 Kasım’la birlikte AKP’de bir paradigma değişti. Daha önce AKP, tek tek ismini sayacağınız ve siyaseten denk ağırlıkta olan birçok şahsiyet barındırıyordu. **Abdullah Gül, Bülent Arınç**, Tayyip Erdoğan, **Cemil Çiçek ** gibi... Sayın Arınç’ın tabiriyle özgül ağırlığı olan isimler... Bunlar ya tasfiye edildiler ya da bağımsız çıkış alanları tamamen daraltıldı. Buna Davutoğlu da dahil. Hepsi geldi Cumhurbaşkanı’nın kuracağı denkleme endekslendi. Şu an AKP’de ya benimsin, ya kara toprağın düsturu hakim. **- AKP’den bazı isimleri ardına iki nokta üst üste koyup ansak haklarında ne dersiniz; örneğin "Muhataplarımız içinde ayrı bir yere koyarım" dediğiniz bakan** ** Efkan Ala?** Ben Dolmabahçe fotoğrafındaki herkesin eğer, Sayın Tayyip Erdoğan’ın paradigması başarılı olursa herkesin tasfiye edileceğini düşünüyorum. Buna Efkan Ala da dahil. Şu an cemaat operasyonu yürüyene kadar Efkan Ala bu işin içerisinde yer alacaktır. Ondan sonra yer alacağını düşünmüyorum, belki yanılırım. Yalçın Akdoğan canını zor kurtardı, akraba Türkler bakanlığına kaydırılarak kabinede varlığı devam ettirildi. Bu anlamda süreçten tasfiye edilmiş gözüyle bakabiliriz. Çünkü Dolmabahçe fotoğrafını hatırlamak istemiyorlar. Devlet kanadında olanlar da, bizim heyetimizde de olanlar da bir hafızayı temsil ediyorlar. Bir an için, yarın görüşmelerin başladığını varsaysak gözlerinin içine bakıp "Geçen sefer siz şöyle demiştiniz", "Şu adımları atacağınızı taahhüt etmiştiniz" diyeceğiz. Bunları duymak istemiyorlar. Eğer yeni bir başlangıç olacaksa bu hafızayı sıfırlayacaklar ve yeni aktörlerle devam edecekler. **- Erdoğan’ın Dolmabahçe mutabakatına karşı çıkmasıyla birlikte sürece kendisinin dahli sorgulandı. Oturma düzenine kadar işin içinde olduğu söylenirken Yalçın Akdoğan, kendisinin o gün Erdoğan’la akşama kadar konuşmadığını söyledi, Erdoğan’ın her detayı bildiğini de yalanladı. Demirtaş sürecin açınızdan nasıl gerçekleştiği anlattı ama bizzat orada bulunan heyet üyesi olarak yanıtlar mısınız; Dolmabahçe mutabakatı yapılmadan önce ortam nasıldı? Erdoğan’la konuşma yapıldı mı, tanık oldunuz mu? Hükümet yetkilileri açıklama öncesinde ve sonrasında sizinle neler paylaştı?** Bu başlı başına bir röportajın konusu, bunu başka bir söyleşide uzun uzun ele alalım. Bugünkü gündem daha acil. **"Devlet kanadında Kürt sorununu** çözecek isim Erdoğan" çözecek isim Erdoğan" **- Hakan Fidan sizce MİT Müsteşarlığı’ndan neden istifa etti**? Hiç bilmiyorum. Sanırım önce bir engel gösterilmedi adaylığı için yoksa o konumda olan birisi neden kendisini o duruma düşürsün... **- Akıl yürütmüşsünüzdür.** Söz konusu AKP olunca akıl yürütmek mümkün olmuyor. Tek bir insanın tercihleri belirleyici olunca akıl çabuk yanılıyor. **- Tek belirleyici Erdoğan’sa Leyla Zana’nın "Bu işi Erdoğan çözer" sözüne katılıyor musunuz?** Halihazırda tabii ki. Ama ‘çözer’ derken, AKP ve devlet kanadını kast ediyorum. Yoksa farz edelim Erdoğan çözmek istemedi, bir de bu halkın mücadelesi var. Bu da çözebilir. Benim değerlendirmemde, evet, devlet katında Cumhurbaşkanı bütün devlet mekanizmalarını kendisine biat noktasına getirmiş durumda, Genelkurmay dâhil. Dolayısıyla devleti bir çözüm politikasına sevk etmeyi tercih ettiğinde, devlet blokunda bunun önünde durabilecek kimse yok. Ama tarih şunu da gösterir; bütün devlet bloku bir başka politikayı tercih ederler ama halkın mücadelesi kazanır. Bakınız Güney Afrika. İtiraz öyle bir yükselir ki egemen blok çatırdamaya başlar ya da buna uzun boylu direnemez. **- Kişisel ilişki de kurduğunuz Erdoğan, sizden hiç Öcalan’a iletmeniz için bir mesaj paylaştı mı?** Hayır. Öyle kişisel bir ilişkimiz de yok ayrıca. Nereden çıkıyor bu anlamıyorum. **- 2010’daki açılım kahvaltısında başlayan tanışıklığınızdan Tayyip ve Emine Erdoğan’ı 2014’te güldürdüğünüzü yansıtan fotoğrafa uzanan süreçten.** Kimseyi güldürdüğümüz falan yok. Enstantene dediğimiz, salisenin binde birine tekabül eden bir şey. Düşünün ki Ankara katliamının cenaze töreninde benim Selahattin Bey’in, **Figen ** Hanım’ın, **Ertuğrul Kürkçü** ’nün, hepimizin, gülerken fotoğraflarımızı yayımladılar. Öyle bir şey yok. Bunu böyle okuyan ve köşesine taşıyan yazarlar şimdi başkanlık sisteminin kerametlerini keşfetmekle meşgul. Ben de "Başkan yaptırmayacağız"ın mimarlarından biri olarak anılıyorum. **"Bağımsız gözlemciler eşliğinde** yeni bir süreç başlayacaktır" yeni bir süreç başlayacaktır" **- İktidar kanadı "Özerklik fantezi, HDP muhatabımız değil, silahlara betona gömülene, tek terörist kalmayana kadar mücadele" derken sizce bundan sonra ne olacak? ** Hükümetin bu belirlemesi gayri ciddi. Dünyanın hiçbir yerinde fanteziler ceza soruşturmasının konusu olamaz. Bir fanteziyse, fanteziyi dinler geçersiniz. Ben bu durumun sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum. Devlet açısından da, PKK açısından da. Başka bir düzlemde bağımsız gözlemcilerin eşliğinde yeni bir süreç başlayacaktır, gününü bilemem ama seyri böyle olacaktır. **- Gün olmasa da bir dönem var mı aklınızda?** Baharla birlikte kendimizi böyle bir zeminde bulmalıyız diye ümit ediyorum. **- Ümitten bir adım öteye taşıyarak "olacak" diyorsunuz.** Salt bir temenniden, ümitten ibaret değil. **- "Yeni bir süreç" olasılığını ümitten öte görmenizi sağlayan gelişmeler neler?** Öcalan’ın ve Kürt tarafının savaş değil, statü sahibi olarak birlikte yaşam iradesinin tanığı oldum, buna dayanarak söylüyorum. **Önder’den yeni süreç için ‘3 anahtar’:** Ordu, konjonktür, sessiz kamuoyu Ordu, konjonktür, sessiz kamuoyu **- Yakın geleceğe dair umut içeren nadir açıklamalardan biri olduğu için açar mısınız; sizce yeni süreç nasıl başlayacak, taraflar ve koşullar kim/ne olacak, eskisine kıyasla farkları neler olabilir ve sizce bu müzakere barışla nihayetlenecek mi?** Burada birkaç anahtar var, birisi ordudur. Hep beraber ‘dişine kan değen kurdu’ gördük değil mi? Sizce bundan kim korkmuş olmalıdır? Kürtler korkmuş olabilir mi? Hayır! Hükümet? İdrak yolları tıkalı olduğu için, hayır! En çok ordu korkmuştur. Kurmay aklı için emir-komuta dışı her şey korkulacak bir şeydir. Ve Genelkurmay Başkanı’nın yaklaşımından biliyoruz ki kent içi çatışmalara bulaşmaya pek hevesli değildiler. En çok ordu bilir ki dişine kan değen kurdun kime saldıracağı belli olmaz. Ordu çok değil, üç yıl önce kudretli bütün paşalarının kapı kilitleme usulü derdest edilip yıllarca içerde tutulduğunu gördü. Bugün onları salıverenler dünyada "Yanılmışız" lafını en çok edenlerdi. Yanılmayı meslek edindiler ve yarın bu askeri kent kuşatmalarının doğuracağı cendereden çıkmak için ordu ya da günah keçisi birkaç paşa bulmaları işten bile değildir. Bir diğer husus yapılan kuşatmalar ve bir bölge halkının temel yaşam hakkını temelinden ihlal eden sokağa çıkma yasakları hukuksuzdur. Bugün olmazsa yarın soruşturma konusu olacaktır. Sürdürülemez derken kastettiğim bu bileşkedir. Bu hükümet aklıyla yedi adımdan fazla gidilemeyeceği görülmüştür. İkinci anahtar, uluslararası güçler değil, uluslararası konjonktürdür. Bir yeniden paylaşım savaşı için Akdeniz bir donanma garajına dönmüştür. Peki "Bütün bu donanmaların düşmanı kim?" sorusunun tek cevabı ‘yeni paylaşım savaşı’dır. Her ülke donanması yekdiğerini kollamak için oradadır. Hem müttefik, hem rakiptirler. Bu şartlar altında yapılacak tek şey Kürdün hasımı olmak değil, hısımı olmaktır. Kastettiğim bu paylaşımdan pay almak için değil, bu paylaşıma kurban gitmemek için geliştirilmesi gereken aklıselimdir. Ülkemizin kurban edilmemesi, bir avuç insanın Kürt nefretinden ve iktidar hırslarından daha hayatidir. Üçüncü anahtar sessizmiş gibi duran kamuoyudur. Bu iktidarın kendi kendisinin ayağına dolanma kapasitesi rekor düzeydedir. Bilemeyeceğimiz bir dolanma hali bütün ülkeyi ayağa kaldırabilir. Ayağa kalkanların kolay oturmadıkları da bilinen bir gerçekliktir. **- 12 Eylül’de cezaevinde yatmış, "Hesaplaşma olmadı, Türkiye’de darbe tehlikesi geçmez" diyen sosyalist Sırrı Süreyya Önder, barış sürecinin yeniden başlaması için askerin -sebebi korku da olsa – aklıseliminden, ‘hukuka saygı’sından mı ümitli?** Hayır. Burada hukuka sevdalarını kast etmiyorum, mütehakkim ve kadiri mutlak olmaya alışmış bir yapının ve neredeyse cumhuriyetin kuruluşundan beri ne yaparlarsa yapsınlar hiç dokunulmamış bir yapının ilk defa kendisini hapishanede bulması olgusunun bunlarda yarattığı yeni durumdan bahsediyorum. **"Genelkurmay Başkanı, hükümet cihat beklerken sınırı gezdi, durdu" ** ** - Çıkış noktanız ‘yeni durum’ da olsa, ortaya koyduğunuz barış için askeri işaret eden bir Sırrı Süreyya Önder fotoğrafı değil mi?** Askeri olarak test edilmeyen hiçbir siyasi güç, güç değildir. Bugüne kadar ki iktidar-ordu ilişkisi ya da ilişkileri hep ordunun çerçevesini çizdiği kurumların vesayeti altında şekillenmiştir. Dolayısıyla askeri güç ve siyasi gücün ayrılmaz bir bütünlüğü söz konusu. Gelinen noktada kendine kuruculuk da vehmeden bu askeri güç vaktiyle sistemin dışında tuttuğu bir güçle alan paylaşımı mücadelesi vermiştir. Ve bundan yenik çıkmıştır. Ama gelinen noktada siyaseten duruma vaziyet eden güçlerin daha önceki gibi "Yanılmışız" deyip bütün faturayı kendilerine çıkarmasından endişe ediyorlar. Siyasi olmaktan çok insani bir hâlden bahsediyorum. Bunun böyle olmasını istediğim için değil, emareleri olduğu için söylüyorum. Yoksa en kötü seçilmiş hükümeti, en iyi askeri darbeye bin kere tercih ederim. **- Emarelerden kastınız, basına yansıyan askerin hükümetin taleplerini yerine getirmede çekinceli davrandığı iddiası mı?** Emarelerden biri, Ağrı, Diyadin provokasyonunda ordunun kendini hemen hükümetten, bir hayli de görünür olan, ayrıştırma telaşı. İkincisi de Suriye’ye bir harekât başlatmama, müdahil olmama gibi fren yapıcı tutumu. Genelkurmay Başkanı, hükümet cihat beklerken sınırı gezdi, durdu. **"Ancak sivil siyaset ayrılmanın felaket getireceğine insanları ikna edebilir" ** ** - Hükümet özerklik çıkışını gündemine almazken, ‘ayrı devlet’ sözleri 90’lardan sonra yeniden dolaşıma sokuldu. Demirtaş, "Gelecek yüzyılda Kürdistan statüsü olacak. Belki federal devletleri, belki bağımsız devletleri olacak. Bölgesel dar bir özerkliği mi tartışalım buna da varım" derken DTK Eş Başkanı Selma Irmak, özetle şunu dedi: "Eğer hükümet bunu (DTK açıklamasını) da elinin tersiyle iterse şu an hendeklerin arkasında çok büyük bir öfkeyle, kızgınlıkla mücadele eden ve artık kopuşu da tartışmaya başlayan gençler konuşmaya başlayacak."** Fiziksel çatışma zemini ortadan kalktığında Kürt siyasal hareketinde bu ortak vatan, ortak yaşam ülküsünün önemli iş göreceğini düşünüyorum. Irmak’ın işaret ettiği önemli bir tespit, ama sivil siyaset tam da o gün gerekli. Ayrılmanın hem Kürt halkı, hem Türkiye’deki bütün halklar için sıkıntı ve felaketten başka bir şey getirmeyeceğini ancak sivil siyaset anlatabilir, insanları ikna edebilir. **- Alıntısını yaptığımız Demirtaş da sivil bir siyasetçi.** Kürtler dediğiniz sadece Türkiye’deki Kürtlerden ibaret değil, saçma bir haritalandırmayla Kürt halkı 4 parçaya bölünmüş durumda. Bugün gelinen noktada, 4 parçada saldırıların hedefleri olan Kürtler var. Demirtaş’ın işaret ettiği, bu 4 parçada da Kürtler statü sahibi olacaklar, bir yerde kendilerini federasyon olarak ifade edebilirler, bir yerde özerk bölge, ama 4 parçada da statü sahibi olacaklar. **- Şunu mu diyorsunuz: "Türkiye’de Kürt siyasetinin 90’lardaki ayrılıkçı yaklaşıma geri dönüşü söz konusu değil."** Eğer devlet çok kanırtmazsa ortak vatan, ortak yaşam zemini her zaman var. **- Daha önce de "Açtıkları hendeklerde yok olacaklar" sözüne karşılık "Sizin zafer dediğinizin olduğu gün ülkenin bölündüğü gün olacak, bugün de bölünmüştür aslında" yanıtınızın yanı sıra şunu söylediniz: "Her gün bu vatanı bölmenin briketlerini çok sağlam bir şekilde tahkim ediyorlar, yaşayıp göreceğiz, inşallah ben yanılırım." Sizin gözünüzde bölünmek ne demek? ** Bu sözü önce bakan düzeyinde birisine, sonra kamusal düzeyde "Askeri de işin içine soktuğunuza göre bir planlamanız da vardır. Onun olduğu güne zafer günü diyelim. Sivil halkın hiç zarar görmediği, PKK’yi, onların deyimiyle "uzantılarını" bire kadar yok ettiğinizi düşünün. O gün hep beraber yenildiğimiz gün olacak. Acaba bu logaritmayı çözecek, sizi uyaracak kimse yok mu" dedim. Çünkü sosyo-kültürel, ekonomik, etnik, bir sürü boyutu olan meseleyi salt asker tankıyla ezmeyi önüne koyan bir anlayış galebe çaldığı gün, AKP’ye oy vereni de dahil bu halkın tümü kaybetmiş olacaktır. Sadece hükümet kaybetmiş olmayacak, biz de o insanları kaybetmiş olacağız. Biz o saatten sonra onlara ortak yaşam için cümle kuramaz hale geleceğiz. **"PKK yok edilirse isyan edilecek bir yapı kalmayabilir, emperyal sistem yer ve tükürür"** ** - Söylediklerinizden şunu da çıkarmak ne kadar yanlış: "29. isyan bastırılırsa 30. isyan çıkar ve bu kez çok daha radikal olur"?** Bir daha bu ülkede isyan bile göremeyebiliriz. İsyan edilecek bir yapı kalmayabilir. Emperyal sistem yer ve tükürür. Bundan bahsediyorum. Ondan sonra ne Türkün kaygısı para eder, ne de Kürdün statüsü. "Hâlihazırda bölünmüş zaten" derken de şunu kast ettim; 7 Haziran’dan önce tek tük münferit işlerin dışında hiçbir çatışma ortamı yoktu. Yaklaşık 2 yıl süren bir çatışmasızlık dönemi geçirmiştik. Devlet algı aygıtlarını biraz rölantiye almıştı. Bunun ışığında bir 7 Haziran seçimi yaşadık. Ve tam 400 yerde parti olarak linç karakterli saldırıya uğradık. Bu, esas hacir altında olanın Türkler altında olduğunu gösteriyor. Yıllarca bu ülkenin egemenleri tüm iç anlaşmazlıklarını, sıkıntılarını, kavgalarını hep Kürtlere ihraç ederek bastırmışlar, "Vurun Kürde" demişler. Bunun halkta yarattığı bir tortu var. Bunun ne büyük bir çürüme, ne büyük bir oksidasyon olduğunu 7 Haziran’da gördük ve kanım dondu. Ben dâhil olmak üzere hepimiz defalarca linçe maruz kaldık. Mitinglerimiz bombalandı, insanlarımız hayatlarını kaybetti, sadece Ankara İl Örgütü’nün 7 aracımız tahrip edildi. "Bölünmüşüz" dediğim bu. Türk halkı hacir altında, kendisi için hiçbir şey yapmasına izin verilmiyor. Kredilerle, borçlarla, tüketimle kurduğu ilişkilerle etrafı dört bir yandan kuşatılmış, toplumsal olarak sadece Kürde sövmesi serbest. Ağacına, emeğine, deresine sahip çıkamıyor. Bütün bunlar olurken Trabzon’daki 70’lik nineyi de, Marmaris’teki köylüleri de, Çanakkale’dekileri de devlet şedit bir şekilde polisiyle, jandarmasıyla bastırıyor. Ama aynı kitle HDP standına yöneldiğinde devletten muazzam bir teşvik görüyor. Önü bir tek Kürde linç yolunda açık. **- Peki, Karadeniz’deki nineye, Konya’daki amcaya sirayet etmiş bölünme paranoyasına karşı sizin vereceğiniz mesaj ne?** Demokrasi ve eşit kardeşlik. **- Bu kavramlar, paranoyayı dindirmeye şimdiye kadar işe yaramadı.** Aksi yaptırımlar da paranoyayı dindirmedi. Adı üstünde paranoya! Sistemli, soğukkanlı ve sabırlı olmak durumundayız. **"Ertuğrul Özkök, Kürdün** hangi derdine empati kurmuş?" hangi derdine empati kurmuş?" **- Örneğin, ‘bağımsız devlet’ ifadesini içeren açıklaması ardından ****Demirtaş’a, "Sana ‘hain’ demiyoruz, ama bil ki ihanete uğradık. İnanmıştık çünkü Türkiye’nin partisi olduğuna" diyen Ertuğrul Özkök’e ne dersiniz?** Yalan. Hiçbir gün inanmadı, her fırsatta HDP’yi, Kürtleri itibarsızlaştırdı. Bunu ben biliyorum, kamu da biliyor. Ertuğrul Özkök, hangi gün Kürdün hangi derdine empati kurmuş, hangi gün yasını tutmuş? Yasından vazgeçtim, iyi gününde, kaç tane Newroz’una gitmiş? **- Özkök’ün geçmişi sorgulanabilir pek çok hata barındırıyor ancak bu noktada Türk kamuoyunun bir kısmının paylaştığı bir endişeye karşı yanıtınızı merak ediyoruz.** Bütün bu nefret söyleminin oluşmasında hatırı sayılır bir harcı var Özkök’ün. Onun için ihanetle suçlayacak en son insan. Demirtaş ya da HDP, Ertuğrul Özkök’e ya da bu halka ne söz vermiş de yapmamış? Bunların Türkiyelileşmekten anladıkları Türkleşmek. Oysa bu hareket kimseye "Türkleşeceğiz" sözü vermedi. Türkiye’nin emek derdi, kadın cinayetleri derdi, cinsel tercih derdi, ovaları, kırları, dereleri tehdit altında değil mi? Gelişmişlik, eğitim derdi yok mu? Var. Biz Türkiye’nin bütün toplumsal muhalefet damarlarını içeren bir birliktelik yaptık. Onun için bunların Türkiyelileşmekten anladığı, "Elhamdülillah Türk olduk" dememiz. Türkiyelileşmede bile zalim bir kategorilendirme var. **"Bölünme korkusunu da Kürt mü çözsün?"** ** - Özkök’ten ayrıştırarak tekrar soralım; bölünmekten korkan insanlara ne dersiniz?** Bu yükü de Kürt siyasetinin omuzlarına yıkamayız. Kürdün bu kadar boynunun borcu değil. Kürt pratiğiyle birlikte yaşama arzusunu yeterince beyan etti. Çünkü bunun binde biri bile Kürtlerin "Biz hayatımızı sizinkinden ayırıyoruz" demesine kafidir, ama demediler. Daha ne yapsın Kürt? Bu derdimizi de Kürt mü çözsün? Burada Türkün oturup olan biteni yapabilirse sağlıklı bir şekilde korkularından, kaygılarından kuşkularından uzak değerlendirmesi lazım. Bu konuda Kürdün yapacağı bir şey yok. **- Bu sözünüzle 7 Haziran’dan sonraki ****"Bize verilen emanet oyların farkındayız, verenleri mahcup etmeyeceğiz. Bunun teminatını veriyoruz" cümlenizle çelişki gören birine ne dersiniz?** Bize emanet oyları insanlar kara kaşımıza vermediler, programımıza, ilkelerimize ve diklenmemize verdiler. Biz de bunlara sadakatten bir an olsun ayrılmadık. Bizden başka bu karanlığa diklenen bir tane yapı olmadı. Bize AKP’li, CHP’li seçmen de yöneldiyse bundan yöneldi. Bu emanetin tabii ki farkındayız, hakkını verdik, vermeye devam edeceğiz. Ama kimsenin bölünme paranoyasını biz tamir edemeyiz. Onu kendisi çözmek zorunda. Bakacak, devletin pratiği ne, Kürtlerin pratiği ne? **"HDP’li vekillerin siyasi tutsaklarla görüşmesine 5 aydır izin verilmiyor"** ** - "Süreç cezaevindeki ölüm oruçlarıyla başladı" dediniz söyleşinin başında. Yakın gelecekte en kötü ihtimallerden biri olarak ölüm oruçları tekrarlanabilir mi; bugün cezaevlerinde durum ne?** Bizden randevu isteyen, hallenmiş, gurur yapmış bu Başbakan var ya, 5-6 aydır cezaevindeki siyasi tutsaklarla hiçbir HDP’li vekilin görüşmesine izin vermiyor. En son Sayın **Pervin Buldan**, bizzat Bekir Bozdağ’la görüştü ama izin vermediler. Ben **Can Dündar** ’ı ziyaret etmek istiyorum, CHP’liler, MHP’liler edebiliyor, ama biz ziyaret edemiyoruz. Cezaevinden önce bizim girememe halimiz var. Cezaevi Türkiye’de genel bir mesele olarak alınmalı. Anlamsız görüş yasakları, fiziksel işkenceye varan uygulamalar ve hepsinden daha vahimi, bugün Kürt illerindeki mahkûmların neredeyse tamamını Karadeniz ve Trakya’ya gönderdiler. Ekmek bulamayan yoksullukta aileler çocuklarını, eşlerini görebilmek için günlerce yolculuk etmek zorunda kalacak. Bu vesileyle yeni anayasa görüşmesine bir madde daha eklemek isterim. Siz siyasi tutsaklar için onurlu bir genel affı önünüze almadan bu ülkede yeni bir anayasa konuşursanız, samimiyetinize kimse inanmaz. **- Cezaevlerine gidemiyor olsanız da duyumlarınıza dayanarak yanıtlar mısınız; ölüm orucu riski var mı?** Bilmiyorum, umarım gerek kalmaz. **"Dokunulmazlıklarımızı kaldıracaklar** ve tutuklanacağız" ve tutuklanacağız" **- Hakkınızda açılan soruşturma dolayısıyla siz dokunulmazlıklarınızın kalkmasını bekliyor musunuz, cezaevine girerseniz neler olur?** Dokunulmazlığımızı kaldıracaklar. Durum öyle gösteriyor. Ve tutuklanacağız. Ama bunun bu meselenin çözümüne hiçbir katkısı olmayacak. Kişisel olarak HDP grubunun hiçbir vekilinin hiçbir cezaevi kaygısı, korkusu taşımadığını biliyorum. Ben de taşımıyorum. Yapacaklar bunları, ama bir **Tansu Çiller ** derbederliği ile değil, daha sofistike yapacaklar. Önce teamülleri zorlayarak dokunulmazlık dosyalarımızı öne alacaklar, kendi oylarıyla dokunulmazlıklarımızı kaldıracaklar. Belki Meclis’ten alıp beyaz Renaultlara bindirmezler, ama mahkeme ilk duruşmada tutuklama kararı verir. Olacak olanlar bunlar. Ama memleketin ihtiyacı bu mu, içine düştükleri darboğazdan çıkarır mı onları sorusunun cevabı olumsuz. **- "Ülkeyi Kürtler değil, bölerse Türkler böler" görüşünüze göre...** Türkler değil, devlet bloku böler... **- Düzelterek, "Ülkeyi Kürtler değil, bölerse devlet bloku böler" bakışınıza göre cezaevine girişiniz bir bölünme riskini nasıl etkiler?** Hepsi yaralar, sonuncusu öldürür, diye bir laf var. Buna hangi son adımların sebep olacağını bilemeyiz. Toplum dediğiniz o kadar karmaşık bir şey ki. Ancak toplumsal mühendislik kafasıyla bakanlar bunu masa üzerinde hesap ederler. Bu işler kâğıt üzerinde rasyonel gibi gözükür, sonuçları genellikle irrasyonel çıkar. Her insan bir kâinatken halkı hangi ölçüde formatlayabilirsiniz ki? **"10 yıl sonra MHP veya CHP kalmayacak"** ** - Levent Gültekin, Diken’de şunu yazdı: "Ülke bölünüyor endişesine kapılan bir toplum için geriye kalan her şey teferruattır. Kürt siyasi hareketi Erdoğan’a başkanlığı altın tepside sunuyor." "Seni başkan yaptırmayacağız" diyen Kürt siyaseti, başkanlığa giden yolu açmış olabilir mi?** Levent Gültekin’in değerlendirmelerini çok kıymeti buluyorum. Özgür düşünen, buna gayret eden, dürüstlüğünden, samimiyetinden zerrece şüphe etmediğim bir gazeteci. Ama bu değerlendirme, oluşturulan algıyla ilgili. Düşünün ki halen biz bununla suçlanıyoruz, halen bundan mesul tutuluyoruz. Siz mesela bir soru olarak, bu kaygıları nasıl gidereceğimize dair soru yöneltebiliyorsunuz. Bu toplumdaki bir gerçeklik, ama biz bununla uğraşamayız. Bunun önü, sonu, dibi yok. Çünkü bizden başka hiç kimse bu iktidarı geriletebilecek güç ve kudrete sahip değil. 10 yıl sonra bu memlekette MHP ve CHP diye bir oluşum kalmayacak. Bakın CHP, "Başkanlık sistemini dinleyebiliriz" dedi. Biz, "Tartışabiliriz" dediğimizde kopan kıyametin binde biri kopmuyor. Ya CHP’yi ciddiye almıyorlar ya da bilinç altı, bilinç üstü her neyse Kürt nefreti. Başka izahı yok. **- Eski bir Anayasa Komisyonu üyesi olarak yeni anayasa çalışmalarından ümitsiz misiniz?** Bakın, CHP ile 12 Eylül’ün tasfiyesi konusunda anlaşmışlar. Eh 12 Eylül ilk 4 madde değilse nedir? Önceki anayasalarda yoktu çünkü. Başkanlık demek de gelişmelerden anlıyoruz ki bir kayyımlık rejimi olacak. Her yere kayyum atanacak. Belediyeler başta olmak üzere 12 Eylül yapmıştı bunu. Başkanlık fragmanları bunlarsa CHP’nin zulüm gören Kürt halkını çemkirmek yerine Sayın Davutoğlu’na bu perhiz-turşu tezadını sorması gerekirdi. Koalisyon görüşmelerinde fena keklenmiş olan CHP, bu konuda uyanık olmak durumundadır. Kanaatim odur ki memleket anayasal bir zemine çekilmeden yapılacak her çalışma nafiledir. **"AKP seçmeninin bile başkanlığa** icazet vereceğini düşünmüyorum" icazet vereceğini düşünmüyorum" **- Bölgedeki çatışmalar ve ülkedeki hava sizce olası bir referandumda başkanlık getirir mi, getirmez mi?** Bunu öngöremeyiz. Sadece Cumhurbaşkanı’nın işi arama konferansları olarak dillendirmesine bakarak bir fikir yürütebiliriz. İşleri zor! **- Bu konuya dair bir endişeniz var mı?** Ben bunun kendi seçmeninde bile konsolide edebileceğini düşünmüyorum. AKP seçmeninin bile başkanlık sistemine icazet vereceğini düşünmüyorum. **- Söyleşinin en başında "Halk, seçimde Erdoğan’ın dar siyasi çıkarları için barış sürecini bir kenara atmaz" mealinde bir cümlenizi alıntılamıştık. Bunda da yanılıyor olabilir misiniz?** Tabii ki, bu pay her zaman var ama böyle düşünüyorum. Çoğu zaman bildiklerim, yanıldıklarıma yetmiyor. Bu yazıyı okuyan da bu gözle okusun. ## Okuyucu Yorumları
124967
haber
Şişli'de çocuk yaştaki erkeklere fuhuş tuzağı
null
# Şişli'de çocuk yaştaki erkeklere fuhuş tuzağı ## Henüz çocuk yaştaki erkekleri eşcinsel fuhuş tuzağına düşüren 'çete' operasyonla çökertildi - A + **- İstanbul'da, henüz çocuk yaştaki erkekleri eşcinsel fuhuş tuzağına düşüren 'çete' operasyonla çökertildi****T24** Henüz çocuk denilebilecek yaştaki erkekleri, zengin adamlara pazarladıkları ileri sürülen fuhuş şebekesi çökertildi... İstanbul Emniyet Müdürlüğü Çocuk Şube Müdürlüğü'nün operasyonu nefes kesti. Şebekeye yönelik gece yarısı operasyonunu üç ayrı ekiple takip etti. Sabah gazetesinde yer alan haber şöyle: Savcılığın talimatı doğrultusunda, İstanbul- Beyoğlu'daki bazı gay barların yanı sıra çete liderlerinden olduğu ileri sürülen Erol C.'nin de kullandığı eve operasyon düzenleyen polis, Erol C.'nin yanı sıra şebekenin beyin takımından Sedat E. ile Vedat A.'yı da kıskıvrak yakaladı. İHBAR MEKTUBUYLA BAŞLADI Bu kişiler ve diğer zanlıların ev ile işyerlerinde ele geçen bilgisayarlarda, çocuk pornosu görüntüleri saptandı. Zanlılar hakkında küçük yaştaki çocukları fuhşa teşvik, içkili olan yerlere küçük yaştaki çocukları almak ve mühürsüz mekân çalıştırmak suçlarının yanı sıra çocuk pornosu görüntüleri bulundurmak suçundan işlem yapıldı. Eşcinsel ilişkiye zorlandıkları öne sürülen 18 yaşından küçük beş çocuk ise polis tarafından ailelerine teslim edildi. Yaptıkları, insanın kanının donduran çeteye yönelik operasyon, polise gelen bir ihbarla başladı. Çocuk Şube Müdürlüğü'ne bir sayfalık ihbar mektubu gönderen kimliği belirsiz kişi, çetenin ağına düşmüş 16 yaşında bir genç olduğunu söyledi. "Başkaları da benim gibi yanmasın diye ihbarda bulunuyorum" diyen genç, mektupla birlikte şebeke üyeleri ile çocukların cinsel içerikli görüntülerini de polise kanıt olarak gönderdi. ÇOK SAYIDA PREZERVATİF... Polis de 25 Aralık'ı 26 Aralık'a bağlayan gece saat 02:00'de operasyon için düğmeye bastı ve eş zamanlı olarak 3 ayrı bara baskın düzenledi. İhbar mektubunda şebekenin 'merkez üssü' olarak nitelendirilen Şişli'deki eve de baskın yapıldı. Evde yüzlerce prezervatif ve kayganlaştırıcı krem bulundu. İhbar mektubunda adı Orçun C. olarak geçen ve çetenin elebaşı olduğu öne sürülen Sinan Y.'nin bilgisayarına da el konuldu. Emniyet'in Bilişim Suçları ve Sistemleri Şube Müdürlüğü'nde yapılan inceleme sonucunda bilgisayarda çocuk pornosu görüntülerine rastlandı. ÇOCUKLARLA İÇKİLİ ÂLEM... Sinan Y. ve diğer zanlılar suçlamaları reddetti. Ancak kimliği meçhul ihbarcının polise gönderdiği ve Sinan Y. ile diğer şebeke üyelerinin küçük çocuklarla cinsel içerikli görüntülerinin yer aldığı fotoğraflar aksini gösteriyordu. Üstelik görüntülerdeki çocukların çoğu da 18'inden küçüktü. Ulaşılan görüntülerde ayrıca Sinan Y. ve diğer şebeke liderlerinin çocuklarla yaptığı içkili âlemin kareleri de bulunuyor. GECEDE 20 ÇOCUK GELİYORDU İhbarcının polise gönderdiği kanıtlar arasında, gençlerin iç çamaşırlarıyla çekilmiş ve bir kataloga yerleştirilmiş fotoğrafları da bulunuyor. İletişime geçilen, mağdur gençlerden İ.G. çetenin faaliyetleri hakkında önemli açıklamalarda bulundu. İ.G. polisin baskın yaptığı Sinan Y.'nin evine her gece 20 kadar çocuk geldiğini, bu çocukların bedenlerinin satıldığını söyledi. FOTOĞRAFLI KATALOGLA SATIŞ İ.G. eşcinsel olmadığı halde erkeklerle zorla iki kez ilişkiye girmiş bir genç… Onun verdiği bilgiye göre özel seçilmiş çocuklar için gecelik 2 bin TL gibi yüksek bir fuhuş bedeli ödeniyor. Bu çocuklar genelde 'VIP müşterilere' gönderiliyor. Bu gruptaki müşteriler deşifre olmamak için katalogdan seçim yapıyor. Gecede 2 bin liraya pazarlanan çocuklara bile en fazla 100 TL ödeme yapılıyor. Paranın büyük kısmı şebeke liderlerinin cebine gidiyor. Şebekenin kurbanları, genelde evden kaçmış, aileleriyle irtibatı kopmuş çocuklar oluyor. Kayıp çocukların tercih edilmesinin nedeni ailelerinin onları bulamayacak olması. Şebekenin ağına düşen çocuklardan İ.G.'ye göre Sinan Y. ve ekibinin fuhuş organizasyonu, buzdağının yalnızca görünen kısmı. ## Okuyucu Yorumları
325294
haber
Sulh Ceza Hâkimliği böyle buyurdu: Akademisyenlere 'PKK’yla bağlantılı' demek normal!
null
# Sulh Ceza Hâkimliği böyle buyurdu: Akademisyenlere 'PKK’yla bağlantılı' demek normal! ## "Bu bildiri ancak siparişle PKK tarafından yazdırılmak istense bu kadar yazılabilir" Samsun'da "Bu suça ortak olmayacağız" başlıklı bildiriye imza attıkları için haklarında yapılan haberlere kendilerini hedef gösterdiği gerekçesiyle erişim yasağı getirilmesini isteyen akademisyenlerin talebi "PKK ile bağlantılı olduklarının ileri sürülmesi de son derece normal kabul edilmeli" gerekçesiyle reddedildi. Hürriyet gazetesinden **Mesut Hasan Benli** 'nin haberine göre; Samsun 2. Sulh Ceza Hakimliği kararında, 1128 akademisyenin imzaladığı barış bildirisinin "PKK’nın siparişiyle hazırlanan bir bildiri olduğu" öne sürülerek, "Bu haliyle söz konusu haberlerde bu bildiriyi imzalayanların PKK ile bağlantılı olduklarının ileri sürülmesi de son derece normal kabul edilmelidir" görüşüne yer verdi. ### "Hedef gösteriliyoruz" Samsun 19 Mayıs Üniversitesi’nde (OMÜ) görev yapan 7 akademisyen hakkında, isimleri verilerek, "OMÜ’deki Hendekçi Akademisyenler Hakkında Soruşturma açıldı", "PKK’nın OMÜ’lü Hendekçi Akademisyeni ODTÜ Direnişini de İmzalamış", "İşte PKK’nın OMÜ’deki Hendekçi Akademisyenleri", "OMÜ’deki PKK’nın Sözde Barış Akademisyenleri" şeklinde haberler yayınlandı. ### Biden'dan akademisyenlere destek Akademisyenler, kendilerini hedef haline getiren söz konusu haberlere erişim yasağı getirilmesi için Samsun 2. Sulh Ceza Hakimliği’ne başvurdu. Hakimlik, akademisyenlerin erişim yasağı talebini reddetti. Sokağa çıkma yasağının uygulandığı yerlerde devletin PKK’ya yönelik mücadelesinin detaylı bir şekilde anlatıldığı kararda, şu değerlendirmelere yer verildi: "Ülkemizin yüksek öğretim kuramlarında çalışan 1128 akademisyen tarafından sadece devletin suçlandığı, PKK’nın ve terörün hiçbir şekilde kınanmadığı, bahsinin dahi yapılmadığı bir bildiri yayınlanması doğal olarak akıl, vicdan sahibi herkes tarafından tepkiyle karşılanmış, bu konuda haber ve yorumlar yapılmıştır. İçeriğin çıkarılması istenilen haberler de bu minval üzeredir. Bu haberlerde, bildiriye imza atan kişilerin yaşa dışı bölücü terör örgütü PKK ile aralarında bağlantı kurulması talepte bulunanları rahatsız etmekte olup bu kişiler söz konusu bildiride rahatsız oldukları PKK’ya en basit ifadeyle tepki bile göstermişlerdir. ### "PKK tarafından yazdırılmak istense bu kadar yazılabilir" Aralarında bağlantı olmadığını savundukları PKK terör örgütünün yıkıcı, bölücü faaliyetlerinin sonucu olarak bu PKK terör örgütüne karşı yapılan operasyonları eleştirmek, Devleti katliamla suçlamak tam da PKK terör örgütünün istediği şeyi yapmaktır. Bu bildiri ancak siparişle PKK tarafından yazdırılmak istense bu kadar yazılabilir. ### "PKK ile bağlantılı olduklarını söylemek normal" Bu haliyle söz konusu haberlerde bu bildiriyi imzalayanların PKK ile bağlantılı olduklarının ileri sürülmesi de son derece normal kabul edilmelidir. Bu bildiriyi imzalayanlar Devleti katliam yapmakla suçlarken düşünce ve ifade hürriyetine sığınırlarken bu durumu haber yapan, kendilerini rahatsız edici buldukları ithamlarda bulunduklarını ileri sürdükleri basının düşünce ve ifade ile haber verme hürriyetinden rahatsız olmaktadırlar. Fransa’nın başkenti Paris’te Kasım 2015’te yapılan terör eylemleri sonucu Fransa’da 3 ay süreyle OHAL ilan edilmiş ve bu duruma Fransızların bir bildiri yayınlayarak tepki gösterdiklerine dair bir habere rastlanmamıştır. Uygarlığın merkezi kabul edilen Batı’da meydana gelen en ufak bir terör saldırısı sonrası neredeyse bütün özgürlükler kısıtlanırken bu durum normal kabul edilip buna ses çıkarılmazken, ülkemizde yıllardır süren terör saldırılarına karşı Devletin görevini yapması tepkiyle karşılanmakta, Devlet katliamla suçlanmaktadır. Bu bildiriyi imzalayan kişilerin en azından evrensel olan insan hakları bakımından çifte standart içerisinde olmamaları kendi etik değerleri açısından beklenilen bir durumdur." ## Okuyucu Yorumları
213513
haber
Suriye'deki hava saldırısında benzin istasyonu isabet aldı: 54 ölü
null
# Suriye'deki hava saldırısında benzin istasyonu isabet aldı: 54 ölü ## Bölgedeki bazı görgü tanıkları ise ölü sayısını 110 olarak veriyor Suriye'nin kuzeyindeki El Rakka'da düzenlenen hava saldırısında bir benzin istasyonunun isabet aldığı ve en az 54 kişinin öldüğü iddia edildi. Suriye'de muhaliflerin oluşturduğu Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, ülkenin kuzeyindeki El Rakka'da düzenlenen hava saldırısında bir benzin istasyonunun isabet aldığı belirtildi. Saldırıda 54 kişinin öldüğü ve onlarca kişinin yaralandığı belirtiliyor. ## Düşen helikopter yolcu uçağına çarptı Suriye devlet televizyonu ise, başkent Şam yakınlarında düşen askeri helikopterin havada bir yolcu uçağının kuyruğuna çarptığını duyurdu. Televizyon, Şam Havaalanı'na inen uçaktaki 200 yolcudan yaralanan olmadığını açıkladı. Askeri helikopter, Şam'ın banliyösü Duma'nın Tal Kurdi bölgesinde ev eşyası üreten bir fabrika yakınlarına düşmüştü. Duma'daki muhalifler, helikopter düşmeden önce Suriye ordusuna ait MiG savaş uçaklarıyla bazı helikopterlerin bölgede alçak irtifada uçtuklarını ileri sürmüştü. ## Okuyucu Yorumları
186720
haber
Suriye'den Türkiye'ye kataloglu 'gelin ticareti'
null
# Suriye'den Türkiye'ye kataloglu 'gelin ticareti' ## Evlilik simsarları Suriyeli kadınların fotoğraflarıyla hazırladığı katologları Türkiye'de damat adaylarına sunuyor... - A + **T24 -**Evlilik simsarları Suriyeli kadınların fotoğraflarıyla hazırladığı katologları Türkiye'de damat adaylarına sunuyor. Batman Belediyesi nikâh memuru Nuri Turgut'un anlattıklarına göre, Türkiye'den biriyle evlendiğinde 50 bin TL'ye ulaşan düğün takı masrafları bir Suriyeliyle evlendiklerinde 10 bin TL'ye düşüyor. Turgut, "Bazen öyle başvurular oluyor ki damat adayı 70 yaşında gelin adayı 25. Yetkin olsa s..r ederim" dedi.Sabah gazetesinin haberine göre, Suriye ile Türkiye arasında vizenin kalkması, en çok sınır kentlerine yaramıştı. Serbest geçiş hakkıyla hem ticaret olanakları artmış hem de Suriyeli kadınlarla yapılan evlilikler. Öyle ki, özellikle Güneydoğu kentlerinde 50 bin TL'ye mal olan evlilikler, Suriyeli eş alternatifleriyle 10 bin TL'ye inmesi ülkemizi 'Suriyeli gelin' gerçeğiyle tanıştırmıştı. Suriyeli gelinlerle gelinlikler ucuzlamış, çeyiz masrafları yarıya inmiş, başlık paralarıysa yok denecek kadar azalmıştı. Hatta Suriyeli adını taşıyan kuaförler, güzellik salonları bölgenin görmeye alıştığı tabelalar haline gelmişti. O yüzden özellikle ekonomik durumu zayıf olan erkekler ile resmi eşlerinin muvaffakatıyla ikinci kez evlenmek isteyenler, Suriye'nin yolunu tutmuşlardı. Suriye ile Türkiye arasındaki gerilimli ilişkiyi en çok Türkiye'nin sınır kentlerinde yaşayan Suriyeli gelinler endişeyle izliyor. Vize serbestisinden önce ve sonra Türkiyelilerle evlenen Suriyeli yaklaşık 2 bin gelinin gözü, Suriye ve Arap coğrafyasından haber veren televizyonlarda. Ülkelerinden haber alabilmek için; evlerine ikinci çanak antenleri takanlar da Suriye'deki ailelerine devlet tarafından dinlenmelerini önlemek için Türk GSM hatları gönderenler de var. Suriyeli gelinlerin ve eşlerinin iki ülke arasındaki yaşananlara ilişkin duygularını öğrenmek Güneydoğu'nun yolunu tuttuk ve Batman, Silopi, Mardin, Nusaybin ve Kızıltepe'de evlerine konuk olduk. 'Türkiye kurtuluş demek' Batman'a eskiden Muş'tan ithal gelinler getirilirmiş, bir süre Rus, Moldovalı gelinlerle tanıştı kent, şimdi moda Suriyeli gelinler. 2011'in ocak ayından beri 99 kişi Suriyeli kadınlarla resmen evlenmiş, ancak kentte gayrı resmi yani kumalı evlilikler daha yaygın. Çoğunlukla yaşlı erkeklerin yaptığı bu türden evliliklerde, ilk eşlerinden noter tasdikli muvaffakatname almaları gerekiyor. Batman'da sorularımızı yanıtlayan ve ismini açıklamak isteyen bir Suriyeli gelin, Türk dizilerinin Suriyelilerin Batman'a gelmesinde önemli bir etkisi olduğunu söylüyor. Kendisinin aşk evliliği yaptığını, tanıdığı iki gelinin de yine severek Batman'a gelin geldiğini, ancak kuma olarak gelmeyi kabul edenlerin büyük kısmının Suriye'nin yoksul yörelerinden geldiğini ve Batman'a gelmeyi kurtuluş olarak gördüklerini anlatıyor. Batman'a gelen Suriyeli gelinler, daha çok ülkenin Kürt bölgesinde yaşayanlar. Aralarında Batman'daki uzak-yakın akrabalarıyla evlenenler de var. "Üçüncü eş olarak Batman'a gelen Suriyeli Z. kumalığı kabul etme nedenini şöyle anlatıyor: "Açtık, yoksulduk. Şimdi bizim oralar çok karışık, ancak biz Kürtler, Esad döneminde çok zulüm gördük." Mardin'in Suriye'nin Kamışlı şehrine komşu ovada kurulmuş ilçesi Nusaybin'de herkes birbirine bacanak diyor. Çünkü şehrin neredeyse yarısı Suriye'den evli. Düğün salonu işleten Zeyni Öztürk'le konuşuyoruz. Kendisinden 13 yaş küçük eşi Sabah Öztürk'ün akraba ziyareti için Suriye'de olduğunu öğreniyoruz. 15 yıllık evli ve üç çocuğu olan Zeyni Öztürk, eşlerinin Suriye devletinden korktuğunu anlatıyor: "Suriye sözcüğünü bir kez olumlu-olumsuz kullanmak bile kara listeye girmeye yeter. Çünkü bütün gazeteler oraya gidiyor ve hepsi tercüme ediliyor. Bir daha Suriye'ye almayabilirler, oradaki ailesine zarar verebilirler. Özellikle bu son gerilimden sonra bu korku başladı." Akrabalarım ne olacak? Nusaybin'de Adem Çiftsüren (32) - Rose Çiftsüren (26) bir buçuk yıldır evli, bir kızları var. Rose Hanım evlenmeden önce Halep'te oturuyormuş. Rose Çiftsüren "Kalbim burada ama aklım orada" diyor. İki ülke arasındaki sorunların nedenini anlayamadığını, her şeyin durup dururken çıktığını söylüyor ve bugünlerde en çok izlediği televizyonun El Cezire olduğunu anlatıyor. Rose Hanım sözlerini şöyle sürdürüyor: "Oradaki akrabalarım için korkuyorum. Onlar da korkuyor, çünkü hepsinin telefonları dinleniyor. Keşke iki ülkenin ilişkileri eskisi gibi olsa." 'Katologdan beğeniyorlar' Batman Belediyesi nikah memuru Nuri Turgut da en çok yaş farkı olan evliliklere tepkili. "Bazen öyle başvurular oluyor ki damat adayı 70 yaşında, gelin adayı 25. Yetkim olsa, s..r ederim" diyecek kadar öfkeli olan Turgut Suriyeli gelin pazarını şöyle anlatıyor: "Suriyeli kızları getirmek için çalışan evlilik simsarları var. Erkekler için kataloglar oluşturmuş durumda. Bu simsarlar rehberlik yapıyor, yol masraflarını dahi alıyor. Türkiye'den biriyle evlendiğinde 50 bin TL'ye ulaşan düğün, takı masrafları bir Suriyeliyle evlendiklerinde 10 bin TL'ye düşüyor." ## Okuyucu Yorumları
238837
haber
Özgür Suriye Ordusu'nun infaz görüntüleri New York Times'ta
null
# Özgür Suriye Ordusu'nun infaz görüntüleri New York Times'ta ## New York Times gazetesinin eline geçen görüntüler hakkında yazan C. J. Chivers: Görüntüler, Suriye savaşının karanlık tarafını ve muhaliflerin, devirmeye çalıştıkları Esad rejiminin kullandığı vahşi ve acımasız taktikleri benimsediğini ortaya koydu **Çeviri: Kerem Cihan Uluç, Varsan Çekiç** ABD'nin New York Times gazetesi yazarı C. J. Chivers, Suriye'de 2012 yılında çekilen ve Suriyeli muhaliflerin, rejim askerlerini infaz ettiğini gösteren video kayıtının, Batı'yı ikileme düşürdüğünü belirtti. New York Times'ın yayımladığı ve kaynağının önceden muhaliflerin yanında yer almış biri olduğu belirtilen kayıtı, Chivers şöyle açıklıyor: "Suriyeli muhalifler diz çöktürülmüş, yarıçıplak ve korku içindeki esirlerinin başında beklerken poz verdiği görüntüler ortaya çıktı. " Bahsi geçen bu yedi esir Suriye devletinin askerleri. Görüntülerde beş esirin ellerinin bağlandığı ve sırtlarının kırmızı bantlarla işaretlendiği görülüyor. Yayınlanan bu karelerde Suriyeli muhalif liderin bir şiirden alıntı yaptığı sırada, diğerleri esirlerin yüzlerini toprağa bastırdığı göze çarpıyor. Muhalif lider şiirden şöyle bir dörtlük okuyor: "Elli yıldır ahlâksızlığa ve yozlaşmaya ortak oldunuz. Şimdi Allah'a yemin ediyoruz, ant olsun ki intikamımızı alacağız." "Amca" lâkaplı komutan şiiri bitirmesinin ardından ilk esirin sırtına bir kurşun sıkıyor, peşinden de diğer muhalifler kalan esirleri infaz ediyor. Bu kayıt eskiden muhalif kanatta savaşan, ancak daha sonra cinayet ve infazlardan rahatsızlık duyan biri tarafından gizlice Suriye'den kaçırıldı. Görüntüler, Suriye savaşının karanlık tarafını ve muhaliflerin, devirmeye çalıştıkları Esad rejiminin kullandığı vahşi ve acımasız taktikleri benimsediğini ortaya koydu." New York Times yazarı C. J. Chivers ABD'nin, Obama yönetiminin sunduğu, sivillere karşı kimyasal silah kullandıkları için Suriye güçlerine saldırılması teklifini destekleyip desteklememeyi tartışırken, gazetenin yayımladığı kayıtın, Suriye'de eşkiyalar, adam kaçıranlar ve katillerden oluşan çetelerin doldurduğu ve giderek artan kriminal çevrenin varlığına bir kanıt olduğunu belirtti. Chivers ayrıca videonun, Senatör John Mccain'in de dahil olduğu bazı Kongre üyelerinin, muhaliflere daha sağlam askeri destek sağlanması için baskı uygularken, ABD'nin Suriye'de muhalif müttefikler bulmakta yürüttüğü dış politika meselesine de hatırlatıcı bir unsur olduğunu vurguladı. ## Okuyucu Yorumları
89762
haber
SUUDİ ARABİSTAN'IN NÜFUSU 27 MİLYON CİDDE (A.A)
null
# SUUDİ ARABİSTAN'IN NÜFUSU 27 MİLYON CİDDE (A.A) - A + -SUUDİ ARABİSTAN'IN NÜFUSU 27 MİLYON CİDDE (A.A) - 05.08.2010 - Suudi Arabistan'da 27 Nisanda yapılan nüfus sayımının ilk sonuçlarına göre, ülkedeki toplam nüfusun 27 milyon 136 bin 977 olduğu açıklandı. Yeni sayım sonuçlarına göre, toplam nüfusun 18 milyon 707 bin 576'sını Suudi vatandaşlarının oluşturduğu, Suudilerin 9 milyon 527 bin 173'ünün (yüzde 50,9) erkek, 9 milyon 180 bin 403'ünün (yüzde 49,1) kadın olduğu kaydedildi. Bu ülkede yaşayan yabancıların sayısı da 8 milyon 429 bin 151 kişi olarak belirlendi. Bu rakamın 5 milyon 932 bin 974'ünün erkeklerden (yüzde 70,4), 2 milyon 496 bin 427'sinin (yüzde 29,6) ise kadınlardan oluştuğu açıklandı. Suudi Arabistan'da 2004 yılında yapılan nüfus sayımına göre, ülkenin toplam nüfusu 22 milyon 673 bin 538 olarak saptanmıştı. Bu rakamın 6 milyon 144 bin 236'sını yabancılar oluşturuyordu. ## Okuyucu Yorumları
230071
haber
Suudi din polisi uyardı: Twitter bu dünya ve ahiretten uzaklaştırır
null
# Suudi din polisi uyardı: Twitter bu dünya ve ahiretten uzaklaştırır ## Suudi Arabistan yetkilileri, Suudi vatandaşların siyasi ve diğer hassas konuları konuşmak için Twitter'ı kullandıklarından endişelendikleri için Twitter'ın ulusal birliği tehdit ettiğini söylüyorlar Suudi Arabistan din polisinin başındaki kişi vatandaşları, ülkede popülaritesi artan sosyal medya sitesi Twitter'ı kullanmamaları yönünde uyardı.** Şeyh Abdül Latif Abdül Aziz el-Şeyh**, sosyal medya siteleri, özellikle de Twitter'ı kullananların 'bu dünya ve ahiretten uzaklaşacağını' söyledi. Twitter'ı 'platformu olmayanların platformu' olarak tasvir ederken, El-Şeyh'in söyledikleri Suudi vatandaşların siyasi ve diğer hassas konuları konuşmak için Twitter'ı kullandıklarından endişelenen Riyad'ın düşüncelerini yansıtıyor. **BBC** muhabiri **Sebastian Usher** 'ın haberine göre muhafazakâr krallığın Twitter kullanımının en hızlı yaygınlaştığı yer olduğuna inanılıyor Nisan ayındaysa Mekke'de bulunan Mescid-i Haram'ın imamı televizyondan milyonlarca insana yayınlanan vaazında Twitter'ın ulusal birliği tehdit ettiğini söylemişti ## Okuyucu Yorumları
88002
haber
'Taciz nasıl kanıtlanır?'
null
## Aslı Aydıntaşbaş, Milliyet gazetesindeki köşe yazısında Roma Büyükelçisi Ali Yakıtal'a karşı iki diplomat tarafından açılan cinsel taciz davasınından &c **T24- **Aslı Aydıntaşbaş, Milliyet gazetesindeki köşe yazısında Roma Büyükelçisi Ali Yakıtal'a karşı iki diplomat tarafından açılan cinsel taciz davasınından çıkan kararı yazdı. Danıştay 5'inci Dairesi'nin Ali Yakıtal'ı merkeze alma kararını iptal etme gerekçesi olarak "somut biçimde kanıtlamadı, iddianın soyut kaldığı" göstermesini eleştiren Aslı Aydıntaşbaş Danıştay 5'inci Dairesinden çıkan bu gerekçeye karşı 'Taciz Nasıl Kanıtlanır?' başlıklı (29 Temmuz 2010 tarihli) yazısını yazdı: İnanılmaz. Danıştay 5’inci Dairesi, yanında çalıştığı iki diplomata cinsel tacizde bulunduğu gerekçesiyle merkeze çekilen Roma Büyükelçisi Ali Yakıtal’ı aklamış. Nasıl aklamış? Dışişleri Bakanlığı’nın elçiyi merkeze alma kararını iptal etmiş. Başından beri Yakıtal’ın suçsuzluğu tezini işleyen ve buna kanıt olarak da Müjde Ar’ın "Üç gün evinde kaldım, bana dokunmadı valla!" ifadesini manşete çeken Hürriyet gazetesi, Danıştay ara kararını "Büyükelçinin dava zaferi" olarak veriyor. Peki yıllarca kadın hâkimler tarafından yönetildiği için gurur duyduğumuz Danıştay’ın, bu kararda gerekçesi ne? Şimdi sıkı durun. Danıştay 5’inci Dairesi, cinsel taciz olayının "somut biçimde kanıtlanmadığını" ve "şikâyetçinin soyut iddiasından ibaret kaldığını" söylemiş. Pes doğrusu. Cinsel taciz vakaları konusunda en ufak bir bilginiz, azıcık bir duyarlılığınız varsa, işyerinde bir amirin altında çalışan memurlara taciz iddiasında, kadınların ifadelerini ciddiye alır, en azından geri toplumlarda olduğu gibi "Ne alakası varmış canım. Olmaz öyle şey. Kanıtlasınlar görelim" demezsiniz. Merak ediyorum, davayı önümüzdeki ay esastan görüşecek olan mahkeme, Roma’da olduğu iddia edilen taciz vakasıyla ilgili nasıl "somut" deliller görse tatmin olurdu? Büyükelçi’nin kaseti mi? Taciz anında teybe alınmış sözler mi? Yoksa doğrudan bekâret testi mi? İşyerinde cinsel taciz, ender rastlanan ama çalışma hayatını kadınlar için kâbusa çevirebilen bir suçtur. Söz ettiğimiz ufak iltifatlar, hafif flörtler, masumane bir ‘yazılma’ değil: Doğrudan bir amirinin, altında çalışanlardan, rızaları dışında uygunsuz ve cinsel taleplerde bulunması... Bakın ben bu konularda uzaktan yakından "ahlakçı" biri değilim. Nefret ederim insanların özel hayatlarını, duygusal dünyalarını ahlakçı kalıplara sığdırmaya çalışanların iki yüzlülüklerinden. Çapkın erkeklere, rahat kadınlara hiçbir itirazım yok. Sonuçta dünyada isteyen istediğini yapar. İşyerinde ilişki de, evlilik dışı cinsellik de, kadınların ve erkeklerin, kendi arzu ve vicdanının tayin edeceği konulardır. Kanunların değil. Ama ortada "rıza gösteren iki yetişkin" varsa. Oysa Roma olayında iddialar farklı. Taciz olayı ilk patlak verdiğinde konuyu biraz araştırdım; ancak Ali Yakıtal’la tanışıklığım olduğu için, Başbakan’ın dış politika danışmanıyken yurtdışı gezilerinde hep son derece beyefendi tavırlarını takdir ettiğim için, elim varıp yazamadım. Yanlış yapmışım, çünkü bugün gelinen noktada Yakıtal "somut delil yok" diye aklanırken, cesaret gösterip kariyerlerini tehlikeye atma pahasına şikâyette bulunan iki genç kadının "itibarsızlaştırılması" söz konusu. Roma’da şikâyet, bir değil iki diplomattan geldi. İddialar, ilk bakıştan beri inandırıcıydı. (Zaten hiçbir kadın, gerçekten canından bezmemişse, kariyerini zedeleyeceğini bile bile şikâyette bulunup kendini bu cendereye sokmaz.) Giden müfettiş, sadece o iki kadınla değil, Roma Elçiliği’ndeki tüm çalışanlarla yüz yüze mülakatlar yaptı. Sonunda yazılan müfettiş raporunda, iddialar kayda değer bulunduğu için Yakıtal merkeze alındı. Hükümette ve medyada çok güçlü dostları olmasına karşın... Bu satırları yazarken, Büyükelçi Yakıtal suçludur, bu işi yaptı demiyorum. Sonunda olaya mahkeme karar verecek. Elçi, aksi kanıtlanana kadar suçsuzdur tabii. İtiraz ettiğim, Danıştay’ın "cinsel taciz" suçu için koyduğu neredeyse "imkânsız" kriterler. Şunu bilin ki, ağır bir tecavüz vakasından söz etmiyorsak, cinsel taciz kolay kanıtlanmaz. Mağdur olsalar bile kadınlar için utandırıcı, dışlayıcıdır. Kimse kârlı çıkmaz. Ama dünyanın hiçbir medeni ülkesinde de cinsel taciz araştırılırken kriter, "somut delil" olmamıştır. Yakın zaman önce Türkiye’nin önemli gazetelerinden biri, benzer taciz iddialarını ciddiye alıp, söz konusu büroya müfettiş gönderdi. Doğrusu budur. Burada da yapılması gereken, "kadınları cezalandırmak" ya da itibarsızlaştırmak değil, olayı aydınlatmaktır. O yüzden Roma deyip geçmeyin... ## Okuyucu Yorumları
324575
haber
Tahir Elçi'nin kızı Nazenin: Katili bulacağız, adalet yerini bulacak demek çocukluk...
null
# Tahir Elçi'nin kızı Nazenin: Katili bulacağız, adalet yerini bulacak demek çocukluk... ## "Rüyalarımda babam gülümseyip 'Gerçek değildi kızım, burdayım' diyor, bazen de tanımadığım biri annemi ararken 'Astılar onu' diyor" Babalarının kanlı gömleklerini çocuklarına miras bırakabilen bir ülke Türkiye. **Nükhet İpekçi İzet**, babası **Abdi İpekçi** ’nin ölümünden 31 yıl sonra, bugün tutuklu olan **Can Dündar** ’ın televizyon programında kurşunların deldiği, babasının kanının üstünde kuruduğu gömleği gösterirken şöyle sesleniyordu: *"O dönem bir amaca ulaşmak için birtakım kişiler işbirliği yapabilirler. Ama biz hâlâ aynı şeyleri konuşuyorsak, aynı gömlekleri taşıyan birçok çocuk varsa, hatta bazılarına bu verilemiyorsa bizim artık şu kurumun zedelenmesi, bu kurumun itibarının kaybedilmesi... bunları görebilecek hiçbir halimiz yok." * İpekçi bu cümleleri kurduğunda yıl 2010’du. Aradan geçen yaklaşık 6 yılda ecelin değil, siyasetin aldığı canların listesi biraz daha uzadı. Aralarına en son katılan isimlerden biri **Tahir Elçi** oldu. Diyarbakır Barosu Başkanı, insan hakları avukatı, bölgedeki katliamların, faili meçhullerin belgeyicisi ve takipçisi Tahir Elçi, 28 Kasım 2015’te kimin silahından çıktığı hâlâ bulunamayan bir kurşunla ensesinden vuruldu. Bir yanda devlet, bir yanda PKK durdukları noktalardan birbirlerini fail ilan ederken ertesi gün düzenlenen cenaze töreninde Türkiye, Elçi’nin kanlı gömleğinin miras kaldığı ailesiyle tanıştı. Eşi **Türkan Elçi ** "Onu faili meçhul ordusu karşılayacak" dediği mektupla zihinlere kazınırken kızı **Nazenin Elçi** "baba" çığlığını vicdanlara asılı bıraktı. Bugün cinayetin ardından geçen 52. gün. Savcılık henüz kimseyi şüpheli sıfatıyla dinlemedi. Numaralandırılan delillerin neredeyse yarısı toplanamamışken toplanabilenlerin akıbeti sorgulanıyor. Hayat, ölüm haberleri eşliğinde akarken zamanın 28 Kasım’dan sonra Elçi ailesi için nasıl geçtiğini öğrenmek için Nazenin Elçi’yle buluştuk. Robert Kolej’de son sınıfta okuyan Nazenin Elçi, 18 yaşında. Büyüklerin kirlettiği bir dünyada Nazenin'lere düşen bu; 18'inde, sonunda babasını da çalan siyasi cinayetleri konuşmak… **O** günü, öncesini, sonrasını, rüyalarını, kardeşini, Diyarbakır'ını anlatan Nazenin Elçi’ye cevaplamayı arzu etmediği sorular için ısrar etmedik, söyleşi metnine son biçimini vermeyi kendisine bıraktık. Faili meçhul siyasi cinayetlerle annelerin, babaların, eşlerin, evlatların sonsuza kadar yaralandığı memleketin geride bıraktığı hâller için, buyrun. **"Nazenin ismim annemden,** Pahiz adım babamdan" Pahiz adım babamdan" **- Seninle babanı son yolculuğuna uğurlarkenki feryadınla tanıştık. Adını da çığlığınla birlikte öğrendik. Ama şu soruların cevaplarını bilemedik; ne demek Nazenin, hikâyesi ne? ** İsmimi annem koydu, annem edebiyatı çok sever. Nazenin ismi de divan edebiyatında çok geçiyormuş. Bir gün bir şiirde görüp karar vermiş. Farsçadan geliyor, narin yapılı, nazik endamlı demek. İsmimi seviyorum ama ‘narin’ veya ‘kırılgan’ olmak istemem açıkçası. Başka bir adım daha var; **Pahiz**. Kürtçede sonbahar demekmiş. Bu ismimi de babam koydu. **- Tahir Bey’in ölümü ardından anlatılanlardan hem 1998’de, hem 1993’te JİTEM merkezinde işkence gördüğünü öğrendik. Bu anılar sen büyürken duyduğun, evde anlatılan hikâyelerden miydi?** Hayır. Bir yerlerden biliyordum, ama bunu hiçbir zaman evde açıkça konuşmadık. Beni uzak tutmaya çalışıyorlardı. Çok küçükken bir gün babamın bürosunda, kitaplarının arasında bir bilgilendirme kitapçığı görmüştüm, içinde işkence görmüş insanların resimleri vardı. Onu görünce şok olmuştum. Küçüktüm, ama ne olduğunu anlamıştım. O kitabı karıştırdığımı görünce babam çok üzülmüştü. **"Evde anlatılanlar trajik ama başkalarıyla ilgiliydi, acıyı yaşamak ayrı" ** ** - 1992’den itibaren bölgede insan hakları avukatlığı yapan, katliamları, faili meçhulleri ortaya çıkarmaya çalışan bir babanın çocuğu olmak ne demek; büyürken başka nelere tanık oldun?** Annem ve babam her zaman davaları konuşurlardı. Anlatılanlar ne kadar trajik olursa olsun başka hayatlarla ilgiliydi. Bana farkındalık kattı, ama acıyı kendin yaşamakla aynı değil. **- Çocukluğunu da gözümüzde canlandırabilmemiz için anlatır mısın; baban seni nasıl güldürür, nelerle kızdırırdı? ** Annem ve babam, her zaman çok iyi anne ve babalardı. Ben babamı bildim bileli sadece beni mutlu etmeye çalıştı. Her anne baba çocuğunun iyiliğini ister ama onun ekstradan bir çabası vardı. Bana yeni şeyler öğretmek istiyordu, büyümemde yardımcı olacağını düşündüğü her şeyi paylaşmaya çalışıyordu. Örneğin, Türkiye’de olanları anlamak zor, ben sürekli haberleri takip ederdim, anlamadığımda "Peki baba, bu neden oldu" diye sorardım, o da kendi bakış açısından açıklamaya çalışırdı. - **"Sürekli haber takip ediyordum", bölgede yaşamayan akranlarının sık kurmayacağı bir cümle. ** İstanbul’a gelip de Diyarbakır’dan uzak kalmakla ilgili bence. Orada bir şeyler oluyor ve ne olduğunu öğrenmek için haberlere bakıyorum. Mesela, 40’ı aşkın kişinin öldüğü 6-8 Ekim Kobanê olaylarında... O zaman yurtta kalıyordum ve çok farklı bir dünya vardı. Herkes dersleriyle, sosyal hayatlarıyla ilgileniyordu. Ben de bunun parçasıydım. Ama bu durum bana acı geliyordu; insanlar ne olduğunun farkında değildi. Çocukluğumu geçirdiğim sokaklarda insanlar birbirlerini öldürüyordu. İkide bir haberleri açıp ne oldu, ne bitti diye bakıyordum. **- Arkadaşların ne yapıyordu?** Kötü durumda olduğumu görüyorlardı. **- Tepkileri bununla mı sınırlı kalıyordu?** Kişiden kişiye çok değişiyor. Yine ilgilenen var, ama genel olarak orada yaşanan gerçekleri bilmeme hali var. Fakat diğer okullardakine kıyasla bizim okulda insanlar biraz daha ilgili ve duyarlı. **"Her zaman Kürt olduğumu biliyordum" ** ** - Sen Kürt olduğunu ne zaman fark ettin? Bu yüzden ayrımcılığa uğradığın oldu mu? ** Fark etmek gibi bir durum yoktu, her zaman Kürt olduğumu biliyordum. Evet rahatsızlık verici tepkilerle karşılaştım. **- Ne gibi? ** İlk söylediğimde Kürt olduğuma inanmamaları gibi. İnanınca da önyargılı bakışlarla ve sözlerle karşılaştım. **- Nereden geldiğini bildikleri için mi?** Evet. Çoğu zaman şaşırıyorlardı, "Peki nasıl böyle düzgün konuşuyorsun?" diyerek. Ya da onlara benzemem şaşırtmış olmalı. Ama bu tepkileri verenleri hiçbir şekilde suçlamıyorum, böyle görmüşler, duymuşlar. Akıllarına kendisine benzemeyen bir Kürt resmi yerleştirilmeye çalışılmış. Okuldaki arkadaşlarımdan "Aa sen busun!" diye bir tepki hiçbir zaman görmedim, ama şunu gördüm: Bir kopukluk var, birbirimizi tanımıyoruz. O yüzden beni görünce şaşırıyorlar. **"Babam ‘avukatlık tehlikeli’ derken ne demek istediğini onu öldürdüklerinde anladım"** ** - Behice Boran’dan Halil Berktay’a, Abidin Dino’dan Cem Karaca’ya Robert, Türkiye’nin en kalburüstü insanlarının geçtiği eğitim kurumu oldu. Diyarbakırlı bir avukatın kızının kimileri tarafından ‘beyaz Türk ekolü’ olarak da görülen, girmenin muazzam bir başarı istediği Robert Kolej’e sen nasıl girdin? ** Robert’in nasıl bir okul olduğunu biliyorduk. Sizin de söylediğiniz gibi önemli insanların mezun olduğu bu okula gitmemi babam çok istiyordu. Gözümde Türkiye’nin en iyi okuluydu, hâlâ da öyle. Bunun için çok istemiştim oraya girmeyi. Çok seviyorum okulu, iyi ki girmişim. **- Burslu mu girdin, yoksa maddi yükü de var mıydı?** Maddi yükü vardı, ödedi babam. Benim çok istediğimi bildiği için onun için zor olsa da ödedi. **- Hukukçu olmaya ne zaman karar verdin?** 3-4 yıldır istiyordum. **- Bu süreçte Tahir Elçi, mağdurların avukatı olarak AİHM’e taşıdığı 1993’teki Ormaniçi, 1994’teki Kuşkonar, Koçağılı katliamları davalardaki süreci, kazandığındaki hisleri eve nasıl yansıtıyordu?** Ben onun işinin çok zor olduğunu, zorlandığını biliyordum. Bizim yanımıza her geldiğinde çok mutlu oluyordu. Bizim etkilenmemizi istemezdi. Ben ona "Avukat olacağım" dediğimde şaşırdı, durdu, düşündü biraz ve "Yok ya" dedi. Neden diye sorunca, "Çok zor, çok tehlikeli, gerek yok" dedi. **- Seni olumsuzluklardan sakınırken "Avukatlık tehlikeli" demesi senin zihninde nasıl yankılandı?** Haklı olduğunu bilsem de, tam olarak ne demek istediğini onu öldürdüklerinde anladım. Ama fikrim değişmedi, korkmuyorum. **- Tahir Elçi’nin gözaltına alınmasına yol açacak "PKK terör örgütü değildir" dediği CNN Türk’teki programı izlemiş miydin?** Normalde izlerdim. O akşam o programa çıkacağını bilmiyordum. Ertesi gün okulda yanımda oturan arkadaşım Ekşi Sözlük’e bakarken sayfanın solundaki listede babamın adını gördüm. İyi bir şey olsa en çok konuşulanlar arasına girmez diye düşündüğüm için kötü oldum. Açıp okuyunca öğrendim haberi. Sonra aradım, konuştuk. "Böyle bir şey demişsin baba, çok olay olmuş" dedim, o da "Evet, olay oldu da önemli değil" dedi, pişman değildi. **"İyi ki babamın hâkim karşısındaki savunmasını dinledim" ** ** - Gözaltına alındığında neredeydin? ** İstanbul’a getirildiği gün yanındaydım. Baroda gözaltına beklerken telefonda konuştuk, o kadar sakindi ki "Boşver kızım, bir şey olmayacak" dedi. Sabah kalkar kalkmaz Diyarbakır’dan 2 civarı alınıp İstanbul’a getirildiğini okudum. Hemen evden çıktım, Bakırköy Adliyesi’ne gittim. Savcıyla konuşmaları çok uzun sürdü. Savcının hâkime gidip gitmeyeceğine karar vermesi gerekirken Adalet Bakanı (**Kenan İpek** ) daha onlar görüşürken "Tahir Elçi hâkim önüne çıkacak, kararı bekleyelim" dedi. Söylediği komikti çünkü bu kararın ne kadar yukarıdan verildiğini gösteriyordu. Sonra savcının odasından çıktı, beni gördüğünde ilk söylediği şey "Sen neden okula gitmedin?" oldu. Güldüm, "Gelmek istedim baba" dedim. Sonra onu alıp hâkimin yanına götürdüler. Ben de izlemek için ısrar ettim. Ve babamı, hâkim karşısında savunmasını dinledim. Söylediklerinin arkasındaydı, yanlış anlaşılmasına sebep olan o cümleyi hukuki gerekçeleriyle açıkladı. Şimdi diyorum ki iyi ki o gün oraya girip onu dinlemişim. Çünkü o kadar etkilendim ki. Çok kendinden emindi. Duruşu o kadar etkileyiciydi ki... Babama bir kere daha hayran kaldım. **- Tahir Elçi gözaltından çıktan sonraki 31 gününüz nasıl geçti, neler konuştunuz? ** Bir tehlikenin olduğunu biliyordum. O bana "Korkma" diyordu ama sürekli tehditler aldığını biliyordum Twitter’dan. O da söylüyordu ama korkutmamaya çalışıyordu. İçten içe gergin olduğunu düşünüyordum ama bize göstermek istemiyordu. Daha çok annem gergindi. Tedbirli olmaya çalışıyordu. Sürekli dışarı çıkarken "Dikkat et" diyordu. Babam daha rahattı. **"Hâlâ inanmıyorum, bazen telefonu elime alıyorum babamı aramak için..."** ** - 28 Kasım günü haberi nasıl aldın, neredeydin?** Okuldaydım, deneme sınavında. Cumartesi günüydü. Çıkmak istedim. Beni bekleyen bir öğretmen vardı. Seni müdürün odasına götürmem lazım, dedi. Ne oldu diye sordum, "Bir şey yok, öğrenirsin. Benimle gel" dedi. Davranışlarından bir şey olduğunu anladım. Annemi aramayı düşündüm, ama korktum. Nedense babamı aramayı düşünmedim çünkü babama bir şey olduğunu içten içe biliyordum. Sonra telefonu elime aldım, bir sürü kişi aramıştı. Elim haberlere gitti. Nedense haberleri açınca görecekmişim gibi bir his geldi. Açınca siyah ekranın üzerinde "Tahir Elçi öldürüldü" yazıyordu. İnanmadım. Gerisi zaten kötü... Diyarbakır’a geldim. Hâlâ inanmıyorum. O kadar gerçeküstü geliyor ki. Bazen telefonu elime alıyorum babamı aramak için ve arayamayacağımı fark ediyorum, şaşırıyorum. **- Kardeşin nasıl?** Kardeşim hep içine kapanıktı, hiç konuşmuyor, hiçbir şey olmamış gibi davranıyor. **"Videoların hiçbirini izlemedim, ** ** izlemek de istemedim"** ** - 28 Kasım’dan itibaren olay anını gösteren videolar internete düştü. Hiçbirini izleyebildin mi?** Hiçbirini izlemedim, izlemek de istemedim. Hatta bilmiyorum, o videolarda vurulduğu an var mı... Annem de izlememiş. Haberleri okuyorum sadece. Ama ölümünün ertesi günü internette bir fotoğraf gördüm. Babamın suratı, yakından... Kan içindeydi. O fotoğraf sonra kaldırıldı. Onu görünce ilk düşündüğüm "Kardeşim bu fotoğrafı görmemeli" oldu. Hiçbir çocuk babasını bu şekilde görmemeli. Ama sonra öğrendim ki kardeşim zaten görmüş o fotoğrafı. Annem de görmüş. Bana söylememişler. O ne hissediyordur o yaşta bilmiyorum. **"Kaza değil, suikasttı" ** ** - Türkan Elçi ilk konuşmalarında ‘suikast’ dedi, fakat Aralık, 2015’te Amberin Zaman’a "Büyük ihtimalle polis diye düşünüyorum. Kişisel tepki mi, organize mi bilmiyorum. Kaza da olabilir" dedi. Sen ne düşünüyorsun?** Ben şöyle düşünüyorum; bir kaza olduğuna hiçbir zaman inanmadım, inanmıyorum. Kişisel de değildir, organize olduğunu düşünüyorum. Ve ‘neden yapsınlar’ diye sorarsanız da babam her zaman "Barış istiyorum" diyordu. Ve onun gibi düşünen çok fazla insan yoktu. Barış isteyen sadece halk var. Babam da barışı istemeyen, söyledikleri işlerine gelmeyen, sözlerinden rahatsız olanlar tarafından öldürüldü. Suikasttı. **"Katili bulacağız, adalet yerini bulacak ** ** demek çocukluk olur"** ** - Hem Tahir Elçi’nin kızı, hem de hukukçu olmak isteyen Nazenin Elçi olarak, sen soruşturma sürecini ne kadar takip edebildin, soruşturmanın gidişatı olayın aydınlatılması yolunda hukuka dair sana bir ümit veriyor mu?** Hiçbir umudum yok. Kaç gün olmuş hiçbir şey bilmiyoruz ve bilmeyeceğiz. "Katili bulacağız, adalet yerini bulacak" demek saflık, çocukluk olur. **- Bir yandan yıllardır saklanan katliamları belgeyip yargının gündemine sokan bir Tahir Elçi gerçeği varken bunu demene yol açan ne; örneğin Hrant Dink cinayetinin çözülmemesi mi? ** Evet. Umutsuzum çünkü katliamları belgeleyip yargının gündemine getiren bir Tahir Elçi artık yok. Babam gibi cesaretli ve dürüst bir hukukçunun yetişmesi kolay değildir. Bu özelliklere sahip insanların kıymetinin bilinmemesi beni bu noktada üzdü. **"Devlet istemediği sürece bu cinayet çözülmez"** ** - Senin, sizin devletten talebiniz ne? Failin bulunması mı yoksa 80 darbesinden önce öldürülen Savcı Doğan Öz’ün "****Aile olarak hiçbir zaman tetikçinin peşinde koşmadık" diyen ****kızı Bengi Öz’ün dediği gibi ****cinayetin arkasındaki teşkilatın nasıl bir teşkilat olduğunun ortaya çıkması mı? ** Aynen öyle. Tetikçiyi bulmak, kurşunun kimin silahından çıktığını bilmek çok önemli olsa da onu kimlerin yönlendirdiğinin bilinmesi çoğu şeyi çözer. Ama işin arkasında kimin olduğunu ortaya çıkarmak bana imkânsız gibi geliyor. Çünkü devlet istemediği sürece bu cinayet çözülmez. **- Bunları söyleme konumuna getirişmiş bir insan ülkeye dair ne düşünür; örneğin "Türkiye’de doğmasaymışız" aklından geçen cümlelerden biri mi?** Türkiye’nin nefret dolu bir ülke olduğunun hep farkındaydım, ama babam ölene kadar hiçbir zaman başka bir ülkede doğsaydım diye düşünmedim. **"Cenazede bir kız ‘Benim de babamı öldürdüler’ dedi, kendime geldim"** ** - Teselliler işe yarıyor mu yoksa yoruyor mu? ** Çok işe yarıyor. Cenaze töreninde kendimde değildim, yanımdakiler beni uzaklaştırmaya çalışıyor, çekiştiriyordu. Benim gibi ağlayan bir kız o sırada beni durdurup omuzlarımdan tuttu "Benim de babamı öldürdüler" dedi. Sustum, kendime geldim. Acımı paylaşan insanlar var. Babamı hiç tanımamış, ama onu anlamış insanlar var. Onların varlığını bilmek beni rahatlatıyor. Keşke o kıza, bizi anlayanlara teşekkür edebilsem. **- Robert’ten arkadaşlarının "Yanındayız" yazılı bir pankartın arkasında çektirdiği fotoğrafı gördük. Görmediğimiz neler oldu? ** O pankart tamamen arkadaşlarımın fikriymiş. Ben yokken öğrencilerin çıkardığı okul gazetesinin o sayısı babama ithaf edildi. Okul yönetiminin de istediği benim okula geri dönüp normal hayatıma devam etmem. İyiliğim için beni bu konulardan uzaklaştırmak, eski hayatıma geri döndürmek istediler. **- Ne kadar süre sonra okula dönebildin?** Bir hafta sonra dönmemi istediler. Yaklaşık 10 gün sonra döndüm. Ama derslerin hiçbirini dinlemedim, çoğu zaman derslerin yarısında çıktım. Çünkü kalabalık geldi. Orada olmak anlamsız geldi. Ama şu an alıştım. **- Rüyalarında neler oluyor? ** Rüyalarımda hep babamın öldüğü güne geri dönüyorum. Bazen bir yerden çıkıyor ve gülümsüyor, "Gerçek değildi kızım, burdayım" diyor. Başka sürekli gördüğüm bir rüyada da annemi arıyorum evin içinde, sonra tanımadığım biri "Astılar onu" diyor. **"Babamın çantası benim için** yarım kalmışlığın göstergesi" yarım kalmışlığın göstergesi" **- Ölümlerin ardından bazen sevdiklerimizin eşyalarını tutarız; senin öyle bir eşyan oldu mu?** Öldüğünün ertesi günü, o an yanında olan eşyalarını, çantasını getirdiler. Tek başıma odama gittim, çantasını açtım, en son elinde olan çantayı... Ve oradaki her şeye teker teker baktım. Mesela tarağı vardı. Not defteri, kalemi vardı. Onları aldım. Hiç o çantanın içindekileri çıkarmak istemiyorum. Hep orada kalsın istiyorum. İstediğim zaman açıp bakmak istiyorum oraya. Benim için bir yarım kalmışlığın göstergesi çünkü. O da her insan gibi sabah kalkıp çantasını almış ama orada öyle kalmış... Fotoğraflara çok bakıyorum. **- En sevdiğin fotoğrafınız hangisi?** Ölmeden bir hafta önce, bir düğünde çekildiğimiz fotoğrafı çok seviyorum. Başka fotoğraflarımız da var seyahatlerimizden. Biz ailece gezmeyi çok seviyoruz. Tatillerde hep bir yerlere gidip geziyorduk, o yüzden seyahatlerden çok fotoğraflarımız var. **- En çok eğlendiğiniz hangi ülkeydi?** İspanya’ydı. Barcelona’nın eğlenceli bir tarafı var. Biz de şehirde hep yürüdük. Hâlâ oradan fotoğraflar var, kardeşimle babam salıncakta sallanıyor, annem onları sallıyor. Ben de onları çekmiştim. **"Şimdi ne olacak?" ** ** - Şu an hayat senin için, sizin için nasıl devam ediyor? ** Bu benim için farklı, annem için farklı, kardeşim için çok farklı... Ben her ne kadar dediğim gibi günlük işlerimi yapsam da, okula gitsem de gelsem de kafamda sorular var. **- Senin soruların neler?** Şimdi ne olacak? Çünkü ne yapacağımı bilemiyormuş gibi hissediyorum. Her ne kadar 46 gün geçse de babamın öldüğü gerçeğini kavrayabilmiş değilim, tam olarak kabullenemedim. İstanbul’dayken daha rahatım, arkadaşlarım ve okul beni meşgul ediyor. Ama Diyarbakır’dayken aynı değil. Diyarbakır’da bir savaş var ve geçen 2 hafta tatil için oradayken silah sesleriyle uyandım. Ben oradayken geceleri uyuyamıyorum. Çünkü sadece karşıdaki dumanları görüyorum, sadece silah seslerini duyuyorum. Evimiz şehirden biraz uzak olmasına rağmen, aramızdan Dicle geçmesine rağmen her şeyi duyuyordum. Diyarbakır’dayken sürekli bir korku içindeyim. Sürekli annemle kardeşime bir şey olacakmış gibi hissediyorum. Evimize birileri girecekmiş, bir şeyler olacakmış gibi hissediyorum. Birisine zarar gelecekmiş gibi hissediyorum. **"Diyarbakır çok tehlikeli bir yer oldu"** ** - Ailen dışında birilerine zarar geldiğinde ne hissediyorsun? ** Haberlerden okumak çok ayrı, ben de herkes gibi haberlerden okuyordum. Görmüyorsun çünkü orada ne olduğunu. Geçen hafta İstanbul’dan 106 kişinin geldiği barış toplantısına gittim. Annemle **Rakel Dink** konuşma yaptı, onlardan sonra Sur’da yaşayan bir aile çıktı ve oradaki anne herkesin karşısında kızının tişörtünü çıkarıp vücudundaki yaraları gösterdi. Ve o an benim için her şey değişti. O savaş, her ne kadar haberlerden okuyup "Bugün yine insanlar öldü", "O kadın evinde vuruldu", "Şu kız annesinin cenazesini pencereden izledi ama gidip alamadı" haberlerini okuyorsun ama görene kadar anlamıyorsun. O gün o insanların konuşmasını dinleyince daha bir gerçek oldu ve alt üst oldum, Diyarbakır çok tehlikeli bir yer oldu. **- Senin barışa dair bir umudun var mı? ** Umutlu olmak çok zor, ama barışı sürekli umut etmek zorundayız. ## Okuyucu Yorumları
233957
haber
Tanıklar Ahmet Şahbaz'ı yalanladı
null
# Tanıklar Ahmet Şahbaz'ı yalanladı ## Çevik kuvvet Ahmet Şahbaz'ın Ethem Sarısülük'ü öldürmesi ile ilgili savcıya ifade veren tanıklar ' Ahmet Şahbaz göstericilerin arasında kalmadı, onlara saldırmak için ileri atıldı' dediler Ethem Sarısülük'ün polis Ahmet Şahbaz tarafından öldürülmesi sırasında olay yerinde olan 4 kişi, Savcı Veli Dalgalı'ya verdikleri ifadelerde, Ahmet Şahbaz'ın ifadesinde belirttiğinin aksine göstericilerin arasında kalmadığını, göstericilere saldırmak amacıyla ileri atıldığını, silahını ateşlerken hayati bir tehlikede bulunmadığını söylediler. **Bianet** 'ten **Ayça Söylemez** 'in haberine göre, Tanıklardan S.D., olay anında çevik kuvvet polisleri topluca geri çekilirken içlerinden bir polisin ileriye çıktığını anlattı: 'Bir polis ileri hamle yaptı, 5-6 metre mesafedeki yere düşmüş olan göstericiye tekme attı. Daha sonra tabancasını çekip ateş etmeye başladı, 3-4 el ateş etti. Sonra geri dönüp kaçtı. Polis ileri atılmadan önce göstericilerle arasında 10-15 metre mesafe vardı, ateş ettiğinden de 4-5 metre mesafe vardı. Ateş etmesine gerek yoktu' Diğer tanık D.G. kendisinin de eyleme katıldığını, Güvenpark’a gittiği sırada polisin çekildiğini söyledi: 'Polisler parktan çıkmış Milli Müdafaa Caddesi kaldırımı üzerindeydiler. Polis grubunun içinden birden bir polis öne doğru çıktı ve göstericilere doğru koştu. Yerdeki bir göstericiye tekme attı. 10-15 kişilik gösterici grubu da biraz daha arkasında slogan atıyordu, polis silahını çekti ve ateş etti. Sonra da koşarak arkadaşlarının yanına döndü. O polisin neden öne çıktığını anlamadım, arkadaşlarının yanından ayrılıp göstericilere doğru ilerlemesi için bir neden yoktu. Zaten polis çekiliyordu. Tekme attıktan sonra da kaçıp arkadaşlarının yanına dönebilirdi. Silahını çekip ateş etmesine gerek yoktu.' **Polisler hiçbir şey görmemiş!** Tanıklık eden üç ayrı kişi daha olayı bu şekilde anlattı. Oysa polis Şahbaz, 'göstericilerin arasında kaldığını, bu yüzden ateş ettiğini' söylemişti. **'Görmedim ama havaya ateş açtı'** Olayla ilgili ifade veren çevik kuvvet polisleri ise Sarısülük’ün vurulma anını **görmediklerini söylediler**. Ancak buna rağmen ifadesi alınan tüm polisler, 'Olay anında **o yöne bakmadıklarını**, saldıran eylemcilerden kaçmaya çalıştıklarını' söylemelerine rağmen, **Ahmet Şahbaz’ın havaya ateş ettiğine **dair tanıklık ettiler. Ne olmuştu? Taksim’deki Gezi direnişine destek için Ankara'da yapılan eylemde, 1 Haziran günü polisin açtığı ateş sonucu OSTİM işçisi 27 yaşındaki Ethem Sarısülük başından vuruldu. Ağır yaralı olarak Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne kaldırıldı. 6 Haziran’da olay yerinde keşif yapıldı. 10 Haziran’da MOBESE görüntüleri de ortaya çıktı. Videoda çevik kuvvet polisinin kaçarken ateş açtığı, ardından Sarısülük’ün yere yığıldığı görülüyor. Sarısülük’ü vuran silahın Şahbaz’a ait olduğu balistik raporuyla kanıtlandı. Ankara 13. Sulh Ceza Mahkemesi, 'meşru müdafaa sınırında kalması olasılığının varlığı' gerekçesi ile Şahbaz’ın tutuksuz yargılanmasına karar verdi. Karara itiraz edildi. İtiraz reddedildi. Sarısülük’ün vurma anıyla ilgili tanıklık eden Mehmet Can Tayşan hakkında gözaltı kararı çıktı, mahkemede tanıklık için çağrılacak olan Şahin İmga da tutuklandı. Sarısülük’ün kardeşinin eşi ve iki arkadaşı da telefonla tehdit edildi. ## Okuyucu Yorumları
225020
haber
Sığınmaevindeki bir yatakta dört kadın yatıyor!
null
# Sığınmaevindeki bir yatakta dört kadın yatıyor! ## Tuğba Tekerek: İstanbul’da Aile Bakanlığı’na bağlı bir sığınmaevinde üç gece geçirdim. Gördüm ki sığınak sayesinde bazı kadınlar canlarını kurtarabiliyor ama bunun için bir yatakta dört kişi yatmaya mecbur kalıyor Taraf gazetesi yazarı **Tuğba Tekerek**, kadın sığınmaevinde üç gün geçirdi. Tekerek, bir yatakta 4 kadının yattığını gördüğünü söyleyerek, 20 kişilik yerde 66 kişinin kaldığının kendisine söylendiğini belirtti. Tekerek’in Taraf gazetesinde yayımlanan "sığınmaevi" incelemesi şöyle: Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın geçen yıl 8 Mart hediyesi olarak hazırladığı "Ailenin Korunması ve Kadına Şiddetin Önlenmesi Yasası" bir yıldır yürürlükte. Geçen sürede, polislerin eğitileceği, sığınak sayısının artırılacağı, kadınlara destek mekanizmalarının hayata geçirileceği söylendi. Bir yılın ardından karakol ve sığınmaevlerinin durumunu görmek için, şiddet görmüş bir kadın gibi iki karakola başvurdum, İstanbul’da Aile Bakanlığı’na bağlı bir sığınmaevinde üç gece geçirdim. Gördüm ki sığınak sayesinde bazı kadınlar canlarını kurtarabiliyor ama bunun için bir yatakta dört kişi yatmaya mecbur kalıyor. İşte yaşadıklarım: ## ‘Başımı kalorifere çarptı’ 21 Şubat, akşam 6 suları... Kasımpaşa Polis Merkezi’ne doğru yürüyorum. Şiddet görmüş bir kadınım. Beni memleketimden yatalak akrabama bakmak üzere gönderdiler. Ama ben bir "hata" yaptım, "face"ten tanıştığım bir adamla ilişki yaşadım. Adam önceleri iyi gibiydi ama sonra psikopat çıktı. Ayrılmak istediğimi söyleyince şiddetin dozunu iyice artırdı. Geçen akşam kafamı kalorifere çarptı. Sabahtan beri "Seni öldüreceğim, marta çıkmayacaksın" diye mesaj atıyor. Çok korkuyorum, sığınmaevine gitmek istiyorum. ## ‘Hayır, ben evsiz değilim’ Polis merkezinin girişinde bir sürü polis var, ürkerek yaklaşıyorum. Güvenlik kulübesindeki polis, neden sonra yanıma geliyor. Hikâyemi anlatıyorum. "Korkma" diyor "Hiçbir şey yapamaz, dağ başı mı burası, hem hükümetimiz bu konunun üzerinde çok duruyor." Bunlar iyi. Ama ben, o adamın, daha önce koruma kararı çıkartan karısını öldüresiye dövdüğünü, korktuğumu, bu nedenle şikâyetçi olmak istediğimi söyleyince polis bana hayatî bir noktada yanlış bilgi veriyor: "İşlem yapabilmemiz için, mutlaka şikâyetçi olman lazım." Oysa ki düzenlemeye göre, mağdur kadın şiddet gördüğü kişiden şikâyetçi olmasa da sığınmaevine yerleştirilebilir. Ertesi akşam Levent Polis Merkezi’ndeyim. Bu kez başvurumu alıyorlar. Sonra "Bunu Metin Oktay’a götüreceğiz" diyorlar. Metin Oktay ??? Evsizlerin götürüldüğü yer! Polislerden birisi "Ama orayı görüp de 10 dakika sonra kaçmayasın" diyor. Ama kendi aralarında da tartışıyorlar. Biri diyor ki, "Kadına şiddet farklı, evsiz farklı." Bu arada "Seni memleketine gönderelim" de diyorlar. Neyse ki, Aile Bakanlığı’nın şiddetle ilgili "Alo 183" hattını arıyorlar. Oradakiler telefonla hikâyemi dinleyip "Kadın sığınmaevine gidecek" diyor. Oh, sonunda! Polisler bu kez sığınağı arıyor. Bana dönüp "20 kişilik yerde 66 kişi kalıyormuş. İnsanlar yerlerde yatıyormuş. Ona göre!" diyor. ## Belki de battaniye üzerinde Ve sığınmaevi... Avrupa yakasında, polis merkezlerine başvuran bütün şiddet mağduru kadınların getirildiği ilk adım sığınağı. Yer açılırsa, diğer sığınaklara gönderilmek üzere ilk buraya getiriliyorsunuz. İki polis yanımda, nöbetçinin yanına gidiyoruz. Bu görevli de erkek. Odada iki polis bir de 16 yaşında Azeri kız var. Görevli onların önünde başımdan geçenleri anlatmamı istiyor. Bu arada içeri kucağında bebekle bir kadın giriyor: "Ben çıkışımı istiyorum". Görevli "Sen bir saat önce gelmedin mi?" diye sorunca "Evet ama" diyor "Burda kalınmaz. Oturmak için bile yer yok. Çocuğa su istiyorsun, temiz mi değil mi bilmiyorsun." Görevli, bana "Haklı, bir şey diyemiyorsun. Size de söylüyorum, battaniye üzerinde yatabilirsiniz" diyor. ## Biri beyaz diğeri siyah terlik Kadınların olduğu bölüme gidiyoruz. Büyük, demir, koyu gri bir kapı... Biz girince kapıya dönen yüzlerden biri gülümseyip "Hoş geldin" diyor. Kadınlar getirilen çaya üşüşürken, ben girişteki televizyon odasında, boşalan koltuklardan birine oturuyorum. Etrafta bir sürü kadın, ağır bir koku ve ciddi bir gürültü var. Bir de kavga eden, koşturan, ağlayan, oracıkta altı değiştirilen çocuklar. Burası aslında dört oda bir salon, büyük bir ailenin kalabileceği bir ev gibi. Ama o akşam orada 70 kişi var. Kadınların bir kısmı televizyon odasında dip dibe konmuş altı kanepe ve üç koltukta oturuyor - koltuklardan birinin minderi yok. Bir grup kadınsa akşamı banyoda geçiriyor. Banyo penceresinin önünde, kimi oturuyor, kimi ayakta. Orada sigara içiliyor. Banyoya geçtiğimde yorgunluktan çömelince bana ters çevrilmiş bir kova uzatıyorlar, üzerine oturmam için. Görevli oradan oraya koşturuyor, kimi çocuğa bez soruyor, kimi su için bardak. Ben de bir ara boş bulduğumda "Çantamı nereye koyacağım" diyorum. "Yer yok, yanında duracak" diye cevap veriyor. "Peki kıyafet, terlik? Benim hiçbir şeyim yok." "Bizde de yok" diyor görevli. Sonradan görüyorum ki evden gecelikle kaçan burada gece gündüz gecelikle duruyor, sokaktayken adamın elinden kurtulan, o sırada ayağında çizmesi varsa çizmesiyle... Bir kadının ayağında biri beyaz diğeri siyah terlik var. Giden kadınların bıraktıklarından böyle çözümler üretilebiliyor. Ha bir de "Diyanet çözümü" var. Onu sonra anlatacağım.... Görevliye umutsuzca "Banyo için havlu" diye soruyorum. Görevli bana çaresizce bakıyor. Diş fırçasının da burada ultra lüks olduğunu kısa zamanda kavrıyorum. ## Diyanet pasta getiriyor Burası istasyon sığınak. Yani şiddet mağduru kadınlar önce buraya getiriliyor, başka sığınaklarda yer açıldığında oralara naklediliyor. Benimle konuşan görevli "Nakil, hiç belli olmaz, bir ay da sürebilir, daha fazla da" diyor. Kadınların bu süre içerisinde alabildiği tek uzman desteği psikologlarla yapılan görüşme. Psikologlar da her gün yeni gelen bir sürü kadınla görüştüklerinden ayırdıkları süre çok sınırlı oluyor. Ve üç psikolog üç kişiyle aynı anda aynı küçük odanın içinde görüşüyor. Bu sırada mahremiyet için yapabileceğiniz tek şey sesinizi alçaltmak. Psikolog görüşmesinin dışında hiçbir uzman desteği yok. Ne kadınlara hukuki haklarıyla ilgili bilgilendirme, ne şiddetle ilgili bir atölye yapılıyor. Duvarlarda "Kadına şiddete hayır" bile yazmıyor. Sığınmaevindeki tek etkinlik, dinî sohbetler. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan gelen görevliler çarşamba ve perşembe günleri ikişer saat kadınlara kendi pencerelerinden dünyayı anlatıyor. Bu arada kadınların çok ihtiyacı olan ama sığınmaevinde bulunmayan şeyleri yanlarında getiriyorlar. Sığınmaevindeki külot problemi onların müdahalesiyle çözülmüş mesela. Kadınlar din görevlilerinin çok güzel pasta börekler getirdiğini de söylüyor. ## ‘Ağlama oğlum’ Beş aylık Ulaş var gücüyle ağlıyor. Sabahtan beri ateşi var. 19 yaşındaki annesi Arzu, onu ayağında sallayarak uyutmaya çalışıyor. Ama Ulaş uyumak bir yana sakinleşmiyor bile. Ateşi 38.5 derece. Hastaneye götürülüyor. Doktor ilaç yazıyor ama annesinin ilaçların farkını ödeyecek parası yok. Çaresiz dönüyor sığınağa. Ulaş’ı emzirmeye çalışıyor ama bir şey yemediğinden sütü de gelmiyor. Ağlayan oğluna gözleri dolarak çaresizce "Ağlama oğlum" diyebiliyor sadece. Sonra Ulaş’ın ateşi 39.5 dereceye çıkıyor. Tekrar hastaneye gidiyoruz. Bu defa iğne yapıyorlar da çocuk biraz rahatlıyor. Ama ilaçların alınması lazım. Neyse ki, ertesi gün ablasıyla buluşuyor da, o ilaçları alıyor. Arzu’yu kocası ikinci kattan atmış "Allah’tan bir şey olmadı, sadece kolum kırıldı" diye anlatıyor. Kaçarak evlendiği için ailesi ona küs, ablasının babasını ikna etmesini bekliyor, ama "Ben bu çocukla nasıl bekleyeceğim" diyor. Sığınmaevinde pek çok kişi burada kaptığı mikroptan dolayı hasta. Bir gözü şiş ve kapalı kadının, şiddet sonucu değil de sığınakta kaptığı enfeksiyon sonucu böyle olduğunu öğreniyorum. Hasta kadınlara sigortaları varsa hastaneye gidebilecekleri, yoksa pazartesiyi beklemeleri gerektiği söyleniyor. ## Çoraplar arasında uyku Gece saat 12’ye yaklaşırken görevli "Hanımlaaar yatma vakti" diyor. Sıraya girip kullanılmış battaniyelerden birer tane alıyoruz. Görevli, çocukları için de battaniye alanlara "Hanımlar, bir tane... Sonra, gece gelenlere battaniye kalmıyor" diyor. Bir iki çarşaf, kapanın elinde kalıyor. "Nerde yatacağım" diyorum görevliye "Nerde yer bulursan" diyor. Sığınaktaki dört odada dip dibe sıralanmış tek kişilik yataklarda kadınlar genellikle ikişer kişi yatıyor. Çocuklarıyla aynı yatakta üç kişi yatan da var, dört kişi yatan da... Ben ilk iki gece televizyon odasındaki bir çekyatta çocuklu bir kadınla yatıyorum. Çocukların üzerinde tepinmiş olduğu kırlentin üzerine paltomu serip, kendime yastık yapıyorum. Üçüncü gece beraber yattığım kadın hastalanınca, koridorun yanında yere konmuş yataklardan birinde yatıyorum. Burada dip dibe konmuş yedi yataktan adım atacak yer yok. Yatmadan önce "ayaklar battaniyenin altına" deniyor, ayak kokusu yayılmasın diye... Yanımda yatan 50 yaşlarındaki teyze ışık gelmesin diye gözlerini, koku ve mikroptan korunmak için de burnuyla ağzını tülbentlerle bağlamış. Ürkütücü görünüyor. Yatıyoruz, bir süre sonra iki tarafımda bükülen dizlerin arasında benim bacaklarıma yer kalmıyor. Ayağımı uzatabildiğim zamanlarda ayağımın altında bir kadının saçlarını hissediyorum. Kafamı kaldırdığımda ise bir çocuğun çorabıyla burun buruna geliyorum... O gece hiç uyuyamıyorum. Geceleri biz yattıktan sonra da gelenler oluyor. Görevli, onları bir yerlere "tıkıştırıyor." Bazı kadınlar ise koltukta oturur vaziyette uyuyor. Onlar genellikle bir sonraki gün gidiyor. İki haftadır burada olanlardan Muazzez "Siz şanslısınız, ben ilk gece betonda battaniyenin üzerinde yatmıştım" diyor. Şubat ayının ortalarında sığınakta yaklaşık 100 kişinin kaldığını ve battaniye üzerinde yatıldığını, o dönemde burada kalan başka pek çok kadından da duyuyorum. ## Tuvaletten sonra el yıkayamadık Sığınakta ciddi bir hijyen problemi var. Tuvalette, tuvalet kâğıdı yok. Benim orada kaldığım üç akşam da sular kesildi. İlk ikisinde yaklaşık iki-üç saat, üçüncüsünde ise sabaha kadar. Üçüncü akşam sıvı sabun da bitti. Sabahleyin tuvaletler çok fena kokarken, yetmiş kadın ve çocuk, pek çoğumuz tuvaletten sonra ellerini yıkayamamış halde uyandık. ## İş görüşmesine gidecek, yol parası yok Çiğdem "cinnet geçirip" televizyonu parçalayan kocası bir ara evden çıkınca kendini evden dışarı atmış. Gece 12’de karşı yakadan buraya taksiyle gelmiş. Bindiği taksiye parasının olmadığını söylememiş. Sığınaktakiler kefil olmuş, burada kalan kadınlara üç ayda bir verilen 100 lira yardımı alınca 65 lirasını taksiciye verecek. Geriye kalan 35 lirayı da "bozdurup bozdurup harcayacak." Kadınlar üç öğün yemeklerini sığınakta yiyor. Ama iş görüşmesine giderken yol parası büyük mesele. Bir kadın işe kabul edilmiş ama "Gelemiyorum, yol paramı siz karşılayın sonra maaşımdan kesin" diyerek telefonda işvereniyle çözüm üretmeye çalışıyor. Kimi kadınlar da "otobüs şoföründen rica etsem ne der acaba" diyor. ## Her şeye rağmen Üç uykusuz gecenin ardından, dizlerim dermansız, bademciklerim şiş şekilde ayrılıyorum sığınaktan. Bu süreçte "Sığınağa gelmesem beni öldürecekti" diyen kadınların çaresizce kocalarına döndüğünü görüyorum. Hele çocuklu olana, "Ne yapacaksın" diye sormaya utanıyorum. Çünkü seçenekleri ya şiddet ya da çocukların hastalıktan kırıldığı bu sığınmaevi... Öte yandan her şeye rağmen sığınağın bazı kadınları ölümden kurtardığını, yeni bir hayata kapı araladığını görüyorum. Bazı kadınlar "Yıllardır ilk kez dayak korkusu olmadan rahat uyudum" diyor. Ama bu uyku için devletin de bir yatağı esirgememesi gerekiyor. *** Haberde, sığınmaevinde kalan kadınların, kimliklerinin açığa çıkmaması için, isimleri ve şiddet hikâyelerinin bir bölümü değiştirilmiştir. ## Okuyucu Yorumları
59629
haber
Tasfiyesi istenen Tarım Kredi, şimdi 'holding' oluyor
null
# Tasfiyesi istenen Tarım Kredi, şimdi 'holding' oluyor ## Dünya Bankası'nın 7-8 yıl önce tasfiyesini önerdiği tarım kredi kooperatifleri, 19 iştiraki ile şimdi "tarım holdingi" olma yolunda. **Fazla istihdam ve kredi alacaklarının tahsil edilememesi nedeniyle Dünya Bankası'nın 7-8 yıl önce tasfiyesini önerdiği tarım kredi kooperatifleri, 19 iştiraki ile şimdi "tarım holdingi" olma yolunda.** GÜBRETAŞ aracılığı ile İran'da fabrika alan, deniz taşımacılığına başlayan Türkiye Tarım Kredi Kooperatifleri Merkez Birliği (TTKKMB), şimdi Suudi Arabistan şirketi ile birlikte özelleştirilecek şeker fabrikalarına talip olacak. Özellikle 1990'lı yıllarda, tarım destekleri ve tarımsal kooperatiflerin "kara delik" olarak nitelendirildiği dönemde, Dünya Bankası'nın da öneriler doğrultusunda, tarım satış kooperatifleri yanında tarım kredi kooperatiflerinin de yeniden yapılandırılması için program uygulanmıştı. Dünya Bankası'nın yaptığı tespitlerden sonra, tarım kredi kooperatiflerinde, "kamu müdahalesinden arındırmaya ve etkin çalıştırmaya yönelik" yeniden yapılandırma operasyonu başlatılmıştı. TTKKMB'de verimsiz işletmelerin tasfiyesi, zarardaki kooperatiflerin kapatılması ve fazla istihdamın azaltılmasını içeren operasyon 2004 yılında tamamlandı. Tespitlere göre, 2003 yılı itibariyle çiftçilere ucuz kredi sağlanamazken, çok sayıda kooperatif borçları dolayısıyla tasfiye tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyordu. Ziraat Bankası'na olan kayıtlı borç tutarı 400 milyon lira, ortaklardan alacakları da 1 milyar 763 milyon lira düzeyindeydi. Ziraat Bankası'nın 2001-2002 döneminden sonra tarım krediye yeni plasman sağlamaması nedeniyle, sistem krediler yeniden yapılandırılması şeklinde işlerken, 835 milyon lira olarak gözüken kooperatiflerin öz kaynaklarının çok büyük bir bölümü tahsil edilmemiş ve "faizle şişirilmiş" durumdaydı. TTKKMB, 2003 yılında, 16 bölge birliği, ülke genelinde 2 bin 281 kooperatif ile faaliyet gösterirken, 12 milyonu aktif olmak üzere 1 milyon 557 bin ortağa hizmet veriyordu, 560'ı merkezde olmak üzere 7 bin 327 çalışanı bulunuyordu. Dünya Bankası'nın TTKKMB hakkında hazırladığı raporda, birliğe bağlı bin kooperatifin kapatılması gerektiği, 3 binden fazla "fazla istihdam" olduğu belirtilmişti. Mevcut 30 iştirakten bir bölümü zararla faaliyetini yürütüyor,her yıl artan zararlar, TTKKMB'nin sermaye aktarımları ile finanse ediliyordu. Siyasi nedenlerle, sadece 4-5 köye hitap eden, 3-4 km aralıklarla açılan kooperatiflerin çoğu zarardaydı. Tarımsal girdi satışlarında TTKK'nin pazar payı daralırken takipteki krediler hızla artıyordu. Yeniden yapılanma çalışmaları sırasında aktif olmayan, siyasi nedenlerle ve istihdam sağlamak üzere açılan, birbirine çok yakın kooperatifler kapatılırken, şimdiye kadar yaklaşık 3 bin 700 kişi yasal hakları verilerek emekli edildi. TTKKMB Genel Müdürü Bedrettin Yıldırım, yaptığı değerlendirmede, yeniden yapılandırmadan önce 1,6 milyon adet sorunlu dosyalarının bulunduğunu, yeniden yapılandırma ve çıkarılan kanunlarla getirilen kolaylıklar sonucunda sorunlu dosya sayısının 50 bine düştüğünü bildirdi. Yıldırım, kredilerdeki artışa dikkati çekerken, 2003 yılında 300 milyon lira olan kredi hacminin bu yıl 2,3 milyar liraya yükseldiğini açıkladı ve "Özel bankalar nezdinde 450-480 milyon lira kredi hattımız var, istersek bu kadar parayı hemen yarın kullanabiliriz" dedi. Tarım kredi kooperatiflerinin yeniden yapılandırılması ve şimdiki çalışmaları sırasında siyasetin, hükümetin kendilerine yardımcı olduğunu vurgulayan Yıldırım, şöyle konuştu: "Önceden, seçim, genel kurul dönemlerinde tarım krediye eleman alınacağı zaman, (şu kadar adam alalım) derlermiş ve üst yöneticiler bu sayıyı aralarında paylaşırlarmış. Hiç niteliğine bakmadan adam alınırmış. Ben kuruma başladığımda, kurumda ilkokul mezunlarının oranı yüzde 10, lise mezunlarının oranı yüzde 70-80 düzeyindeydi. Eleman sayısı 7 binin üzerindeydi. 3 bin 500 kişiyi emekli ettik. Şimdi kalifiye eleman alıyoruz. 750'si ziraat mühendisi, toplam 1500 üniversite mezunu eleman aldık. Çalışmalarımız sırasında siyaset, hükümet bize destek oldu. İşimize karışmadı. Kredilerin yeniden yapılandırılması, kooperatiflerin yasal durumu için 3 kanun çıkardı. 34 yıllık bürokratım. Bürokratlar hiç bir dönemde, bu kadar rahat çalışmadı. Siyaset bize destek oldu. Bunu çok net söylüyorum." Bugün itibariyle kooperatiflerde, bin 97 ziraat mühendisi olmak üzere toplam 5 bin 559 kişi çalışıyor. 19 iştirak, 6,5 milyar lira ciro Halen TTKKMB'ne bağlı 16 bölge birliği, bunlara üye 1851 tarım kredi kooperatifi bulunuyor. Ayrıca 64 ek hizmet bürosu ile 31 bin 650 yerleşim biriminde 1 milyon 320 bin çiftçi ortağının her türlü tarımsal girdi ihtiyacını karşılıyor. TTKKMB, yem sektöründe 10, gübre sektöründe 1, gıda sektöründe 3, pazarlama ve hizmet sektöründe 3, plastik sektöründe 2, tarım alet ve makine sektöründe 1, tarımsal ilaç sektöründe 1 tane olmak üzere toplam 19 şirkette yüzde 50 ve daha fazla oranda pay sahibi. En büyük iştirak durumundaki GÜBRETAŞ, geçen yıl yaklaşık 1 milyar 412 milyon liralık net satışla Türkiye;nin en büyük 500 şirketi listesinde 43. oldu. İran'ın özelleştirme kapsamında satışa çıkardığı 4,3 milyon ton yıllık üretim kapasiteli Razi Petrochemical tesisini geçen yıl Şubat'ta 685 milyon dolar bedelle satın alan Gübretaş, Türkiye'nin gübre üretiminin yüzde 25'ini karşılıyor. Ayrıca sıvı ve toz gübre üretimine de bu yıl başlandı. GÜBRETAŞ, 2 bin 700 bayisiyle iş birliği yaparak tarım ilacı sektöründe 5 yıl içerisinde yüzde 10 pazar payına ulaşmayı hedefliyor. GÜBRETAŞ ayrıca, şeker fabrikaları için oluşturulan konsorsiyumda bulunan Nesma Holding ile kurduğu deniz taşımacılığı şirketi NEGMAR Denizcilik Yatırım AŞ aracılığı ile 2 gemi satın alarak, lojistik sektöründe faaliyet gösteriyor. Toros Gübre'deki yüzde 15 hisse ile özelleştirme kapsamında alınan Güven Sigortanın oldukça iyi bedeller karşılığı satıldığı belirtilirken, zarar eden iştiraklerin tamamına yakınının kar eder hale getirildiği vurgulandı. İştiraklerin işlem hacminin 6,5 milyar liraya ulaştığı kaydedildi. TKKMB, önceden sigorta şirketi sahibi iken, Groupama'ya satılan ve adı değişen Güven Sigorta'nın acentalığını sürdürüyor. Bu yıl, 23 milyon lira tutarında 110 binden fazla poliçe düzenlendi. Şeker fabrikaları için ortak teklif verilecek TTKKMB, Türkiye;de özelleştirmeye açılan Kastamonu, Kırşehir, Yozgat, Turhal, Çorum ve Çarşamba;da bulunan şeker fabrikalarına Suudi Arabistan'ın önde gelen iki şirketi ile oluşturulan konsorsiyumla teklif vermeye hazırlanıyor. Bu amaçla oluşturulan konsorsiyumda TTKKMB'nin yüzde 40, Savola Group'un yüzde 40 ve Nesma Holding;in de yüzde 20 pay sahibi olacak. TTKKMB Genel Müdürü Bedrettin Yıldırım, özellikle Savola Group;un etkin bir şeker ve yağ üreticisi olduğunu belirterek, "Oluşturulan konsorsiyumun en büyük avantajı Savola gibi işi çok iyi bilen bir kuruluşu içinde barındırması. İhaleyi almamız halinde Türkiye;de pancar üretimini sürdüreceğiz ve pancar üreticisi mağdur olmayacak. Daha çok pancar üretip işleyerek şekerimizi ihraç edecek, emsalleriyle Orta Doğuda rekabet edebilecek konuma gelmeyi hedefliyoruz. Türkiye;de şeker fabrikaları özelleştiğinde, üretici de tüketici de kazançlı çıkacak" dedi. Verilen bilgiye göre, Suudi Arabistan'ın önde gelen endüstri şirketlerinden biri olan Savola Group, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve diğer bazı ülkelerde faaliyet gösteriyor. 1970;li yılların sonuna doğru kurulduğunda 10,7 milyon dolarlık sermaye ile başlayan şirket, daha sonra sermayesini 1,3 milyar dolara, cirosunu da 4 milyar dolara çıkardı. Savola Grup, Suudi Arabistan Krallığı'nın yenilebilir yağ pazarının yüzde 62'sini ve şeker pazarının yüzde 68'ini, İran ve Mısır yenilebilir yağ pazarının yüzde 40'ını, Mısır;daki şeker pazarının yüzde 20;sini elinde tutuyor. Ayrıca, Fas, Cezayir, Sudan ve Kazakistan;da da endüstriyel faaliyetleri bulunan Savola Grubu'nun Suudi Arabistan'da 112 adet perakende satış noktası ve Körfez ülkelerinde de satış noktaları var. Savola'nın yatırımları arasında Al Marai Süt Ürünleri Şirketi (yüzde 28) ve Herfy Foods Company (yüzde 70) sayılıyor. Savola, 2007 yılının Kasım ayında Türk şirketi Yudum Gıda;yı National Bank of Kuwait;ten 53,3 milyon dolara satın almıştı. NESMA Holding ise 1979'daki kuruluşundan itibaren genişledi ve halen bir çok ülkede reklamcılık ve pazar araştırmaları, elektronik ve ev teknolojileri, mühendislik ve inşaat, moda ürün ve aksesuarları, gıda ürünleri, nakliye, lojistik ve otelcilik alanlarında faaliyet gösteriyor. Merkez yönetim binası Cidde'de olan firmanın Suudi Arabistan'ın tüm önde gelen yerleşim merkezlerinde şubeleri var. Bedrettin Yıldırım, ortaklarının bir bölümünün şeker pancarı üretiminde bulunduğuna işaret ederek, "Biz her halukarda bu sektöre girmeyi istiyorduk" dedi. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, bu şeker fabrikaları için 19 Kasım'da teklif alınacak. Kullandırılan kredi, 2,3 milyar liraya ulaşacak Verilen bilgiye göre, 2004 yılında 907 milyon lira olan TTKKMB'nin kullandırdığı kredi miktarı, geçen yıl 1 milyar 880 milyon liraya yükseldi. Bu yıl Eylül itibariyle 1 milyar lira yeni kredi kullandırıldı ve yıl sonu itibariyle 2,3 milyar liraya ulaşması hedefleniyor. Faiz oranları, yüzde 6-11, 25 arasında değişiyor. Kredi bakiyesi 2,4 milyar liraya ulaşırken, kullandırılan kredilerin yüzde 20;si yabancı kaynaklardan yüzde 80;i ise öz kaynaklardan finanse edildi. TTKKMB Genel Müdürü Yıldırım, "2010'da çiftçiden gelen hiç bir nakdi ve ayni kredi talebini geri çevirmeyeceğiz. Hepsini karşılayacağız. Allah bereketini veriyor" diye konuştu. Birlik, 2004 yılından bu yana 6 milyar 452 milyon lira düşük faizli kredi kullandırıldı. TTKKM, 5330 sayılı Kanun çerçevesinde Ziraat Bankası;nın yanı sıra İş Bankası, Vakıfbank, Halk Bankası, Tekfenbank, Şekerbank, Türk Finans Kurumu gibi özel banka ve finans kuruluşlarından da 2005 yılında 194 milyon lira, 2006 yılında 410 milyon lira, 2007 yılında 795 milyon lira, 2008 yılında 1 milyar 15 milyon lira, bu yıl Ekim ayı itibariyle de 342 milyon lira kredi kullandı. Özel banka ve finans kurumları tarafından TKKMB'ye tahsis edilen kredi limiti 480 milyon lira. TTKKMB tarafından da 2005 yılından bu yana özel banka ve finans kurumlarında, toplamda 2 milyar 755 milyon TL tutarında kredi işlemi yapıldı. Tarım kredi kooperatiflerinin 2002 yılında ortaklara kullandırdığı kredi limiti 3 bin lira iken bugün kooperatif yetkisinde 20 bin liraya, bölge birliği onayı ile 60 bin liraya ve Merkez Birliği onayı ile 100 bin liraya kadar kredi kullandırma imkanı bulunuyor. Ayrıca, üreticinin BAŞAKKART ile akaryakıt ve motorin ihtiyaçlarının 6 ay vadeli ve 0 faizli olarak karşılanması sağlandı. Önceden sadece Ziraat Bankası'nca kullandırılan sıfır faizli 3 yıl vadeli yağmurlama ve damlama sulama kredileri, bu yıldan itibaren TTKKMB aracılığıyla da kullandırıyor. Üreticiden tüketiciye doğrudan satış Üreticiden tüketiciye doğrudan satışı teminen 2004 yılından bu yana 217 kooperatife üretici birliği belgesi alındı. 2008 yılında 2 bin 600 ton havuç, biber, domates, kiraz, karpuz, vişne vb yaş meyve ve sebzenin yurt içi ve yurt dışı büyük marketlere satışı gerçekleştirildi. Ayrıca ortaklardan arpa, buğday, çeltik, çavdar, tiritikale, dane ve silajlık mısır, kuru fasulye, nohut, ayçiçeği, zeytin vb. ürünler alınarak, kurum tesislerinde işleniyor ve üreticiye satılıyor. Geçen yıl bu kapsamda 143 bin 753 ton ürün işlendi. Kurumun 12 bölge birliğinde ortak üreticilerle sözleşmeli hububat tohumluğu üretimi yapılıyor. Geçen yıl 19 bin 539 ton tohumluk üretildi. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın desteğinde, TTKKMB'nin koordinasyonunda, Et ve Balık Kurumu Genel Müdürlüğü, Ziraat Bankası'nın katılımıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde 28 ilde, 2007'de 10 yıl süreli TAR-ET projesi başlatıldı. Proje kapsamında, 190 kilogram ve üzeri karkas ağırlığına ulaşmış erkek sığır karkas ağırlığına her kilogram için 1,5 lira et destekleme primi ödeniyor. Hayvan başına ortalama karkas ağırlığı 270 kg'a ulaşırken, bu yıl 609 üretici ile 22 bin 364 baş erkek besi sığırı için sözleşme imzalandı. Besi ve hayvan materyalinde verimliliği yükseltmek için Tareks AŞ, Trakya Bölgesi ile Erzurum'da suni tohumlama merkezleri kurdu. Trakya'da Eylül itibariyle 14 bin 966 büyükbaş hayvana suni tohumlama yapılırken, Erzurum'daki faaliyetler geçen yıl durduruldu. Kurum, ortaklarına, geçen yıl 6 bin 393 büyükbaş, 8 bin 300 küçükbaş hayvan dağıttı. Hububat üreticilerine destekleme primi de TTKKMB aracılığı ile ödeniyor. Her yıl ortalama 550 bin üreticiye yaklaşık 538 milyon lira hububat destekleme primi ödeniyor. TTKKMB'nin iştiraki olan Başak Yem AŞ bünyesinde Yozgat-Boğazlıyan'da 2 bin 500 hayvan kapasiteli, TÜrkiye'nin 3. büyük damızlık gebe düve ve süt üretim çiftliği kuruldu. Buraya geçen yıl Mayıs'ta Avustralya;dan 259 baş Holstein Friesian cinsi damızlık süt sığırı ithal edildi. Aksaray'da kurulan Plastik ve Damla Sulama Sistemleri Sanayi ve Ticaret A.Ş'nin yıl sonuna kadar hizmete geçirilmesi planlanıyor. Manisa'da bulunan ve Türkiye;nin ilk zirai ilaç üreticilerinden Kimyagerler şirketini 2,5 milyon dolara alan TTKMB; burada önemli revizyon yatırımları yaparak üretime başlıyor.Sermayesinin tamamı TTKKMB'ye ait olan TAREKS, çok sayıda ürünün sertifikalı tohumluğunu satıyor. Firma, hibrit mısır tohumu konusunda Hırvatistan;ın Tarımsal Araştırma Enstitüsü Osijek işbirliği yapıyor. Antalya'da bulunan ve sera malzemeleri üreten iştiraklerden İmece Plastik A.Ş, 15 milyon liralık yatırımla yenilendi ve Nisan ayında üretime geçecek. TKKMB'nin toplam tutarı 20 milyon 215 bin lira olan 52 projesine, devlet ve AB kaynaklarından 9,5 milyon liralık hibe destek sağlandı. TTKKMB'nin iştirakleri şöyle Gübre Fabrikaları Türü AŞ (GÜBRETAŞ), TAREKS Tarım Ürünleri Araç Gereç İth. İhr. ve Tic. AŞ, Elit Gıda Hayvan Tarım Petrol Ür. Depolama Danışma İth. İhr. San. Tic. AŞ, Bafay Yağ Un Gıda Tarım ve Makinaları Gübre Sanayi Tic. AŞ, İmece Prefabrik Yapı Tarım Mak. Tem. ve Güven Hiz. San. ve Tic. AŞ Tarnet Tarım Kredi Bilişim ve İletişim Hizmetleri San. ve Tic. AŞ İmece Plastik Sanayi ve Ticaret AŞ Poyraz Gıda Tarım Hayvancılık San. ve Tic. AŞ Sakarya Zirai Ürünler Yem Hayvancılık Zirai İlaç Zirai Alet İth. Spaz. San. ve Tic. AŞ Başak Yem San. Gıd. Tarım Hay. Tur. ve Paz. San. Tic. AŞ Denizli Yem Sanayii Tic. AŞ Bigadiç Yem Sanayi ve Tic. AŞ İmece Yem Hayvan Teknik Pers. İnsan Kay. ve Temizlik Hiz. San ve Tic. AŞ Trakya Yem ve Yağ San. Tic. AŞ Altınova Yem Hayvancılık Un San. ve Tic. AŞ Tes Tarım Hayvancılık Gıda Tekstil Otomotiv Taşıma Turizm İnş. Madencilik San. ve Tic. AŞ ## Okuyucu Yorumları
259600
haber
Tekmeci müşavir Başbakanlık'taki görevine devam ediyor
null
# Tekmeci müşavir Başbakanlık'taki görevine devam ediyor ## Kamuda Başbakanlık Özel Kalem Müdür Yardımcılığı şeklinde bir kadro bulunmadığı öğrenildi 301 işçinin yaşamını yitirdiği Soma'da madenciye attığı tekme olayıyla gündeme gelen Başbakanlık Müşaviri **Yusuf Yerkel** 'in görevden alınması iddiasıyla ilgili önemli bilgilere ulaşıldı. Kamuda Başbakanlık Özel Kalem Müdür Yardımcılığı şeklinde bir kadro bulunmadığı öğrenildi. Yerkel'in kadrosunun Başbakanlık Müşaviri olduğu ve bu kadroyu koruduğu ifade edildi. Yerkel'in ayrıca Başbakan **Tayyip Erdoğan** 'ın gezilerine katılmaması yönünde karar alınarak Başbakanlık'taki kadrosunun korunduğu anlaşıldı. Yerkel'in, Somalı madenci **Erdal Kocabıyık** 'ı Özel Harekat polislerinin etkisiz hale getirmesinin ardından yerde yatarken tekmelemesi sonrası yeni kamera görüntüleri ortaya çıkmış ve olayın Başbakan'ın Siyasi Başdanışmanı **Yalçın Akdoğan** ve AKP Sözcüsü ** Hüseyin Çelik** tarafından "kendisine müdahalede bulunulması sonrası tekme attığının" savunulması şeklinde olmadığı anlaşılmıştı. Yerkel'in 21 Mayıs itibariyle 3 yıldır yürütmekte olduğu 'Başbakanlık Özel Kalem Müdür Yardımcılığı' görevinden alındığı şeklinde haberler yapıldı. Yerkel'in bir başka göreve kaydırılacağı ve artık Başbakan Özel Kalem Müdür Yardımcısı olarak çalışmayacağı belirtildi. Gerçek ise olayın gündemdeki yerini kaybetmesinin ardından ortaya çıktı. Kamuda 'Özel Kalem Müdür Yardımcılığı' diye bir kadro bulunmazken, Yerkel'in olmayan bir kadrodan alınmış gibi gösterildiği anlaşıldı. Türkiye'nin gündemine oturan ve yabancı basında da geniş bir şekilde yer bulan tekme olayı nedeniyle hükümetin yıpratılmaması amacıyla Yerkel'in kamu hiyerarşisinde hiç bulunmayan bir görevden alınmış gibi yapılarak Başbakanlık Müşavirliği görevine devam etmesinin sağlandığı öğrenildi. ## Okuyucu Yorumları
173977
haber
Teknoloji harikası "Çocuk Müzesi" açıldı ANKARA (A.A)
null
# Teknoloji harikası "Çocuk Müzesi" açıldı ANKARA (A.A) - A + -Teknoloji harikası "Çocuk Müzesi" açıldı ANKARA (A.A) - 10.10.2011 - Fransa'daki örneklerinden uyarlanan ve 16 profesör tarafından çocukların gelişimine oyun mucizesiyle katkı vermeyi amaçlayan ''Çocuk Müzesi'' Ankara'da açıldı. Teknolojinin tüm imkanlarının kullanıldığı ve 25 ayrı senaryoyu barındıran müzede, çocuklar şantiye alanında duvar örüyor, aslına uygun TV stüdyosunda HD kameralarla program çekiyor, akustik odada çığlık atıp, playback stüdyosunda şarkıcı, hastanede doktor olabiliyor; arkeolojik kazı yapıp, dijital oyunları kendi vücutlarıyla oynayabiliyor. 4-12 yaş grubuna hitap eden müze, engelli çocuklar için de özel olarak tasarlandı. Free Kidzz Çocuk Müzesi İşletme Müdürü Eğitim Uzmanı Yeşim Kanlıoğlu, 25 ayrı aktiviteyi bünyesinde toplayan müzenin Fransa'nın eğitim modelini temel aldığını ve 16 ayrı profesör tarafından hazırlanan eğitim programıyla ve ileri teknolojik donanımıyla özel olarak tasarlandığını anlattı. -Türkiye'nin tek Çocuk Müzesi- Müzenin 25 ayrı senaryosuyla dünyanın ikinci, Türkiye'nin ise tek çocuk müzesi olduğunu söyleyen Kanlıoğlu, bu senaryoların 1 saat süresince rehber öğretmenler eşliğinde çocuklara oyun mucizesiyle öğretildiğini dile getirdi. Çocukların müzeyi ziyaretleri boyunca sadece senaryo mekanlarında beş duyularını kullanarak oyun oynadıklarını, öğrendiklerinin farkına varmadan istenen mesajları aldıklarını dile getiren Kanlıoğlu, böylece çocuklara neredeyse 1,5 yılda öğretilecek konuların bu kısa süre içinde öğretilebildiğini ifade etti. ''Burası dışa dönük bir müze. Çocuk, gördüğü her şeye dokunuyor, hissediyor ve algılıyor'' diye konuşan Kanlıoğlu, ''Müze, çocuğun kendini oyunda keşfetmesini sağlıyor. O yaş grubuna ilişkin müfredat desteğiyle soyut konuları somutlaştırıyor'' dedi. -''Müze deyince akla ne gelir?''- Kanlıoğlu, müze denildiğinde akıllara öncelikle çocukluğa ait objelerin, oyuncakların, giysilerin sergilendiği ve bunlara sadece camların arkasından bakılabilen mekanların geldiğini ifade etti. Free Kidzz'in ise çocukların yaparak, yaşayarak zihinsel, bedensel, duyumsal, bilimsel ve sosyal gelişimine katkıda bulunabilecek oyunlar oynatılan bir mekan olduğunu belirten Kanlıoğlu, ''Çocuklarımız, lider öğretmenlerinin işleğinde gördüklerini anlayıp algısına yerleştirerek, hayatına katacak şekilde bilgilendiriliyor'' diye konuştu. Kanlıoğlu, Çocuk Müzesi'nin; fiziksel engelli çocukların da rahat gezebilmesi için her ayrıntı düşünülerek dizayn edildiğini belirtti. -Süperman'in uçmadığını anlıyorlar, baret takıp duvar örüyorlar- Müzenin 25 ayrı senaryosundan bazıları şöyle: TV Stüdyosu: Gerçek HD kameralarla ve aslına uygun TV stüdyo aletleriyle film çekilebiliyor; haber sunuluyor; oyunculuk yapılıyor. Çocuklar sihirli dizilerin gerçek olmadığını ve Süperman'ın aslında uçmadığını green box'ı görerek öğreniyor. Şantiye: Vinç operatörü, el arabaları, sünger tuğlalar kullanılarak iki katlı bir ev inşa ediliyor. Baretlerin takıldığı inşaat sahasında ekibi oluşturan çocuklar iş güvenliği kurallarını öğreniyor. Playback Stüdyosu: Profesyonel müzik stüdyosunda ışık şovları eşliğinde mikrofon ellerinde hayran oldukları şarkıcılar gibi sahne heyecanını yaşıyorlar. Çığlık Odası:Hiç kimsenin dur, sus, bağırma demediği akustik odada hep beraber çığlık atıyorlar. T-Boy area: Çocuklara hareketli dinozorları görüp, duyup, dokunma şansı veriliyor. Fosil havuzunda fosil kazısı yapılıyor. H2O Havuzu:Suyun akışkanlığının öğretildiği havuzda, manyetik oltalarla balık tutulabiliyor. Kidzz Clinic: Doktor ve hastane fobisinin yenilmesi için hemşire ve doktor rolleri verilen çocuklar, aslına uygun stetoskop ve röntgen cihazlarıyla hasta bakıyorlar. Garaj: Mekanik aletlerle özel hazırlanan araba tamir edildikten sonra gezintiye çıkılıyor. Dijital oyunlar: Çocuklar ekran karşısında dijital oyunları vücutlarıyla oynayabiliyor. -Engelli çocuğu müzeye ilham verdi- Çocuk müzesinin kurulumunun hüzünlü bir hikayesi bulunuyor. Müzenin kurucularının engelli çocuklarının, Ankara'daki bir alışveriş merkezindeki jetonlu oyuncaklarla oynadığı sırada yaşadığı bir olay müze sahiplerinin tümüyle çocuklar için bir müze tasarlamaları için ilham verdi. Aile, oyun makinesinin ''ama önce para atmalısın'' uyarısıyla irkilen çocuklarının ''Baba bana çabuk para bulun'' sözlerinden çok etkilenerek yurt dışına çıkıp müzenin kurulması için Fransa'daki eğitim kurumlarıyla bağlantıya geçti. ## Okuyucu Yorumları
197356
haber
Telekom'da faaliyet yürüten İŞKAYA firması çalışanları grevde
null
# Telekom'da faaliyet yürüten İŞKAYA firması çalışanları grevde ## Telekom Müdürlüğünde çalışan işçiler, bu sabah grev için Avcılar Telekom Müdürlüğünde bir araya geldi. T24 - Telekom’da faaliyet yürüten İŞKAYA firmasında çalışan taşeron işçiler, ücretlerine 3.5 yıldır zam yapılmamasına tepki göstererek iş bıraktı. Avcılar ve Büyükçekmece Telekom Müdürlüğünde çalışan işçiler, bu sabah Avcılar Telekom Müdürlüğünde bir araya geldi. Can Denizci'nin Evrensel gazetesinde yer alan haberine göre; işçiler İŞKAYA yöneticileriyle görüşmek istedi ancak sadece telefonla konuşabildi. İşverene zam yapmak için 1 gün süre veren işçiler talepleri gerçekleşene kadar işbaşı yapmayacaklarını dile getirdi. İŞKAYA firmasında 5 yıldır çalışan Niyazi Öztürk "3.5 yıldır yapılmayan zammı bu ay vereceklerini belirttiler. Bu ayki ücretlerimizi daha dün alabildik ve yine zam yapılmamıştı. Ayın 5 ya da 6’sında ücretlerimizin yatması gerekiyordu" diye konuştu. İŞKAYA’da 5 yıldır çalışan bir işçinin ücreti 850-950 TL arasında değişiyor. ## Vergi kaçırılıyor İşçilerin ücret konusunda yaşadıkları bir diğer sorunda ücretlerin tamamının bankaya yatmaması. İŞKAYA yetkilileri asgari ücret tutarını bankaya yatırıyor. Üstünü ise işçilere elden veriyor. 3 yıldır İŞKAYA’da çalışan Zülfü Sert "Aslında bizi kayıt dışı çalıştırıp vergi kaçırıyorlar. Neden ücretimizin tamamını bankaya yatırmıyorlar" diye sordu. Sert "Abonelerin en ufak şikayetinde bizi ifadeye çağırıyorlar. Neden üstünüz başınız düzgün değil diye. Çünkü abonelere biz Telekom’dan geldiğimizi söylemek zorunda kalıyoruz. Peki hangi parayla üstümüzü başımız düzelteceğiz?" diye konuştu. İsmini vermek istemeyen bir işçi, "2 yıl önce ne kadar önemli bir iş yaptığımızı bilmiyorduk. Şimdi fark ettik ki Telekom’un bütün hamallığını biz yapıyoruz. Ama emeğimizin karşılığını hiç alamıyoruz" diye konuştu. Başka bir işçi ise, "Türk Telekom’un İnternet’te başlattığı lokum kampanyası bizim başımıza dert oldu. Evinde telefonu olup İnterneti olmayan tüm arkadaşlarımız haberi olmadan Lokum kampanyasına kaydedilmişler" dedi. ## Kimlik parası bile işçiden İşçilerin kullandığı araçların ticari araç olması nedeni ile bulunması gereken SRC belgesinin ücretini de işçilerden isteyen İŞKAYA, ayrıca personeline vermesi gereken kimlik kartlarının 5 TL ücretini de işçilerden toplamış. "İnsan söylemeye utanıyor ama personel kartlarının parasını bile bizden istiyorlar" diyen işçi Tamer Ertop "Ticket kartlarımızın ayın 5 ya da 6’sında dolması gerekiyordu. Ayın 16’sı olmuş hâlâ boş. 130 TL yemek ücretini hâlâ yatırmamışlar, yemek yiyemiyoruz" dedi. İŞKAYA’dan daha önce ayrılan ya da çıkarılan işçiler mahkemeye müracaat etmiş durumda. Bu işçiler açtıkları dava sonucu kıdem tazminatlarını almışlar, fazla mesai ücretleri konusunda davaları ise devam ediyor. ## Okuyucu Yorumları
210128
haber
Temmuz ayında 110 işçi hayatını kaybetti
null
# Temmuz ayında 110 işçi hayatını kaybetti ## İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, 2012 Temmuz Ayı İş Cinayetleri raporunu açıkladı. İşçi ölümlerinde temmuz ayında yeni bir rekor kırıldı. Türkiye genelinde toplam 110 işçi, önlenebilir iş kazaları sonucunda yaşamını yitirdi Türkiye’deki işçi ölümleri hızla artıyor. Temmuz ayında yaşamını yitirenlerle birlikte bu yılın ilk yedi ayında iş kazalarında ölenlerin sayısı 479’a ulaştı. Oktay Özilhan'ın Taraf'taki haberine göre; İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, 2012 Temmuz Ayı İş Cinayetleri raporunu açıkladı. Rapora göre geçen ay en az 110 işçi iş "kaza"larında can verdi. Mevsimlik tarım işçilerinin öldüğü trafik kazalarına dikkat çekilen raporda İstanbul’dan memleketleri Ağrı’ya dönen 14 garson-kominin öldüğü trafik kazası da hatırlatılarak şöyle denildi: "Urfa ve Adana’da pamuk; Akdeniz’de ve Ege’de yaş sebze, meyve, üzüm, zeytin ve tütün; Marmara’da sebze, meyve ve fındık; Karadeniz’de fındık, çay ve tütün; İç Anadolu’da sebze toplayıcılığı özellikle mayıs ve ekim ayları arasında göç yollarında olan mevsimlik tarım işçilerinin uğrak yerleri. Ancak kapalı kasa kamyonetlerde veya traktörlerde yollara savrulan, tarım ilaçlarından veya yediği yemeklerden zehirlenen, barınma ve beslenme ihtiyacını tam olarak karşılayamadığı için kronik sağlık sorunları yaşayan ve eğitimden yoksun bırakılan (çocuklar) da aynı işçiler." ## Avrupa’da birinciyiz Temmuz ayıyla birlikte sadece 2012 yılının yedi ayında yaşamını yitiren işçi sayısı 479’a ulaştı. Meclis’in rakamlarına göre 2012 yılının ocak ayında 62, şubat ayında 42, mart ayında 50, nisan ayında 87, mayıs ayında 69 ve haziran ayında ise 59 işçi yaşamını yitirdi. İşçi Sağlığı Ve İş Güvenliği Meclisi’nin rakamlarını Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) verileri de destekler nitelikte. SGK’ya göre Türkiye’de günde 172 iş kazası yaşanıyor ve her gün üç işçi ölüyor, beş işçi sakat kalıyor. Aynı verilere göre 2000-2012 yılları arasında Türkiye’de meydana gelen iş kazalarında 12 bin 286 işçi öldü. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 82 ülkeden derlediği istatistiklere göre de işçi ölümlerinde Sadece El Salvador ve Cezayir Türkiye’yi geçti. Türkiye Avrupa’daki ölümlü iş kazalarında ise ilk sırayı aldı. ## Okuyucu Yorumları
223155
haber
Tezli yüksek lisansı tamamlama süresi 3 yıla çıkarıldı
null
# Tezli yüksek lisansı tamamlama süresi 3 yıla çıkarıldı ## ''Lisansüstü Eğitim ve Öğretim Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik'' Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Yüksek lisans programını tamamlama süresi üç yıl, doktora programını tamamlama süresi yüksek lisans derecesiyle kabul edilenler için altı yıl, lisans derecesi ile kabul edilenler için dokuz yıl olarak belirlendi. Doktora veya yüksek lisans tezi, sanatta yeterlik çalışması reddedilen öğrencinin kurumla ilişkisi kesilmeyecek, yeni bir çalışma konusu verilecek. ''Lisansüstü Eğitim ve Öğretim Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik'' Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Doktora programına başvurularla ilgili yeni düzenleme içeren yönetmeliğe göre, başvuruda bulunabilmek için adayların bir lisans veya tezli yüksek lisans diplomasına, hazırlık sınıfları hariç en az on yarıyıl süreli Tıp, Diş Hekimliği ve Veteriner fakülteleri diplomasına, Eczacılık ve Fen Fakültesi lisans veya yüksek lisans derecesine veya Sağlık Bakanlığı'nca düzenlenen esaslara göre bir laboratuvar dalında kazanılan uzmanlık yetkisine sahip olmaları ve ALES'den başvurduğu programın puan türünde 55, lisans diplomasıyla başvuranlardan 80, standart puandan az olmamak koşuluyla ilgili senatoca belirlenecek ALES standart puanına sahip olmaları gerekecek. Lisans derecesiyle doktora programına başvuranların lisans mezuniyet not ortalamalarının 4 üzerinden en az 3 veya muadili bir puana sahip olması şartı aranacak. Yüksek lisans derecesiyle doktoraya başvuracak olanların doktora programlarına kabulünde, ALES puanının yanı sıra lisans ve/veya yüksek lisans not ortalaması ve mülakat sonucu da değerlendirilecek. Değerlendirmeye ilişkin konular ve adayların sağlaması gereken diğer belgelerle ilgili düzenlemeyi senatolar yönetmelikle belirleyecek. Doktora programına öğrenci kabulünde ÜDS'den en az 55 puan veya Üniversitelerarası Kurulca kabul edilen bir sınavdan bu puan muadili bir puan, yabancı uyruklu öğrenciler için ana dilleri dışında İngilizce, Fransızca ve Almanca dillerinden birinden ÜDS'den en az 55 puan veya Üniversitelerarası Kurulca kabul edilen bir sınavdan bu puan muadili bir puan alınması zorunlu olacak. Asgari puanların girilecek programların özelliklerine göre gerekirse yükseltilmesine üniversite senatolarınca karar verilecek. ALES puanının yüze 50'den az olmamak koşuluyla ne kadar ağırlıkla değerlendirmeye alınacağı, ilgili senato tarafından belirlenecek. İlgili üniversite veya yüksek teknoloji enstitüsü, yalnız ALES puanı ile de öğrenci kabul edebilecek. ALES'e eşdeğer kabul edilen ve Yükseköğretim Kurulu'nca ilan edilen eşdeğer puanlar, her bir üniversitenin senato kararlarıyla yükseltilebilecek. Güzel Sanatlar Fakülteleri ile Konservatuvarlara öğrenci kabulünde ALES puanı aranmayacak. İlgili üniversitenin senatosunun kararıyla ALES puanı aranmasına karar verilmesi halinde aranan ALES puanına senato karar verecek. Sanatta Yeterlik çalışmasına başvurabilmek için adayların bir lisans veya yüksek lisans diplomasına sahip olmaları ve Güzel Sanatlar Fakülteleri ile Konservatuvarlar haricinde, ALES'in sözel kısmından 55, lisans diplomasıyla başvuranlardan 80, standart puandan az olmamak koşuluyla ilgili senatoca belirlenecek ALES standart puanına sahip olmaları gerekecek. Lisans derecesiyle sanatta yeterlik programına başvuranlardan, lisans mezuniyet not ortalamalarının 4 üzerinden en az 3 veya muadili bir puan olması istenecek. Yönetmeliğin yüksek lisans programıyla ilgili maddesine, ''Yükseköğretim Kurulu kararı üzerine yükseköğretim kurumlarında; öğretim elemanı ve öğrencilerin aynı mekanda bulunma zorunluluğu olmaksızın, bilgi ve iletişim teknolojilerine dayalı olarak öğretim faaliyetlerinin planlandığı ve yürütüldüğü lisansüstü uzaktan öğretim programları açılabilir'' ifadesi eklendi ve uzaktan öğretim programlarıyla ilgili ayrıntıların YÖK tarafından belirleneceği ifade edildi. Tezli yüksek lisans programlarının sürelerine ilişkin değişiklikler de yapan yönetmeliğe göre, ''dört yarı yıl'' olan tezli yüksek lisans programını tamamlama süresi azami üç yıl olarak değiştirildi. Daha kısa sürede mezun olabilecek öğrencilere ilişkin düzenlemeyi üniversite senatoları yönetmelikle belirleyecek. Tezli yüksek lisans programını azami üç yıl içinde başarıyla tamamlayamayanlar, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 46'ncı maddesinde belirtilen koşullara göre ilgili döneme ait öğrenci katkı payı veya öğrenim ücretlerini ödemek koşulu ile öğrenimlerine devam etmek için kayıt yaptırabilecek. Bu durumda, ders ve sınavlara katılma ile tez hazırlama hariç, öğrencilere tanınan diğer haklardan yararlandırılmaksızın öğrencilik statüleri devam edecek. Tezi reddedilen öğrencinin yükseköğretim kurumuyla ilişiğinin kesilmesine ilişkin madde de değiştirilerek, öğrenciye yeni tez konusu verilmesine ilişkin düzenleme yapıldı. Tezi reddedilen veya düzeltme sonrası savunmada reddedilen öğrenciye yeni bir tez konusu verilecek veya öğrencinin talepte bulunması halinde, tezsiz yüksek lisans programının ders kredi yükü, proje yazımı ve benzeri gereklerini yerine getirmiş olmak kaydıyla tezsiz yüksek lisans diploması verilerek programla ilişkisi sona erdirilecek. Yeni bir tez konusu verilen öğrenci ilgili döneme ait öğrenci katkı payı veya öğrenim ücretlerini ödemek koşuluyla öğrenimine devam etmek için kayıt yaptırabilecek. Bu durumda, tezle ilgili şartları yerine getirmek ve sınavlara katılmak hariç, öğrencilere tanınan diğer haklardan yararlandırılmaksızın öğrencilik statüsü devam edecek. -Diplomalarda tezli yüksek lisans olduğu belirtilecek- Tezsiz yüksek lisanslarına ilişkin madde de yapılan düzenlemeye göre, ikinci lisansüstü öğretim programlarında sadece tezsiz yüksek lisans eğitimi yürütülebilecek, bu programlarda doktora ve tezli yüksek lisans eğitimi yapılamayacak. Yeni yönetmeliğe göre, tezsiz yüksek lisans programı azami üç yılda tamamlanacak. Tezsiz yüksek lisans programını azami üç akademik yıl içinde başarıyla tamamlayamayanlar, Yükseköğretim Kanunu'nun ilgili maddesindeki koşullara göre ilgili döneme ait öğrenci katkı payı veya öğrenim ücretlerini ödemek koşuluyla öğrenimlerine devam etmek için kayıt yaptırabilecek. Bu durumda, ders ve sınavlara katılma hariç, öğrencilere tanınan diğer haklardan yararlandırılmaksızın öğrencilik statüleri devam edecek. Tezli yüksek lisans programını başarıyla bitiren ve tezi şekil yönünden de uygun bulunan öğrenciye ''Yüksek Lisans Diploması'' yerine ''Tezli Yüksek Lisans Diploması'', kredili derslerini ve dönem projesini başarıyla tamamlayan yüksek lisans öğrencisine de ''Tezsiz Yüksek Lisans Diploması'' verilecek. Tezsiz yüksek lisans programına devam edenler, başvurdukları yükseköğretim kurumunca tezli yüksek lisans programı için belirlenmiş asgari şartları yerine getirmek kaydıyla, tezli yüksek lisans programına geçiş yapabilecekler. Bu durumda tezsiz yüksek lisans programında alınan dersler enstitü yönetim kurulu kararıyla tezli yüksek lisans programındaki derslerin yerine sayılabilecek. -Doktora programları- Değişikliğe göre, doktora programları tezli yüksek lisans derecesi olan öğrenciler için toplam 21 krediden az olmamak koşuluyla en az yedi ders, yeterlik sınavı, tez önerisi ve tez çalışmasından oluşacak. Lisans derecesiyle kabul edilen öğrenciler için de en az 42 kredilik 14 adet ders, yeterlik sınavı, tez önerisi ve tez çalışmasından oluşacak. Doktora programını tamamlama süresi yüksek lisans derecesi ile kabul edilenler için azami altı yıl, lisans derecesi ile kabul edilenler için azami dokuz yıl olarak belirlendi. Doktora programı için gerekli kredili dersleri başarıyla tamamlamanın azami süresi tezli yüksek lisans derecesi ile kabul edilenler için iki yıl, lisans derecesi ile kabul edilenler için üç yıl oldu. Doktora tezi reddedilen veya düzeltme sonrası savunmada tezi reddedilen öğrenciye yeni bir tez konusu verilecek. Lisans derecesiyle doktoraya kabul edilmiş olanlardan tezde başarılı olamayanlar, talepleri halinde ''tezsiz yüksek lisans diploması'' alabilecek. Sanatta yeterlik programını tamamlama süresi de yüksek lisans derecesi ile kabul edilenler için altı yıl, lisans derecesi ile kabul edilenler için dokuz yıl olarak düzenlendi. Sanatta yeterlik çalışması reddedilen veya düzeltme sonrası savunmada reddedilen öğrenci de yeni bir çalışma konusu alabilecek. Lisans derecesi ile sanatta yeterlik programına kabul edilmiş olanlardan tezde başarılı olamayanlar, talepleri halinde ''tezsiz yüksek lisans diploması'' alabilecek. ## Okuyucu Yorumları
68237
haber
Tıbbi malzeme bedelleri de SGK'dan
null
# Tıbbi malzeme bedelleri de SGK'dan ## Devlet memurlarıyla bakmakla yükümlü oldukları kişilerin tıbbi malzeme bedellerinin de SGK tarafından ödeneceği bildirildi. - A + T24 - SGK Ankara İl Müdürlüğünden yapılan açıklamada, devlet memurları ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin, sağlık harcamalarının yanı sıra satın aldıkları tıbbi malzemelerle ithal ilaç bedellerinin de SGK tarafından karşılanacağı belirtildi. Ankara ve ilçelerinde görev yapanların, ithal ilaç, ortez-protez, solunum cihazı, diş, hasta alt bezi gibi tıbbi malzemelerle bunların bakım, tamir ve onarım işlemleri için yaptıkları ödemelere ilişkin faturaları Bahçelievler Azerbaycan Caddesi (3. Cadde) 33 numara B Blok'taki Sağlık Sosyal Güvenlik Merkezine ulaştırmaları istenen açıklamada, ödeme işlemlerinde herhangi bir sıkıntı yaşanmaması için alt yapı çalışmalarının tamamlandığı ve yeni servisler oluşturulduğu kaydedildi. Açıklamada, ''Devlet memurları ve hak sahipleri tarafından merkezimize getirilecek ithal ilaç ve tıbbi malzeme faturalarının karşılıkları, yapılan inceleme ve tıbbi onaydan sonra kişilerin banka hesaplarına yatırılacak'' denildi. Ankara ve ilçelerinde görev yapanlar, ödemeler hakkında 315 54 84 ve 315 77 90 numaralı telefonlardan bilgi alınabileceği bildirildi. **Genel Sağlık Sigortası kapsamına alınan devlet memurları ile bakmakla yükümlü oldukları kişilerin tıbbi malzeme bedellerinin de Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından ödeneceği bildirildi.**SGK Ankara İl Müdürlüğünden yapılan açıklamada, devlet memurları ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin, sağlık harcamalarının yanı sıra satın aldıkları tıbbi malzemelerle ithal ilaç bedellerinin de SGK tarafından karşılanacağı belirtildi. Ankara ve ilçelerinde görev yapanların, ithal ilaç, ortez-protez, solunum cihazı, diş, hasta alt bezi gibi tıbbi malzemelerle bunların bakım, tamir ve onarım işlemleri için yaptıkları ödemelere ilişkin faturaları Bahçelievler Azerbaycan Caddesi (3. Cadde) 33 numara B Blok'taki Sağlık Sosyal Güvenlik Merkezine ulaştırmaları istenen açıklamada, ödeme işlemlerinde herhangi bir sıkıntı yaşanmaması için alt yapı çalışmalarının tamamlandığı ve yeni servisler oluşturulduğu kaydedildi. Açıklamada, ''Devlet memurları ve hak sahipleri tarafından merkezimize getirilecek ithal ilaç ve tıbbi malzeme faturalarının karşılıkları, yapılan inceleme ve tıbbi onaydan sonra kişilerin banka hesaplarına yatırılacak'' denildi. Ankara ve ilçelerinde görev yapanlar, ödemeler hakkında 315 54 84 ve 315 77 90 numaralı telefonlardan bilgi alınabileceği bildirildi. ## Okuyucu Yorumları
229340
haber
Tiyatrocu Alaattin Eraslan hayatını kaybetti
null
# Tiyatrocu Alaattin Eraslan hayatını kaybetti ## Türkiye'nin önde gelen özel tiyatrolarından biri olan AYSA Prodüksiyon Tiyatrosu'nun kurucusu Alaattin Eraslan kansere yenik düştü AYSA Prodüksiyon Tiyatrosu'nun kurucularından **Alaattin Eraslan**, yaklaşık bir yıl kaldığı cezaevinde yakalandığı kanser hastalığına yenik düşerek yaşamını yitirdi. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı CHP'li **Aziz Kocaoğlu** 'nun 397 yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılandığı davanın sanıklarından Alaattin Eraslan, yaklaşık bir yıl kaldığı cezaevinde kanser hastalığına yakalandı. İkinci duruşmada,** Pervin Şenel Genç** 'in dışında tahliye edilen 17 sanıktan biri olan Erarslan, dün yaşamını yitirdi. **Milliyet** 'te yer alan habere göre Erarslan, yarın saat 15.00'te, Sabancı Kültür Sarayı'nda düzenlenecek törenden sonra Doğançay Mezarlığı'nda toprağa verilecek. ## Bir çok oyunu seyirciyle buluşturdu AYSA Organizasyon'u 1985 yılında, AYSA Prodüksiyon Tiyatrosu'nu ise 2002 yılında, kardeşleri** Necip Eraslan** ve **Sabahattin Eraslan** 'la birlikte kuran Alaattin Eraslan, ilk olarak Ankara Sanat Tiyatrosu'nun organizasyonlarını tüm Türkiye'de yapmaya başladı. AYSA Organizasyon, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları, Kent Oyuncuları, Dostlar Tiyatrosu, Oyun Atölyesi, Tiyatro İstanbul, Ortaoyuncular ve Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu gibi Türkiye'nin birçok köklü tiyatro gruplarının turne organizasyonları gerçekleştirdi. 'Rumeli Hisarı Tiyatroya Kavuşuyor' konsepti ile Rumeli Hisarı'nda özel ve ödenekli tiyatroları bir araya getirdi. Kendi bünyesinde birçok oyunun prodüktörlüğünü de üstlenen AYSA Prodüksiyon Tiyatrosu, son dönemde 'Basit Bir Ev Kazası', 'Cam', 'Adalet, Sizsiniz', 'Kuçu Kuçu' gibi oyunları seyirciyle buluşturdu. ## Okuyucu Yorumları
266684
haber
TRT'yi eleştiren Demirtaş'a, Arınç'tan yanıt: Bir AKP Genel Başkanı ile eşit olabilirler mi?
null
# TRT'yi eleştiren Demirtaş'a, Arınç'tan yanıt: Bir AKP Genel Başkanı ile eşit olabilirler mi? ## Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, "Eşitlik olabilir mi? Sen kimsin o kim bu kim?" dedi Devletin kanalı TRT'yi taraflı yayın yapmakla suçlayan ve kanalı yine TRT ekranından eleştiren HDP'nin cumhurbaşkanı adayı **Selahattin Demirtaş** 'a Başbakan Yardımcısı **Bülent Arınç** 'ın cevap verdi. Al Jazeera'da yer alan habere göre, Arınç Demirtaş’a şöyle yanıt verdi: Demirtaş'ın cümlelerinden TRT’yi övdüğünü anlıyorum. Mizahla ne alakası var bunun. Tüm çekimler YSK üyelerinin nezaretinde yapıldı. İki YSK üyesi süreye, ne konuşulduğuna ve arka fon rengine kadar baktı. YSK seçimin adaletli olması konusunda tek yetkili organ. Biz şu ana kadar iki kere haricinde YSK’dan bir uyarı almadık. Sürede eşitlik değil adalet olacak. Eşitlik olabilir mi? Sen kimsin o kim bu kim? Bir aday 11 parti tarafından desteklenmiyor mu? MHP Genel Başkanının sözlerini veriyoruz, Kılıçdaroğlu’nu veriyoruz. Destekleyenleri veriyoruz. Toplasak Tayyip beyin önüne geçecekler. Bir Başbakan'la AK Parti Genel Başkanı ile eşit olabilirler mi? Geçmişte yapılmış olabilir onu kabul ediyoruz. Şu anda TRT konusunda kimse eşit davranmıyor demesin." **CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ise Arınç'ın bu sözlerine CNN TÜRK'te cevap verdi:** "Bunu söylerken ağlayarak mı gülerek mi söyledi. O çünkü ağlamaktan sorumlu bakan olduğu için TRT kurumunun tarafsız olması gerekir. Geçen mitingde ben konuşurken bir kanal vermiş, Erdoğan konuşmuş 15 kanal vermiş. TRT zaten bağımsız değil, iktidarın borazanı. Özel bir kanal iktidarın borazanı olsa adam diyecek ki ben kendi paramla yapıyorum. Ama TRT benden aldığı parayla bunu yapıyor. Neymiş bizim söylediklerimiz haber değilmiş. Erdoğan’ın söyledikleri habermiş. Hayatımda duyduğum en büyük saçmalık. TRT Genel Müdürü kalktı Selahattin Demirtaş’a ‘Biraz daha konuşursan seni yayınlamayız’ deme cüretini gösterdi. Bu adam normalde orada tutulmamalı. YSK, TRT’nin tarafsız olmadığına karar verdi. O adamın görevden alınması lazım." ### "Keşke 20 tane Abdullah Gül’ümüz olsa" Star TV'ye konuşan Arınç, Cumhurbaşkanı ve AK Parti'nin kurucularından Abdullah Gül’ün, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olması halinde genel başkanlık için adı geçen en güçlü isim olduğunu söyledi. "Gül, sevilen bir insan. Keşke 20 tane Abdullah Gül’ümüz olsa onların içinden şu da olabilir desek ama o cumhurbaşkanlığı yapmış biri olarak en güçlü isimlerden biridir. Bu eşitler arasında kim öne çıkar bazı meziyetleri nedeniyle derseniz ben şahsen Abdullah Gül diyorum" dedi. Arınç'a göre, Gül asla yeni bir parti kurmaz. "Bizim çizgimizde kimse AK Parti dışına çıkmaz. Hiçbir zaman AK Parti dışına çıkmak yeni mücadeleye başlamak olmaz, bunlar saçmalıktır. Biz kenara çekiliriz ama AK Parti devam eder. Gül de AK Parti’yi zahiyete uğratacak biri değildir." ### "Görev bana kalırsa yaparım" Arınç, başbakanlık teklifinin kendisine gelmesi durumda ne yapacağı sorusuna, "Böyle bir özlemim ve beklentim yok. Benim düşüncem bu işi benden daha iyi yapabilecek isimler var ama bu görev bana kalırsa yaparım" diye cevap verdi. ### "Kandırılmış olduğumuzu düşündük" Arınç'a, Gülen Cemaati ile ilgili olduği iddia edilen polisler hakkındaki yasadışı dinlemeler ve casusluk soruşturmaları konusunda Başbakan Erdoğan'ın Bazı bakanların gafleti bize bedel ödetti" sözleri de hatırlatıldı: "Bakanların hedefe koyan bir konuşmasını hatırlamıyorum ama siz söylediyseniz doğrudur. İyi niyetli görmek lazım. Karşılaştığımız olaylarda hepimiz saftık, kandırılmış aldaltılmış olduğumuzu düşündük. Çünkü biz hizmet hareketinin ihlasa,eğitime dayalı olduğunu düşünerek bu grupla iyi niyetle ilişki kurmuştuk. Yapılanlar ortaya çıktıkça iyi niyetimizin kurbanı olduk dedik. İstanbul merkezli 11,12 ilde yürütülen bir operasyon var, 30 gözaltı var. Yine usulsüz kanun dışı dinlemeler söz konu olabilecek. Kayıtlar ortaya çıktığında idari ve adli soruşturmalar yapılıyordu. Demek ki savcılar bu kişilere soruşturma yapmış. Yargı ve medya ayağı için Başbakan da olabilir demişti. Medya ayağının da görevlerini kötüye kullandıklarına yönelik bir delil olursa yapılabilir. Hakimler ve savcılar kendi içinde kendi kanunlarına tabi. TİB ve TÜBİTAK'ın üstünde ben çok duruyorum. Suç varsa orda da bir soruşturma başlayabilir." ### "Sözlerimin arkasındayım" Bülent Arınç, kadınların kahkaha atmasıyla ilgili tartışılan sözlerine de açıklık getirdi: "Bildiğiniz gibi bayramlaşma sırasında Bursa’da, hem bayrama uygun hem de cumhurbaşkanlığı seçimini ilgilendiren konuşma yapmak istedim. Bazı haber kanalları canlı yayınladı. Dolayısıyla ne demek istediğimi herkes anladı. Orada sayın Başbakan'ın seçileceğini ve bunu hak ettiğini söyledim. Geri kalan konuşmamda da toplumdaki yozlaşmaya dikkat çektim. Bizim örf adetimiz var. Kadın cinayteleri, uyuşturucu, alkol çok gündeme geliyor. Bundan ebeveyn olarak sorumlu olduğumuzu ama devlet olarak da bundan sorumlu olduğumuzu söyledim. Ailenin korunmasına yönelik devletin alması gereken tedbirler, devletin en önemli görevi. Bir de gençlerimizi korumak. Ama her şeyi devlete bağlamak, her şeyi devletten beklemek yanlış. Kadınlarımızı konu alan konuşma yapmadım sadece. Sokakta kahkaha atmak iffetsizlik deseydim bundan utanırdım ama konuşmayı başından sonuna kadar verirseniz benim meramımı herkes anlayacaktır. Beni yıpratmaya yönelik bazı insanlar istedikleri gibi aktardı." ### "Türkiye'nin gündeminde bence iyi bir yer tuttu" "Ben söylediği sözden çark eden bir insan değilim. Doğrularımın arkasında dururum, neye mâl olursa olsun. Suç duyurusunda bulunanlar şov yapmayı seven kişilerdir. İyi ki yaptılar onlara yakışan oydu, yapmasaydılar hatırım kalırdı. Toplam 76 milyondan 576 kişinin fotoğrafçı, gazeteci çağırması ve beni eleştirmiş olması çok önemli değil. İffet meselesi bizim inancımızda da geleneklerimizde de vardır. Biz kızlarımıza edepsizlik yapma deriz. Ama bir insan iffeti, hayayı ve edebi gericilik olarak görür, onun dünyasında bunlara yer yoktur. Onları her gün magazin sayfalarında sokakta görmek mümkün. Ama inandığımız değerleri yüceltmemiz gerekir. Kadınların yüksek sesle kahkaha atmasını iffetsizlik olarak göremedim. Ancak adab-ı muhaşeret gereği bir yerde otururken yan masadan kahkaha atılsa bu hoş karşılanmaz. İngiltere kraliyet ailesinde de Batı'da da kim nerede nasıl davranacak vardır. İyi ki bu meseleyi konuştum Türkiye'nin gündeminde bence iyi bir yer tuttu." ## Okuyucu Yorumları
228252
haber
TÜİK'ten okur yazar oranlarının ayrıntılı raporu
null
# TÜİK'ten okur yazar oranlarının ayrıntılı raporu ## Tüerkiye'de okur yazar oranı yüzde 95.78'e yükseldi. En okur yazar iller Antalya, Tekirdağ ve İzmir TÜİK'in Nisan 2013 eğitim verilerine göre Türkiye'de 15 yaş ve üzeri okuma yazma bilmeyenlerin oranı yüzde 5.08 olurken, 'en okur yazar il' sıralamasında birinci Antalya oldu. 2'nci sırada Tekirdağ, 3'üncü sırada ise İzmir yer aldı. 'En okumaz yazmaz' üç il ise sırasıyla Şanlıurfa, Mardin ve Şırnak oldu. ## Yüksek lisans ve doktora mezun oranları düşük kaldı Çeşitli kampanyalarla 'okumaz yazmaz' nüfus azaltılmaya çalışılırken, yükseköğretim ve üstü okul mezun oranı yüzde 11.77 olan ülkemizde yüksek lisans ve doktora mezun oranları ise düşük kaldı. ## Okur yazar nüfus oranı yüzde 95.78 TÜİK İzmir Bölge Müdür Vekili Ali Dalgalı tarafından hazırlanan Türkiye- İzmir karşılaştırmalı 'Nisan 2013 eğitim göstergeleri' istatistik çalışmasının sonuçlarına göre, 6 yaş ve üzeri okur yazar nüfus oranı Türkiye ortalaması yüzde 95.78'e ulaşırken, bu oran İzmir'de 97.90 olarak belirlendi. 15 yaş ve üzerindeki nüfusta yüzde '1.73 okumaz yazmaz' oranıyla Antalya 'en okur yazar il' oldu. Yüzde 2.33 oranıyla Tekirdağ ikinci, 2.40'la İzmir üçüncü olurken, aynı oranla Çanakkale 4'üncü sırada yer aldı. Yüzde 15 civarındaki okuma yazma bilmeyen oranıyla Şanlıurfa, Mardin ve Şırnak 'En okumaz yazmaz iller' oldu. ## Kampanyalar oranı artırdı Nisan 2013 eğitim göstergelerine göre 15 yaş ve üzerinde okuma yazma bilmeyen erkek oranı yüzde 1.74, kadın oranı yüzde 8.40 oldu. İzmir'de bu nüfus içinde okuma yazma bilmeyen erkek oranı yüzde 1'in altında kalırken, kadınlarda oran yüzde 3.91 olarak belirlendi. Türkiye genelinde başlatılan okuma- yazma kampanyalarıyla okur yazar oranının arttığı gözlendi. Türkiye genelinde 6- 13, 14- 17 yaş gruplarında okuma yazma bilmeyenlerin oranı binde bir'lerin altında kalıp, 18- 21 yaş grubunda da yüzde 1'lere inerken, okuma yazma bilmeyen nüfus 65 ve yaş ve üzerinde toplandı. 50- 54 yaş arasında okuma yazma bilmeyenlerin oranı 4.61 olurken, bu oran 65 yaş ve üzerinde 25.37'e çıktı. İzmir'de ise 50- 54 yaş grubunda okuma yazma bilmeyenlerin oranı 1.91, 65 yaş üzerinde 11.76 olarak kayıtlara geçti. ## En eğitimli ilçe Çeşme TÜİK İzmir Bölge Müdürlüğü tarafından yapılan çalışma sonucunda 15 yaş üzerinde okuma yazma bilmeyenlerin oranı yüzde 2.4 olurken, bua ilçeler sıralamasında yüzde 0.80 oranıyla Çeşme 'en okur yazar ilçe' oldu. Çeşme'yi Karşıyaka, Güzelbahçe, Karaburun ve Urla izledi. Yüzde 5.08 olan Türkiye ortalamasının üzerine yüzde 5.20 ile çıkan Kiraz, İzmir'in 'en okumaz yazmaz ilçesi' oldu. Kiraz'ın önünde sırasıyla Bayındır, Selçuk, Torbalı ve Kınık yer aldı. ## En çok yüksek tahsilli Ankara'da 'Bitirilen eğitim düzeyi durumu' başlığı altında ortaya koyulan verilerde Türkiye'de 15 yaş ve üzeri ilköğretim mezunu oranı yüzde 21.20. lise ve dengi okul mezunu oranı yüzde 22.07, yüksekokul veya fakülte mezunu oranı yüzde 10.79. Yüksek lisans mezunu oranı 0.76, doktora mezunu oranı ise yüzde 0.22'de kaldı. Ankara, yüzde 17.87'lik oran ile yüksekokul ve fakülte mezunu en fazla olan il olurken, Başkent'in ardından Eskişehir, İzmir, İstanbul ve Antalya geldi. Son 5'e ise Şırnak, Van, Muş, Şanlıurfa ve Ağrı sıralandı. ## En eğitimli nüfus Karşıyaka'da TÜİK verilerine göre İzmir'de en eğitimli nüfus Karşıyaka'da yaşıyor. Karşıyaka'da yükseköğretim ve üstü okul mezunu oranı yüzde 31'e yaklaşıyor. Karşıyaka'nın ardından Narlıdere, Güzelbahçe, Balçova ve Urla gelirken, 30'uncu sıradaki Kiraz'da yükseköğretim mezunu oranı yüzde 3.15, Kiraz'ın üstünde ise Kınık, Beydağ, Bayındır ve Kemalpaşa var. ## Rakamlarla son durum Türkiye'de 15 yaş üzeri eğitim durumuna göre nüfus dağılımı ise şöyle: Okuma yazma bilmeyen 2 milyon 784 bin 257 (yüzde 5), okuma yazma bilen fakat bir okul bitirmeyen 3 milyon 784 bin 667 (yüzde 7) insanımız var. İlkokul mezunu sayımız; 15 milyon 220 bin 28 (yüzde 28). İlköğretim diplomasına sahip olanların sayısı 11 milyon 617 bin 159 (yüzde 21). 2 milyon 849 bin 999 (yüzde 5) ortaokul veya dengi okul mezunumuz, 12 milyon 96 bin 830 (yüzde 22) lise veya dengi okul mezunumuz var. Yüksekokul veya fakülte mezunlarının sayısı 5 milyon 913 bin 187 (yüzde 11) , Yüksek lisans mezunu 416 bin 741 (yüzde 1), doktora mezunu ise 122 bin 619. Oran ise yüzde 0. ## İzmir'de son durum Okuma yazma bilmeyenler 75 bin 977 (yüzde 2), okuma yazma bilen fakat bir okul bitirmeyenler 172 bin 671 (yüzde 6). İzmir'deki ilkokul mezunu sayısı 923 bin 722 (yüzde 29), ilköğretim mezunu 579 bin 633 (yüzde 18). Ortaokul veya dengi okul mezunlarının sayısı 189 bin 2 (yüzde 6), lise veya dengi okul mezunlarının sayısı ise 751 bin 329 (yüzde 24). Nüfusu 4 milyona yaklaşan İzmir'de yaşayan yüksekokul veya fakülte diplomalıların sayısı 430 bin 123 (yüzde 14). 28 bin 155 (yüzde 1) yüksek lisans mezunu, 9 bin 739 ise doktora mezunu var. ## Okuyucu Yorumları
94586
haber
Türbanlı kızlar peruk taksa 'irtica' biter mi?
null
# Türbanlı kızlar peruk taksa 'irtica' biter mi? ## Yeni dönemde CHP'de gözlemlenen belirgin çizgi "Türkiye'ye daha yakından bakmaya çalışmak" oldu... Yeni dönemde CHP'de gözlemlenen belirgin çizgi "Türkiye'ye daha yakından bakmaya çalışmak" oldu. Tarihsel sorunlarla da yüklü bir toplumsal-siyasal hareket için birkaç ayda "yeni politikalar" üretmenin olanaksızlığı, bu süre içinde CHP'de gözlemlenen yeni çizginin önemini artırıyor. Kafasındaki Türkiye tasavvurundan kurtularak ülkesine daha yakından bakmaya çalışan CHP'de, öncelikle kendi hatalarını gördüğünü belli eden bir söylem dikkat çekiyor. CHP bu süreçte, ülkesiyle "üst belirleyen" bir tarzda kurduğu ilişkinin kendisini zaman içinde mücadele ettiği "sağ"a benzettiğini, sağcılaştırdığını görebilir. Türkiye'deki muhafazakârlığın ana kaynağı olan dine karşı yaklaşıma göre şekillenen siyasi kutuplaşma, toplumu dönüştürme işini sandık yerine bir yerlere havale etme yanlışına savurduğu CHP'yi iktidara aday bir "kitle partisi" olma vasfından da uzaklaştırdı. Kemal Kılıçdaroğlu'nun açıklamaları ve partinin Bilim Yönetim Kültür Platformu'nda yapılan hazırlıklar, CHP'nin, "sol-sağ ayrımını inanç üzerinden inşa etme" yanlışını artık sürdürmek istemediğini gösteriyor. Bu iradenin ilk sonucu, 30 yıldır gündemden düşmeyen türban yasağını savunan ana akım olan CHP'nin, bu mevziyi terk etmesi oldu. CHP, 2007 yılında 411 AKP ve MHP milletvekilinin oyuyla parlamentodan geçen Anayasa değişikliğini iptal ettirmesinin üzerinden uzun bir süre geçmemesine karşın, artık türban yasağını savunmuyor. Böylece Türkiye'de siyaset, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırı bulmamasına karşın kendi iç dinamikleriyle türban yasağına karşı önemli bir mutabakata yaklaşmış bulunuyor. Anayasa Mahkemesi ile Danıştay tarafından "laiklik ilkesi ile Cumhuriyet'in değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek niteliklerine aykırı" bulunarak iptal edilen üniversitelerdeki kıyafet serbestisi, bu kararlara karşın nasıl sağlanacak? Siyasette sağlanacak mutabakatın hukuki formülü de beraberinde getireceğini söyleyebiliriz. CHP'nin tavrı, bu konuda nihaî bir mutabakat sağlanıp sağlanamayacağını da tayin edecek. CHP 'inanç mukavelesi' tavrından uzak durmalı Türban yasağına karşı çıkarken "başın nasıl örtülebileceği" gibi "inanç mukavelesi" anlamına gelebilecek alanlara girmek, CHP'nin bir yanlıştan vazgeçerken yeni bir yanlış üretmesi sonucunu doğurabilir. Dinin siyasi rekabet konusu olmaktan çıkarılması ve sağ-sol ayrımının inanç dışında "gerçek" parametrelere kavuşturulması, CHP'nin bu konuda özgürlükçü tavır almasını gerektiriyor. Üstelik türban konusundaki özgürlükçü tavır, "zorunlu din dersi" uygulamasını haklı olarak laikliğe aykırı bulan CHP'nin "gönüllü din eğitimi" talebiyle de tutarlı görünüyor. Özgürlükçü tavır; CHP'nin daha iyi bir demokrasi talebi konusunda yarattığı alan boşluğunu artık doldurması ve "Türkiye'de sağ soldur, sol da sağ" saptamasının dışına çıkması açısından da kestirme bir yol vaat ediyor. Üniversite öğrencilerinin başlarını ne kadar örtebileceklerini tartışmak yerine, zorunlu din dersi ile azınlıkların dini özgürlüklerini yaşamalarını kısıtlayan uygulamalara son verecek bir uzlaşma paketi üzerinde çalışmak hem CHP, hem de Türkiye açısından çok daha doğru sonuçlar getirebilir. CHP, böyle bir açılımla, geleneksel çizgisinde öne çıkan "irtica tehdidi"ne karşı tavrından geri adım atmış olur mu? Yeni politika açıklamalarına hazırlanan CHP'deki güncel soru bu. Yanıt, CHP'nin geçmişte hiç sormadığı anlaşılan başka bir sorunun ışığında kendisini gösteriyor: Türkiye'de başını örten öğrenciler üniversiteye gitmekten vazgeçer ya da hep birlikte peruk takmaya karar verirlerse irtica meselesi biter mi? ## Okuyucu Yorumları
113978
haber
''TURBO''NUN YARIŞ HAYATI BİTTİ             ANKARA (A.A)
null
# ''TURBO''NUN YARIŞ HAYATI BİTTİ ANKARA (A.A) - A + -''TURBO''NUN YARIŞ HAYATI BİTTİ ANKARA (A.A) - 30.11.2010 - Türk atçılığında 2 yıl gibi kısa sürede büyük başarılar elde ederek efsaneleşen ''Turbo'' isimli şampiyon atın yarış hayatı sağlık sorunu nedeniyle sona erdi. Annesi Gülbanaz ve babası Rikardo'nun bütün üstün özelliklerine sahip olan Turbo'nun namı daha yarışlarda koşmadan başladı. İlk yarışında açık ara birinci gelmesiyle de ''Turbo'' adı artık hipodromlarda yüksek sesle konuşulur oldu. Padokta aşırı özgüveni, starttaki agresif tavırları ve yarışlarda açık ara birinci gelmesiyle kısa sürede Turbo fenomeni de ortaya çıktı. Bir, iki, üç açık ara birincilik derken, o artık yarışseverlerin kuponunun vazgeçilmezi, Kafkaslı'nın en güçlü rakibi ve TJK'nın göz bebeği şampiyonlarından birisi olmuştu bile. Koştuğu 32 yarışta sahibi Erdin Düzarat'a yaklaşık 3,5 milyon TL ile birçok kupa kazandıran şampiyon Turbo için, ne yazık ki 1 mayıs'taki TBMM Kupası Koşusu sonun başlangıcı oldu. Sakatlanma pahasına da olsa bu yarıştan son ana kadar kopmayan Turbo, daha sonra safkan olmadığı için pedigrisi iptal edilen ''Alper Kaan''a geçildi. Veterinerlerin ''tendinit'' teşhisi koyup İzmir'de 6 aylık istirahate aldığı şampiyon, 30 ekim'deki Cumhuriyet Kupası Koşusuyla bir kez daha yarışseverlerin huzuruna çıktı. Herkes bu yarışta Turbo'nun dönüşünün muhteşem olacağını düşünüyordu ki, sakatlığı iyileşmeyen şampiyon 21 at arasından 18'inci olarak kötü bir jübile yapmış oldu. -''BENİM İÇİN HAYATIN MANASI''- Turbo'nun sahibi Erdin Düzarat, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Turbo'nun tedavisi için gerek yurt için de gerekse de yurt dışında girişimlerde bulunduğunu belirterek, tüm uğraşlarına rağmen tedavinin mümkün olmadığını söyledi. Veterinerlerin kendisine Turbo'nun yarış hayatının bittiğini bildirmesinin ardından 1 hafta kendisine gelemediğini aktaran Düzarat, şöyle konuştu: ''Hala da bu olayın etkisindeyim. Zor bir karar olsa da Turbo'nun daha ciddi sağlık sorunları yaşamaması için söyleneni uygulamaya karar verdik. Turbo, bundan sonra Türk atçılığına damızlık olarak hizmet verecek. 2 yıl bana tarifi imkansız mutluluklar yaşatan Turbo, benim için hayatın manası. Onun gibi bir at bence bundan sonra zor gelir.'' -TÜRKİYE'Yİ TEMSİL EDECEKTİ- Enternasyonal Ali Rıza Bey Koşusu'nu kazanmasının ardından Turbo'nun Dubai ve ABD başta olmak üzere yurt dışından da birçok taliplisi ve hayranının olduğunu dile getiren Düzarat, Geçen yıl Turbo'ya talip olan ABD'lilerin kendisine milyon dolarla teklif ettiğini anımsattı. Turbo sayesinden birçok kişinin atçılığa başladığını, at yarışlarına ilginin arttığını ve yarış gelirlerinin yükseldiğini ifade eden Düzarat, ''Farklı bir elektriği olduğu için yarışseverler Turbo'yu çok sevdi. Yarıştığı günler hipodrom karnaval yerine dönüyordu. Herkes onu izlemek için geliyordu ve bir assolist gibi alkışlarla yarışa gönderiyordu. Ne yazık ki yarış hayatı çok erken bitti. Sakatlanmasaydı Dubai ve Fransa'da koşturacaktık. Oralarda ülkemizi başarıyla temsil edecekti'' diye konuştu. -AYGIRLIĞI DA KAZANDIRACAK- Turbo'nun bir ay içinde Eskişehir'in Mahmudiye ilçesindeki at üretim çiftliğinde damızlık olarak ilk aşımı yapacağını belirten Düzarat, şu bilgileri verdi: ''Normalde bir at bir dönemde ortalama 70 kısrağa aşım yapabilir ama biz Turbo'nun genini korumak için kısrak tercihinde seçici davranacağız. Aşım sırası bekleyen kısraklardan en iyi 30 ya da 40 tanesi seçilecek. Bir aşım için yaklaşık 10 bin TL alınacak. 1 yıl Türkiye'de aygır olarak hizmet vermesinin ardından da yurt dışına satılacak.'' -''ADETA GÖLGESİYLE YARIŞIYORDU''- Jokey Halis Karataş da Turbo'yu 25 yarış koşturduğunu aktararak, Turbo'nun çok karakterli ve koşmayı seven bir at olduğunu söyledi. Bindiği atlar arasında kendisini en az yoranın Turbo olduğunu ifade eden Karataş, ''Turbo koşmak için yaratılmış. Yarış başladıktan sonra adeta gölgesiyle yarışıyordu. Bence Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi Arap atlarından biri, belki de birincisi. Ona binerken büyük keyif aldım. Böyle başarılı bir atın yarış hayatının bu kadar erken bitmesine çok üzüldüm'' dedi. ## Okuyucu Yorumları
82164
haber
Türk porno starı Şahin K. özel hayatını anlattı
null
# Türk porno starı Şahin K. özel hayatını anlattı ## Türk porno starı Şahin K, pornoya nasıl başladığını, ailesiyle ilişkilerini, çocuğuyla görüşüp görüşmediğini anlattı. - A + T24- Bir Anadolu delikanlısı, 90’larda Almanya’ya gitmiş, orada aradığını bulamamış biri. Evlenince gittim. Sonra boşandım. Size bir şey itiraf edeceğim: Bu işe başlamamın esas sebebi aşk ihanetidir. Biraz da intikam amaçlı çektim bu filmleri. Evet. Evet. Aynen öyle. Evet, gerçekten porno benim isyanım. Sevgi, aşk, delikanlılık, dürüstlük, doğruluk madem bir şeye yaramıyor, ben de kopardım ipleri. "Bir gün bir yerlere geleceğim, beni küçümseyen o insanlar da bunu görecek" dedim. Aramaya gücü yoktu. Arayamazdı. İhanet. Eşimdi. İşin aslı, tam o zamanlar eşimden ayrılmıştım. Yalnızdım. Fabrikada işçi olarak çalışıyordum. İşten sonra, bir matbaada 70’li yılların erotik filmlerini satan bir arkadaşın telefonlarına falan bakıp siparişleri alıyordum. Sipariş veren iki gün sonra telefon edip "Ne biçim film satıyorsunuz, doğru dürüst porno görmek istiyoruz" diye şikâyet ediyordu. Ben de patrona "Küfür yemekten bıktım, doğru dürüst bir şeyler yapalım" dedim. O da "Oyuncu bulmak zor, kimi oynatacağız" diye dert yanınca, "Ben oynarım, kadını da ayarlayacağım" dedim. 2000 yılında senaryosunu; daha doğrusu bizde senaryo pek olmaz da doğaçlama bir planlama yaptım. İş arayan bir kadın büroya geliyor ben de ona diyorum ki: "Sekreterden sadece buradaki dosyaları toplamasını istemeyiz, başka şeyler de isteriz." O da "Seksi ben de severim" diyor. "O zaman bir deney yapalım falan" diyorum. Filmi piyasaya bir sürdük... Telefonlar susmuyor. "Bunun devamını yapın" diyorlar. 2001 yılında Köylü Kızı’nı çektikten sonra "Bu işi profesyonelce yapacağım" dedim. Yanıyorum Doktor Şahin. Hem konu olarak hem içerik olarak sosyal mesajlar veriyor... Almanya’da sadece şirketlerin girebildiği bir internet sayfası var. Giriyorsun sayfaya, bakıp buluyorsun yani. Mesela Hizmetçi Kız’ı çekerken bir sahne vardı. Hizmetçinin oğlunu oynayan çocuğun suratına bir tokat patlatıyorum. Gerçek bir tokat o. Sonra çocuk bir tuhaf oluyor böyle. Onu döverken hizmetçi kızı oynayan hanım da gerçekten ağlıyor. Çünkü zamanında o da babasıyla böyle olaylar yaşamış. Gerdek Gecesi filminde bir kız isteme olayı var. Orada istenilecek kız rolünü oynayan hanım ikinci çekimde yoktu piyasada. Çünkü ben o kadar gerçekçi oynamışım ki, kadının gerçek hayatından bir kesit varmış orada. O çekim bitti, yeni sahneye geçeceğiz ama kadın yok piyasada. Gitmiş, dolaptan bir şişe viski almış, bitirmiş. Sekiz saat ayılmasını bekledik. Ayrılırken çok ağlıyorlar. Yemin ederim. Kadınlar da ağlıyor erkekler de. Sette o kadar güzel bir aile ortamı oluyor ki. Akşamları oturuyoruz, içkimi içiyoruz, herkes birbirine başından geçenleri anlatıyor. Kamera önünde herkes yaptığını iş olarak görüyor. Tabii ki. Türkiye’de tanındığım kadar Almanya’da da tanınıyorum. Benimle fotoğraf çektirenleri görenler şaşırıyor. "Erkeklerin kadın hayranları olur, bu adamın erkek hayranları var" diyorlar. O insanların biraz da fantezilerini kamerada yansıtıyorum. Çoğu insan, hele de bizim Türk insanı partnerine söylemeye utanıyor fantazisini. Ben çekinmeden her şeyi yapıyorum. Gerçek Recep İvedik benim. 2007’de porno film işini bıraktım. Hâlâ çok büyük ısrarlar, yalvarmalar var ama geride bıraktım o günleri. İnsanlar beni pornocu Şahin K. diye değil komedyen Şahin K. olarak hatırlasınlar. Bu işe başlamadan önce 24 saat hiç uyumadan "Yapsam mı yapmasam mı" diye düşündüm. Hırsım ve kinim daha ağır bastığı için bazı şeyleri yapacağım dedim. Utanacak olsaydım zaten başlamazdım. Şu an aile ikiye bölünmüş durumda. Fakat annem babam bana hep destek. Onlar işin aslını, benim neden başladığımı bildikleri için istemeseler de kabullenmek zorunda kaldı. Çocuğum var. Ben zaten şu an çocuğumla görüşmüyorum. O annesinde. Biz ayrıldığımızda altı yaşındaydı. Tabii anlatacağım. Başkasından duyacağına benden duysun. Her konuda açık ve demokrat bir adamım. Elbette ki kötü tepkiler de alıyorum. Ama teraziye vurduğum zaman olumlular ağır basıyor. Bu yüzden diğerleri vız gelir yani. Komediye yöneldik. Aslında bana çok teklif geldi. Piyasada rekor kıran filmlerden de teklif aldım. Ama kabul etmedim. Çünkü ben kafama, sistemime uygun, hafif komik bir ekip arıyorum. Medya Mühendisi’ndeki arkadaşları buldum. Aynen öyle. Zaten artık sevenler de çok bastırıyorlar. Şu an internete iki tane kısa filmimiz dönüyor ve tıklanma rekorları kırıyor. Uzun metraja bir ön hazırlık yaptık. En kısa zamanda da başlayacağız. Bilinçli insanlar benden hiçbir zaman çekinmiyor. Çünkü onlar filmlerde rol yaptığımı biliyor. Normal hayatta bambaşka bir Şahin K’yım. ABD’liler 10 filmimin gösterim haklarını aldı Kazanamadım. Kesinlikle tanınıyorum. 10 filmimin gösterim haklarını satın aldılar. Film icabı 3-4 kadınla birlikte olursunuz. Porno benim için iş. Kamera stop deyince normal hayatıma kaldığı yerden devam ederim. Bir yakalanma olayı oldu. Hapis yattım 10 gün biliyor musunuz? O işlere girme boşver, geçti arkada kaldı. Zaten o iş uzun sürseydi Avrupa Birliği’ni falan ayaklandıracaktım. Tombullar da iyidir de, ben kuru kadınları daha çok seviyorum. Tabii ki fantezi. Fantezi olmadığı zaman seks hayatı bitmiş demekti Playboy Mansion. Jenna Jameson. Orta yaşlı. Sahil kenarı. 5. Küçük ayak. Otomobil. **Türk porno starı Şahin K, pornoya nasıl başladığını, ailesiyle ilişkilerini, çocuğuyla görüşüp görüşmediğini anlattı. Şahin K, her şeyden önce çok komik bir adam, olayları kendine ait bir gözlükten görüyor ve son derece doğal bir şekilde anlatıyor. Bugün geldiği noktaya bir dramın itici gücüyle ulaşmış ama bu noktadan sonra komediden başka bir şey yapmaya niyeti yok gibi gözüküyor. İşte yakında uzun metraj bir film için kamera karşısına geçecek olan Şahin K’nın gerçek hayat hikâyesi...** Haber Türk gazetesinde bugün (4 Temmuz 2010) yayımlanan söyleşinin tam metni şöyle Haber Türk gazetesinde bugün (4 Temmuz 2010) yayımlanan söyleşinin tam metni şöyle ***** Şahin K kimdir?**Bir Anadolu delikanlısı, 90’larda Almanya’ya gitmiş, orada aradığını bulamamış biri. ***** Almanya’ya çalışmak için gittiniz değil mi?**Evlenince gittim. Sonra boşandım. ***** Nasıl başladınız bu tür filmler çekmeye?**Size bir şey itiraf edeceğim: Bu işe başlamamın esas sebebi aşk ihanetidir. ***** Çok mu âşıktınız?**Biraz da intikam amaçlı çektim bu filmleri. ***** Sizi küçümsedi mi?**Evet. ***** Zengin kız fakir erkek durumu yüzünden mi?**Evet. Aynen öyle. ***** Porno sizin isyanınız mı?**Evet, gerçekten porno benim isyanım. Sevgi, aşk, delikanlılık, dürüstlük, doğruluk madem bir şeye yaramıyor, ben de kopardım ipleri. "Bir gün bir yerlere geleceğim, beni küçümseyen o insanlar da bunu görecek" dedim. ***** Peki sizi hiç aramadı mı?**Aramaya gücü yoktu. Arayamazdı. ***** Olay nedir?**İhanet. ***** Hmm. Kız arkadaşınız size ihanet etti.**Eşimdi. ***** Sizi kim keşfetti?**İşin aslı, tam o zamanlar eşimden ayrılmıştım. Yalnızdım. Fabrikada işçi olarak çalışıyordum. İşten sonra, bir matbaada 70’li yılların erotik filmlerini satan bir arkadaşın telefonlarına falan bakıp siparişleri alıyordum. Sipariş veren iki gün sonra telefon edip "Ne biçim film satıyorsunuz, doğru dürüst porno görmek istiyoruz" diye şikâyet ediyordu. Ben de patrona "Küfür yemekten bıktım, doğru dürüst bir şeyler yapalım" dedim. O da "Oyuncu bulmak zor, kimi oynatacağız" diye dert yanınca, "Ben oynarım, kadını da ayarlayacağım" dedim. 2000 yılında senaryosunu; daha doğrusu bizde senaryo pek olmaz da doğaçlama bir planlama yaptım. İş arayan bir kadın büroya geliyor ben de ona diyorum ki: "Sekreterden sadece buradaki dosyaları toplamasını istemeyiz, başka şeyler de isteriz." O da "Seksi ben de severim" diyor. "O zaman bir deney yapalım falan" diyorum. Filmi piyasaya bir sürdük... Telefonlar susmuyor. "Bunun devamını yapın" diyorlar. 2001 yılında Köylü Kızı’nı çektikten sonra "Bu işi profesyonelce yapacağım" dedim. ***** İzleyici rekoru kıran filminiz hangisi?**Yanıyorum Doktor Şahin. Hem konu olarak hem içerik olarak sosyal mesajlar veriyor... ***** Oyuncuları nereden buluyorsunuz?**Almanya’da sadece şirketlerin girebildiği bir internet sayfası var. Giriyorsun sayfaya, bakıp buluyorsun yani. ***** Filmleri çekerken başınıza ilginç şeyler geliyordur kesin...**Mesela Hizmetçi Kız’ı çekerken bir sahne vardı. Hizmetçinin oğlunu oynayan çocuğun suratına bir tokat patlatıyorum. Gerçek bir tokat o. Sonra çocuk bir tuhaf oluyor böyle. Onu döverken hizmetçi kızı oynayan hanım da gerçekten ağlıyor. Çünkü zamanında o da babasıyla böyle olaylar yaşamış. Gerdek Gecesi filminde bir kız isteme olayı var. Orada istenilecek kız rolünü oynayan hanım ikinci çekimde yoktu piyasada. Çünkü ben o kadar gerçekçi oynamışım ki, kadının gerçek hayatından bir kesit varmış orada. O çekim bitti, yeni sahneye geçeceğiz ama kadın yok piyasada. Gitmiş, dolaptan bir şişe viski almış, bitirmiş. Sekiz saat ayılmasını bekledik. ***** Filmde o olaylar oluyor sonra bitiyor, "Hadi byby" deyip gidiyor musunuz?**Ayrılırken çok ağlıyorlar. Yemin ederim. Kadınlar da ağlıyor erkekler de. **GERÇEK RECEP İVEDİK’İM****** * Nasıl yani oyuncular mı ağlıyor? Neden ağlıyorlar?**Sette o kadar güzel bir aile ortamı oluyor ki. Akşamları oturuyoruz, içkimi içiyoruz, herkes birbirine başından geçenleri anlatıyor. ***** Aile ortamından sonra ertesi gün nasıl o film çekiliyor?**Kamera önünde herkes yaptığını iş olarak görüyor. ***** Almanya’da tanınıyor musunuz?**Tabii ki. Türkiye’de tanındığım kadar Almanya’da da tanınıyorum. Benimle fotoğraf çektirenleri görenler şaşırıyor. "Erkeklerin kadın hayranları olur, bu adamın erkek hayranları var" diyorlar. O insanların biraz da fantezilerini kamerada yansıtıyorum. Çoğu insan, hele de bizim Türk insanı partnerine söylemeye utanıyor fantazisini. Ben çekinmeden her şeyi yapıyorum. ***** Recep İvedik ile tarz olarak bir benzerlik var mı?**Gerçek Recep İvedik benim. ***** Yeni filmden bahsedelim mi?**2007’de porno film işini bıraktım. Hâlâ çok büyük ısrarlar, yalvarmalar var ama geride bıraktım o günleri. İnsanlar beni pornocu Şahin K. diye değil komedyen Şahin K. olarak hatırlasınlar. ***** Filmler yüzünden hiç utandığınız ya da pişmanlık duyduğunuz oldu mu?**Bu işe başlamadan önce 24 saat hiç uyumadan "Yapsam mı yapmasam mı" diye düşündüm. Hırsım ve kinim daha ağır bastığı için bazı şeyleri yapacağım dedim. Utanacak olsaydım zaten başlamazdım. ***** Aile baskısı gördünüz mü? Ailenizle görüşüyor musunuz?**Şu an aile ikiye bölünmüş durumda. Fakat annem babam bana hep destek. Onlar işin aslını, benim neden başladığımı bildikleri için istemeseler de kabullenmek zorunda kaldı. ***** İlerde bir çocuğum olur, ona bunu nasıl anlatırım, diye düşünmediniz mi hiç?**Çocuğum var. ***** Peki hiç sorun oldu mu bu konu çocuğunuz için?**Ben zaten şu an çocuğumla görüşmüyorum. O annesinde. Biz ayrıldığımızda altı yaşındaydı. ***** Peki ileride bir çocuğunuz daha olsa, "Bu işi ona anlatırım" diyor musunuz?**Tabii anlatacağım. Başkasından duyacağına benden duysun. Her konuda açık ve demokrat bir adamım. ***** Kötü tepki alıyor musunuz?**Elbette ki kötü tepkiler de alıyorum. Ama teraziye vurduğum zaman olumlular ağır basıyor. Bu yüzden diğerleri vız gelir yani. **KOMEDİYE YÖNELDİM****** * Yeni filme dönelim.**Komediye yöneldik. Aslında bana çok teklif geldi. Piyasada rekor kıran filmlerden de teklif aldım. Ama kabul etmedim. Çünkü ben kafama, sistemime uygun, hafif komik bir ekip arıyorum. Medya Mühendisi’ndeki arkadaşları buldum. ***** Bomba bir film mi geliyor?**Aynen öyle. Zaten artık sevenler de çok bastırıyorlar. Şu an internete iki tane kısa filmimiz dönüyor ve tıklanma rekorları kırıyor. Uzun metraja bir ön hazırlık yaptık. En kısa zamanda da başlayacağız. ***** Peki kadınlar size nasıl yaklaşıyorlar?**Bilinçli insanlar benden hiçbir zaman çekinmiyor. Çünkü onlar filmlerde rol yaptığımı biliyor. Normal hayatta bambaşka bir Şahin K’yım. ABD’liler 10 filmimin gösterim haklarını aldı **ABD’LİLER 10 FİLMİMİN GÖSTERİM HAKKINI ALDI** ** * Porno filmlerden çok para kazandınız mı?*** Porno filmlerden çok para kazandınız mı? Kazanamadım. ***** ABD’de tanınıyor musunuz?**Kesinlikle tanınıyorum. 10 filmimin gösterim haklarını satın aldılar. ***** Peki bir porno filmin çekiminde günde ortalama kaç kadınla sevişmek gerekir?**Film icabı 3-4 kadınla birlikte olursunuz. ***** İnsan günde 3-4 kadınla birlikte olduktan sonra evde karısıyla birlikte olabilir mi?**Porno benim için iş. Kamera stop deyince normal hayatıma kaldığı yerden devam ederim. ***** Halka açık bir yerde seviştiğiniz için hapse girmişsiniz.**Bir yakalanma olayı oldu. Hapis yattım 10 gün biliyor musunuz? O işlere girme boşver, geçti arkada kaldı. Zaten o iş uzun sürseydi Avrupa Birliği’ni falan ayaklandıracaktım. **ŞAHİN K'NIN SEÇİMİ****** * Tombul kadın mı kuru kadın mı?**Tombullar da iyidir de, ben kuru kadınları daha çok seviyorum. ***** Fantazi mi fantaziye gerek yok mu?**Tabii ki fantezi. Fantezi olmadığı zaman seks hayatı bitmiş demekti ***** Mickey Mouse mı Playboy Mansion mı?**Playboy Mansion. ***** Jenna Jameson mu Sibel Kekilli mi?**Jenna Jameson. ***** Genç mi orta yaş mı?**Orta yaşlı. ***** Sahil kenarı mı orman mı?**Sahil kenarı. ***** 3-4-5 mi 2 mi?**5. ***** Küçük ayak mı büyük ayak mı, yoksa önemli değil mi?**Küçük ayak. ***** Kamyon mu otomobil mi?**Otomobil. ## Okuyucu Yorumları
209006
haber
Türkiye ekonomisinin son durumu
null
# Türkiye ekonomisinin son durumu ## İspanya’nın ya da İtalya’nın krizden o kadar hızlı çıkması kolay değil. Çünkü ne konjonktür çıkışa uygun ne de likidite 2000’lerin ilk yıllarındaki kadar hareketli **Mahfi Eğilmez** 2012 yılının ikinci yarısındayız. Japonya 20 yıldan bu yana krizin içinde. Bazı yıllarda cıkacakmış gibi oluyor ama bir türlü o girdiği durgunluktan sıyrılıp çıkamıyor. 2006 yılında ABD’de başlayan subprime mortgage krizi 2008’de Lehman Brothers kriziyle zirveye ulaştı. ABD, krizden çıkacak derken 2010 yılından başlayarak Avrupa krize girdi. Avrupa krizden çıkamadığı gibi koşullar giderek ağırlaşıyor. Gelişme yolundaki ülkelerin en büyük GSYH’ya sahip olan iki üyesi Çin ve Hindistan durgunluğa girme aşamasında görünüyor. Birbirine bu kadar entegre hale gelmiş bir küresel sistemde krizin bulaşıcılığını önlemek neredeyse imkansız gibi. Türkiye ekonomisi 2001 yılında krize girdi. Küresel sistemin yükseliş dönemiydi. Likidite bol ve risk alma arzusu yaygındı. IMF, kriz öncesi ve sonrasında Türkiye’ye 45 milyar dolar dolayında destek verdi. Türkiye bu desteği kullanarak, IMF programını tavizsiz uygulayarak ve küresel sistemin büyüme döneminde olmasından yararlanarak krizden hızla çıkmayı başardı. Bugün aynı koşullar mevcut değil. Yani örneğin İspanya’nın ya da İtalya’nın krizden o kadar hızlı çıkması kolay değil. Çünkü ne konjonktür çıkışa uygun ne de likidite 2000’lerin ilk yıllarındaki kadar hareketli. 2012 yılının ikinci yarısında Türkiye’nin ekonomik görünümünü grafikler yardımıyla özetlemeye çalışalım. **(1) Ekonomi eski hızında olmasa da büyümeye devam ediyor.** Aşağıdaki grafikte mavi çizgi sanayi üretimini, kırmızı çizgi de ekonomik büyümeyi üçer aylık dönemler itibariyle gösteriyor. Sanayi üretimi de büyüme de 2011’den itibaren ivme kaybediyor. Buna karşılık her ikisi de henüz alarm verecek bir düşüş içinde görünmüyor. Ayrıca sanayi üretiminde 2012’nin 2. çeyreğinde başlayan yükseliş eğilimi büyümenin de toparlanmaya başlayacağının işareti olarak kabul ediliyor. Yılsonu için yapılan büyüme tahminleri başlangıçta yapılan tahminlere göre giderek yükseliyor. Beklentiler büyümenin yüzde 4’ün altında kalmayacağı hatta yüzde 5’in üzerine çıkabileceği yönünde. Buna karşılık uluslararası kuruluşlar (IMF, OECD) daha kötümser büyüme tahminleri yapıyor. **(2) İşsizlik düşüyor** Aşağıdaki grafikte 2010 yılında bu yana aylık bazda işsizlik oranları yer alıyor. İşsizlik, küresel krizin Türkiye ekonomisini en fazla etkilediği 2010 yılında zirve yapmış ve o noktadan başlayarak inişe geçmiş görünüyor. Buna karşılık bu iniş sürekli bir iniş olmaktan çok inişli çıkışlı bir seyir izlemiş bulunuyor. 2012 yılı başlarında yeniden çıkışa geçen işsizlik oranı izleyen aylarda tekrar aşağıya dönmüş durumda. Yılsonu için yapılan işsizlik tahminleri genellikle yüzde 10 ile 10,5 aralığında toplanıyor. İşsizliğin bir süre daha düşmeye devam etmesi ve son çeyrekte tekrar yükselerek yılı yüzde 10 düzeyinde tamamlaması beklentisi giderek ağırlık kazanıyor. **(3) Cari açık düşüyor** Aşağıdaki grafikte 2005 yılından bu yana 12 aylık bazda cari açığın GSYH’ya oranı gösteriliyor (sıfır çizgisinin yukarıda olduğu ve aşağıya doğru uzaklaşmanın cari açığın büyümesi anlamına geldiğine dikkat edilmelidir.) 2009 yılında krizin etkisiyle küçülen ekonomik büyümeye eşlik ederek küçülen cari açık 2011 yılında yüzde 9,9 oranına ulaşarak Türkiye açısından bütün zamanların rekorunu kırmış bulunuyor. Buna karşılık 2012 yılında cari açıkta bir gerileme ortaya çıkmış bulunuyor. Başlangıçta cari açığın yılsonunda yüzde 8,5 – 9 aralığında bir oranda olacağı beklentisi egemenken şimdilerde beklenti yüzde 7 – 7,5 aralığına gerilemiş bulunuyor. **(4) Bütçe açığı artmaya başladı** Aşağıdaki grafik 2012 yılında aylık bazda bütçe açıklarını sergiliyor. Bütçede giderler sürekli, gelirler de aydan aya değişkenlik gösterdiği için dönemsel açıklar ve fazlalar oluşması doğaldır. Kamu giderleri aşağı yukarı her ay aynı biçimde tekrarlanır. Maaş ödemeleri, sağlık giderleri, cari giderler üç aşağı beş yukarı her ay birbirine yakın düzeydedir. Buna karşılık gelir vergisi, kurumlar vergisi, motorlu kara taşıtları vergisi gibi dolaysız vergiler taksitler halinde alındığı için bütçe gelirleri ve dolayısıyla bütçe dengesi dalgalı bir görünüm sergiler. Ne var ki bu yıl hem büyümenin düştüğü hem de cari açığın ve dolayısıyla ithalatın gerilediği bir ortamda KDV ve ÖTV başta olmak üzere dolaylı vergiler tahsilatında bir düşüş olması beklenmektedir. Zaten ilk altı ayda giderler % 18 artarken gelirlerin artışı yüzde 7 oranında kalmıştır. Başlangıçta yılsonu bütçe açığı tahmini yüzde 1,5 dolayındayken şimdilerde bu tahmin biraz daha yukarı çekilmektedir. **(5) Enflasyonda düşüş bekleniyor** Aşağıdaki grafik enflasyondaki (TÜFE) gelişimi gösteriyor. Grafikten de görülebileceği gibi enflasyon inişli çıkışlı bir trend izliyor görünse de yüzde 10 düzeyine geri dönmeye oldukça fazla eğilimli bir salınım içinde bulunuyor. 2011 yılında en düşük düzeye gerilemiş olan enflasyon 2012 başında tekrar yükselmiş ve ardından inişe geçmiş bulunuyor. Son aydaki sıçrama ise geçen yılın aynı ayında yaşanan yüzde 2,5 dolayındaki eksi enflasyonun yarattığı baz etkisinin bir sonucudur. Başlangıçta yüzde 8 dolayında beklenti söz konusuyken şimdilerde yılsonu enflasyon beklentisi TCMB’nin tahmini olan yüzde 6,5’lere kadar düşmüş durumda. ## Değerlendirme Küresel sistemin, özellikle de gelişmiş ekonomilerin, kriz yaşadığı bir ortamda Türkiye ekonomisi, benzeri öteki yükselen piyasa ekonomileri gibi krize girmeksizin devam edebilen bir görünüm sergilemektedir. Bu görünümün ne kadar süreceği gelişmiş ekonomilerin durumuyla yakından ilgilidir. Küresel sistemin yüzde 60’ını üreten ABD, Euro Bölgesi, Japonya ve Çin’in krizden daha da fazla etkilenmeleri halinde krizin yükselen piyasa ekonomilerine de yansıması kaçınılmaz olacaktır. Şimdilerde yapılan tahminler Avrupa’nın krizden çıkmasının zor olduğu ve bu durumun ister istemez daha yaygın bir küresel krize yol açacağı biçimindedir. Böyle bir gelişmenin Türkiye’yi de etkilemesi doğaldır. Şimdilik durumumuz iyi görünse de 2012 sonu ve 2013 yılı Türkiye dışından kaynaklanan ve giderek artan sıkıntılara neden olacak gibi duruyor. *www.mahfiegilmez.com'dan alınmıştır.* ## Okuyucu Yorumları
223190
haber
'Türkiye Pınar Selek’i taciz etmeye son versin!..'
null
# 'Türkiye Pınar Selek’i taciz etmeye son versin!..' ## Fransa'da Pınar Selek için yayımlanan ortak bildiri: Selek, Türkiye’de azınlıklar olarak nitelenen kesimlerin dışlanma mekanizmalarını anlama isteğine çok yüksek bir bedel ödeyen tek kişi değil Fransa'da Uluslararası Sosyoloji Derneği, Avrupa Sosyoloji Derneği, Fransız Sosyoloji Derneği, Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi başkan ve yöneticilerinin de aralarında bulunduğu çok sayıda aydın ve akademisyen Pınar Selek için ortak bildiri yayımladı. Le Monde'da yayımlanan bildiride "Türkiye Pınar Selek'i taciz etmeye son versin" dendi. Şirin Tekeli'nin çevirdiği ortak basın açıklamasının tam metni ile ve imzalayanların listesi şöyle: ## 'Türkiye, Pınar Selek'i taciz etmeye son versin' Dünya genelindeki pek çok sosyolog gibi Pınar Selek de, toplum tarafından ezilenler üzerine ve onlarla birlikte çalışmayı seçti. Dışlanma konusunda uzmanlaşmış, feminist ve barış yanlısı bir sosyolog olan Pınar, daima araştırmasına konu olan insanların (sokak çocukları, transseksüeller, kadınlar, Kürtler) haklarını kazanmalarından yana oldu ve bu doğrultuda militanca çalıştı. 1998’de Türk polisi onu tutukladı ve savaşla ilgili bir sözlü tarih projesi çerçevesinde görüştüğü altmış kadar Kürt militanıyla ilgili bilgi istedi. Pınar isimleri vermeyi ret etti. Bu reddin nedeni çok açıktı. Sosyologların benimsedikleri temel bilimsel ahlak kuralına karşı çıkamazdı. Bu kural, sosyologun araştırması çerçevesinde yaptığı görüşmelerin gizliliğini öngörür. Pınar sorularına cevap vermeyi kabul etmiş insanların güvenini sarsmamak, onları tehlikeye atan kişi olmamak için tutuklandığı 7 gün boyunca işkence gördü, dayak yedi, elektroşok yaşadı, "Filistin" askısına alındı. Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısı onu PKK üyesi olmakla suçladı. Birkaç hafta sonra da, hiç bir zaman gerçekleşmemiş bir bombalı saldırının faili olarak tutukladı. Uzmanlar bir süre sonra, 19 Temmuz 1998’de Mısır Çarşısı’nda meydana gelen patlamanın gaz kaçağından kaynaklandığını saptadılar. Ancak bu gelişme Türk hukuk sistemini etkilemedi ve Pınar Selek on beş yıldır aynı suçlamanın zanlısı olarak yaşıyor. 2000 yılında iki buçuk yıl hapis yattıktan sonra serbest kalan Pınar, 2006, 2008 ve 2011’de mahkeme kararıyla üç kez beraat etti. Ancak her beraat kararının ardından iktidar ve devlet adına hareket eden savcı beraat kararına itiraz etti. Bu siyasi ve hukuki saldırı doruk noktasına 22 Kasım 2012 tarihli celsede ulaştı. İstanbul 12. Ceza Mahkemesi, daha önce Pınar’ı üç kez beraat ettirmişken, 9 Şubat 2011 tarihli kendi kararını usulsüzlük gerekçesiyle bozdu. Mahkeme başkanı sağlık nedenlerini öne sürerek bu celseye katılmamıştı. Bu anlaşılması zor karar, hukuka da aykırıydı. Zira 12. Ceza Mahkemesi kendini Yargıtay’ın yerine koymuştu. Hukukun Türk hukuk aygıtının umurunda olmadığı bir kez daha gözler önüne serildi. 13 Aralık tarihli bir sonraki celsede Pınar’a yöneltilen suçlama tekrarlandı ve istenen ceza müebbet hapis olarak belirlendi. İşlenmemiş bir suç için bu kadarı da fazlaydı. 24 Ocak 2013 tarihli celsede, on beş yıllık baskının sona ereceği yönünde umutlar yüksekti. Ceza usul kurallarına saygı gösterilmesi, adil ve hakkaniyetli bir yargıya dönülmesi, o güne kadar devletin savcıları tarafından göz göre göre inkar edilmiş masumiyet karinesinin uygulanması, böylece Pınar için nihayet Boğaz kıyısında yakınlarıyla birlikte normal bir hayatın başlaması bekleniyordu. Ancak mahkeme farklı bir karar verdi: İkiye kaşı bir oyla (bu kez daha önce mazeret belirten yargıç da otuma katılmıştı) Pınar Selek’i 36 yılı kesin olmak üzere müebbet hapse mahkum etti ve hakkında tutuklama emri çıkardı. Pınar’ın halen yaşamakta olduğu Fransa’nın araştırmacıyı koruyacağından kuşku edilemez. Gene de bu onun için sürgüne mahkum olmak olgusunu ve keyfi, şiddete dayalı bir sistemin onun peşini bırakmaması tehlikesini ortadan kaldırmıyor. Pınar Selek, Türkiye’de "azınlıklar" olarak nitelenen kesimlerin dışlanma mekanizmalarını anlama isteğine çok yüksek bir bedel ödeyen tek kişi değil. O, bu insanların hangi koşullar altında yaşadıklarını anlamak ve anlatmak istemişti. Benzer nedenlerle takip edilen, baskı altında tutulan araştırmacıların, gazetecilerin, avukatların, yazarların sayısını tam olarak bilemiyoruz. Bazıları hapishanelerde yatıyor. Ancak Pınar’ın durumu çok özel. Hatta bu konuda sosyolojik bir çözümleme yapılabilir. Türkiye devletinin içindeki egemen ve yargı üzerinde güçlü baskı icra eden bir grup –uzlaşma halindeki muhafazakar Kemalistler ve aşırı milliyetçiler- Pınar’ın ilk günahını bağışlamaktan çok uzak görünüyor. O günah da, genç, görece iyi halli bir aileden gelen ve bağımsız aydın kimliğiyle, yoksunların, damgalanmış cinsel azınlıkların durumlarına ve Kürt sorununa bilimsel bir ilgi duymak idi. Ne var ki, nesnelleştirme ve mesafe koymanın, sürekli gerekli olsa da yeterli olmadığı bir an gelir. Pınar’ın Strasbourg Üniversitesi’ndeki meslektaşları, Fransa’da, Avrupa’da ve dünya genelinde sosyologlar ile uluslararası bilimsel topluluk, Pınar’ın sosyoloji suçuna çarptırılmasını ret ediyor. Bizler ayrıca çeşitli üniversite ve araştırma merkezlerinde "Pınar Selek araştırma özgürlüğü" komiteleri kurulmasını öneriyoruz. Böylece Türkiye’nin bu adalet maskaralığına son vermesini ve mahkemelerin daha önce üç kez kabul ettikleri gibi araştırmacının masumiyetini teslim etmelerini bekliyoruz. Bu, Pınar için verilen bir mücadele olduğu kadar, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 19. Maddesinde garanti altına alınmış olan araştırma özgürlüğü için de verilen bir mücadeledir. Michael Burawoy - Uluslararası Sosyoloji Derneği (AIS/ISA) Başkanı, Pekka Sulkanen - Avrupa Sosyoloji Derneği (ESA) Başkanı, Didier Vrancken - Fransızca Konuşan Sosyologlar Derneği (AISLF) Başkanı, Didier Demazière - Fransız Sosyoloji Derneği (AFS) Başkanı, Laurent Willemez - Yüksek Öğrenim Kurumlarındaki Sosyologlar Derneği (ASES) Başkanı, Olivier Martin - Üniversite Ulusal Konseyi "Sosyoloji ve Demografi" Bölümü Başkanı, Philippe Coulangeon - Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi (CNRS) "Sosyoloji ve Hukuk" Bölümü Başkanı, Chiristophe Jaffrelot - Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi (CNRS) "Siyaset, İktidar ve Örgütlenme" Bölümü Başkanı, Michel Wieworka - İnsan Bilimleri Merkezi (FMSH) Başkanı, Uluslararası Sosyoloji Derneği eski (2006-2010) başkanı, Strasbourg Üniversitesi Pınar Selek’i destekleme komitesi. **(Çeviren: Şirin Tekeli, le Monde, 30.01.2013)** ## Okuyucu Yorumları
212050
haber
'Türkiye su kaynakları bakımından zengin ülke değil'
null
# 'Türkiye su kaynakları bakımından zengin ülke değil' ## Stockholm toplantılarında ve BM zirvelerinde bütün boyutlarıyla ele alındığından bu yıl su ile bağlantılı olarak gıda güvenliği konusuna ağırlık verildi Uzmanlar önümüzdeki 30-40 yıl içinde insanlığı tehdit edecek boyutlara ulaşacağı tahmin edilen su ve gıda güvenliği sorununu 22. Uluslararası Stockholm Su Haftası’nda tartıştı. 100'ün üzerinde oturumda, suyun tasarruflu kullanımı, tarımda su, gıda üretimi ve su, kuraklık, suların idaresi, sınır aşan sular, iklim değişikliği gibi sorunlar ele alındı. Su sorunu gerek 22 yıldır toplanmakta olan Stockholm toplantılarında gerekse diğer ülkelerde düzenlenen konferanslarda ve BM zirvelerinde bütün boyutlarıyla ele alındığından bu yıl su ile bağlantılı olarak gıda güvenliği konusuna ağırlık verildi. Konferansa sunulan raporlardaki tablo hiç iç açıcı değildi. 900 milyonu açlık sınırında yaşayan, 2 milyarı yetersiz beslenen buna karşılık 1,5 milyarı da gereğinden çok fazla tüketen insanlığı, bu yaşam biçimi devam ettiği takdirde 2050’ye doğru su ve gıda sıkıntısının beklediğini gösteriyordu raporlardaki analizler. Uzmanlara göre gıda sıkıntısıyla yüz yüze gelmemek için, hükümetlerin de, tek tek bütün bireylerin de, su kaynaklarını, tarım alanlarını verimli şekilde kullanmalarından başka çıkar yol yok. ## 'Türkiye dünya ortalamasının altında' Konferansa BM Kalkınma Programı’nda çalışan uzmanlardan Doç. Boğaçhan Benli ile Yüksek Maden Mühendisi Ceyda Alpay da katıldı. Oturumdan oturuma koşan Türk uzmanlarla Türkiye’nin su ve gıda sorunu konuştuk. Ziraat Mühendisi Doç Boğaçhan Benli’ye göre Türkiye su kaynakları bakımından zannedildiği gibi zengin bir ülke değil: "Türkiye’ye Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinden bakarsanız su zengini olarak gözüküyor. Çünkü birçok akarsuyu ve tatlı su kaynağı var. Ama Avrupa’dan ve Kuzey Amerika ülkelerinden bakarsanız maalesef Türkiye su fakiri bir ülke. Kişi başına düşen iki bin metre küp su ile Türkiye dünya ortalamasının altında olduğundan su fakiri bir ülkedir." "Bilinç düzeyinin artmasıyla Türkiye’de suyun rasyonel kullanımına bir ölçüde geçildi. Kaynakların tükenmesi, iklim değişikliği, tarımdaki değişiklikler, bitki örtüsündeki etkileri konusunda halk bilinçlendiğinden rasyonel kullanıma geçildiğini söyleyebilirim. Örneğin çiftçiyle konuşunca bizden daha fazla bilgi verebiliyorlar. Bu yıl şu kadar yağış vardı, benim üretimim bundan şu kadar etkilendi ve bundan sonra şöyle yaklaşmalıyım diyebiliyor bugün çiftçi." Bilindiği gibi su kaynaklarının yüzde 70’i tarımda kullanılıyor. Hedef sulamada gelişmiş teknoloji kullanarak bu oranı düşürmek. Daha da önemlisi tarım ilaç ve gübreleri yüzünden yeraltı sularının kirlenmesini önlemek. Doç Boğaçhan Benli’ye, Türkiye’deki yeraltı suları önlem alınmadığı takdirde kirlenme tehlikesi altında olduğunu söyleyen Benli "Doğal su kaynaklarını tehdit eden çeşitli unsurlar var. Bunlar tarımsal ilaçlar, tarımsal gübreler, endüstriyel atıklar, kentsel atıklar ve hepsinin üzerine bir de iklim değişikliği faktörünü koyarsanız su kaynakları büyük bir tehdit altında. Su kaynaklarının yok olmasından ziyade, kalitesinin bozulması en büyük tehdit." dedi. ## Gıda sıkıntısı tehlikesi Peki verimli topraklara sahip, Türkiye'de gıda sıkıntısı başgösterebilir mi? Doç Boğaçhan Benli’ye göre tarım üretimi, esas olarak iklim koşullarına, yağan yağmura bağlı. İklim değişikliği yüzünden Türkiye’de de gıda sıkıntısı başgösterebilir. "Unutmamak gerekir ki biz yarı kurak iklim kuşağında olan bir ülkeyiz. O yüzden bizdeki tarımsal üretim yağış rejimine bağlıdır. İklim değişikliğiyle önümüzdeki 10-20-30 yıl içinde yağış rejiminde azalma olursa, o zaman biz gıda güvenliği açısından risk altında olan bir ülke olacağız. Nüfusun da hızlı artışını öngörürseniz o durumda ciddi bir tehlikeden söz edebiliriz." Bütün ülkeler gibi Türkiye’nin de önümüzdeki yıllarda susuzluk ve açlık çekmemek için sularını ve topraklarını akıllıca kullanması gerekiyor. Konferansta bir delegenin işaret ettiği gibi, bugün ayağını yorganına göre uzatmayan yarın dizlerini dövecek ama o zaman da iş işten geçmiş olacak. ** (Deutsche Welle Türkçe)** ## Okuyucu Yorumları
203579
haber
'Türkiye turizm tanıtımında slogan mesajlar vererek ayrıcalık yaratmalı'
null
# 'Türkiye turizm tanıtımında slogan mesajlar vererek ayrıcalık yaratmalı' ## Türk-Amerikan Dernekleri Asamblesi Başkanı Ergün Kırlıkovalı, Türkiye'nin turizm tanıtımına yönelik reklam kampanyalarında slogan yaratılması gerektiğini söyledi **IŞIL ÖZ** Geçenlerde, Türk – Amerikan Dernekleri Asamblesi (The Assembly of Turkish – American Associations – ATAA) Başkanı Ergün Kırlıkovalı’nın ev sahipliğinde, Los Angeles Ticaret ve Turizm Ateşeliği öncülüğünde Los Angeles’taki bütün iş çevreleri ve dernek temsilcilerinin davet edildiği "Türkiye’nin Ticari ve Turistik gelişimi" başlığı altında bir toplantı gerçekleşti. Los Angeles Ticari Ateşeleri Gürkan Süzer ve Murat Gören’in toplantıyla ilgili bir rapor hazırladığı ve hazırlanan raporun ilgili Bakanlığa iletileceği duyuruldu. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın, Türkiye’nin, turizm tanıtımı için 68 milyon euro harcama yapmasının belirlendiğini açıklaması sonrası ATAA Başkanı Ergün Kırlıkovalı ile kısa da olsa bir söyleşi yapma şansım oldu. Kırlıkovalı, "Türkiye, turizm tanıtımı için 68 milyon euro harcayacak" başlıklı haberi okuduğunda çok keyiflendiğini söyledi ve ekledi: "Türk Hava Yolları’nın son yıllarda yaptığı evrensel atakların, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yine evrensel bir tanıtma programı ile geniş şekilde desteklenmesi ve bütünleştirilmesi, Türkiye konusundaki global farkındalığı artıracak ve Türkiye’ye daha fazla ve daha zengin turistlerin gelmesine neden olabilecektir." **LA’deki toplantıda öne çıkan fikirler nelerdi?** Türkiye’nin çok özel niteliklerinin çarpıcı şekillerde vurgulanmasının altını çizdik. Örneğin, öyle bir ülke düşünün ki her metrekaresinden tarih fışkırsın, metro kazısı yaptığınız yerden bile antik çağlara ait inanılmaz batık gemi buluntuları çıksın. Böylesine eşsiz bir ülkeyi, dünyanın en zengin bölgelerinden birisi olan Güney Kaliforniya’da, üstü açık spor arabası ile 405 nolu otoyolda saatte 80 km süratle giden bir Amerikalı’ya nasıl anlatırsınız? Ortak görüşümüz: Dev bir reklam panosu (billboard) ile. **Başarılı bir ilan için kıstas ne olmalı sizce?** Bence kıstas şu olmalı: Bir otoyolda saatte 80 km hızla giden bir insanın dikkatini çekebiliyor mu? Altında tanıtıcı yazılar olan, antik çağlardan kalma bir batık gemi buluntusu fotoğrafı ile pekala ülkenin tanıtımı yapılabilinir. Vereceğiniz mesaj insanın hoşuna gitmeli, onu düşündürmeli, ve o insan işte ve evde çevresine bu mesajı anlatmalı. Yani dikkat çekmek şart. Eninde sonunda bu merak Türkiye’ye bir ziyaretle taçlanır. Tabii böyle bir programda süreklilik de gerekir. ## "Turizmi on iki aya yaymak lazım" "Dünyanın büyük bir kesiminin çok sevdiği ‘Noel Baba’ bizde. İskender’in kördüğümü bir kılıç darbesiyle kestiği yer bizde. ‘Truva Atı’ mitolojisinin geçtiği, ilk paranın basıldığı, ilk kağıdın, ilk hastanenin bulunduğu yerler hep bizde. Her biri için çarpıcı ilanlar serisi oluşturulabilinir. Ilıca ve çamur banyoları turizmi, sağlık turizmi (diş bakımı, saç ekimi, vs.) inanç turizmi (7 kiliseler, Meryem Ana, Aziz Paul ve diğer yerler) doğa turizmi (orman, dağ, çöl, gol, mağara, yeraltı, vs) spor turizmi (meşhur insanlarla saatlik, yarım veya tam günlük spor kampları) elişleri turizmi (halıcılık, ebru, çinicilik, çömlekçilik sanatlarını öğrenme) ve bunun gibi çarpıcı ve heyecanlandırıcı turizm şekillerine yönelmeli. Eğer turizm insan çekmekse, Türkiye’miz baştan aşağı dev bir mıknatıs... Evrensel ve muhteşem bir çekim merkezi..." **Doğa Turizm’i dedinizde aklıma geldi. Yıllar önce Turizm Ateşeliği’ne KuzeyDoğa Derneği ile ilgili bilgi göndermiştim, kimseden ne bir mesaj ne de telefon gelmişti. KuzeyDoğa Derneği gibi çalışan başka önemli derneklerimiz de var hiç kuşkusuz. Turizm açısından da, bu derneklerin desteklenmesi öncelikli olmalı bana kalırsa, ne dersiniz?** Çok haklısınız. Eğer şahıslar şu veya bu nedenle desteklenemiyorsa, en azından evrensel kalite ve değerdeki doğa koruma projeleri desteklenebilmeli ve turizmin kullanımına açılabilmelidir. Sonrasında da bahsettiğimiz tanıtımın önü açılır. Mesela Doç. Dr. Çağan Şekercioğlu’nun KuzeyDoğa Derneği Başkanlığı’yla Türkiye’de elde etmiş olduğu doğa koruma ve yaban hayati araştırma başarısı tüm dünyada poster, afiş ve filmlerde kullanılabilinir. Akademik başarılarının yanında sadece Türkiye’de değil, Etiyopya, Kosta Rika gibi ülkelerdeki çalışmalarının yanı sıra, 2008’de aldığı Whitley ödülü, 2009’da elde edilen RAMSAR ve Avrupa’nın Seçkin Turizm Cennetleri (EDEN) ünvanlarıyla 2011 yılında National Geographic tarafından verilen "Yılın Kâsıfı" ödülü gösteriyor ki bütün dünya bu şahısta bir şeyler görmüş, beğenmiş, ödüller vermiş. Biz de Türk – Amerikan Dernekleri Asamblesi (The Assembly of Turkish – American Associations – ATAA) akademik ve kişisel başarılarından dolayı KuzeyDoğa Derneği Başkanı Doç. Dr. Çağan Şekercioğlu’nu Star Türk (Yıldız Türk) seçtik. Şimdi bu arkadaşın kartal tutan fotoğrafı neden dünya turizm piyasasında kullanılmasın? Söz bile gerekmez: Sadece kartal tutan fotoğraf ve altında, "Kartalların evi Türkiye’yi ziyaret edin!" diye bir slogan. Daha bunun gibi birçok değerimiz var ki her biri Türkiye için bir turizm mıknatısı olabilir. **Dr. Şekercioğlu, Türkiye’nin tanıtımı için elinden geleni yapacaktır eminim ama önceliği Türkiye’deki doğayı korumaya vermeliyiz bence. Kişiye değil kuruma, doğa korumaya yönelik destekler olması şart. KuzeyDoğa Derneği’nin neredeyse tüm desteği buradaki bir kuruluştan alması Türkiye’nin bu konular ile ne kadar ilgili olduğunu gösteriyor. Dileyelim destekler gelsin… İçeride bin bir türlü ihmal varken, politik oyunlar dönerken, "aman memlekete dolar gelsin de, nasıl gelirse gelsin" diyenlere de söyleyecek sözünüz olacağını düşünüyorum. Vahşi kentleşme ile ilgili ciddi bir tehlike ile karşı karşıyayız yine. T24’te yer verdiğimiz "Kaz Dağları başta olmak üzere Türkiye'nin zeytinlikleri artık koruma altında değil" başlıklı haberi görmüş olmalısınız?** Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'nın 3 Nisan 2012’de yaptığı bir yönetmelik değişikliği ile 25 dekar altı zeytinlik alanı yasal korumadan çıkardığını okudum evet. Değişiklik sonucu bu sınırın altındaki bölgeler, her türlü maden, HES ve büyük sanayi tesisine açılmış oluyor. Ben bu ve benzer uygulamaların geri dönülemez tahribatlar yapacağından ve vatanımızın cennetten bir köşe diyebileceğimiz güzellikteki doğa zenginliklerini betonlaştıracağından ciddi olarak endişe etmekteyim. Umarım bo konuda 10-15 yıl sonra haklı çıkmam. Turizm yapacağız diye doğa zenginliklerimizin feda edilmesini doğru bulmam. ## Okuyucu Yorumları
81734
haber
Türkiye yer çekiminin en fazla olduğu bölgede
null
# Türkiye yer çekiminin en fazla olduğu bölgede ## Bu renkli harita yer çekiminin dünya üzerinde her yerde varolan ama çok ufak farklılıklar da içeren etkisini gözler önüne seriyor. - A + **T24 - Bu renkli harita yer çekiminin dünya üzerinde her yerde varolan ama çok ufak farklılıklar da içeren etkisini gözler önüne seriyor. Ancak haritada dikkat çeken en önemli özellik ise kırmızı ile belirtilen yerlerde, yer çekiminin en fazla olduğu bölgelerin 'deprem' kuşağının olduğu görüldü. Buna göre Anadolu yarımadası, Güney Asya, Avustralya, Güney Amerika ve Atlas Okyanusu'nun kuzeyi en riskli bölgeler olarak işaretlendi.** Jeoid olarak bilinen yer çekimi haritasını, Avrupa'nın uzayda seyreden Goce uydusunun gönderdiği verilere borçluyuz. Bu uydunun özelliği, dünyadan uzaklığından ziyade yakın olması. Şu an yörüngesi dünyaya en yakın olan uydu olarak biliniyor. Goce'nin topladığı yer çekimi verileri birçok yönden araştırmacıların işine yarayacak. Örneğin okyanuslardaki dev su kütlesinin ısıyı nasıl hareket ettirdiğinin daha iyi anlaşılmasını sağlıyor. Norveç'de bir sempozyumda sunumu yapılan yeni harita, Avrupa Uzay Araştırmaları Merkezi'nin yerküreyi daha iyi gözlemlemek için giriştiği iddialı bir projenin parçası. Deprem bölgelerinde yer çekimi en fazla Yer çekimi haritasında farklı renklerle gösterilen yer çekimi kuvveti, koyu mavi ile koyu kırmızı arasında renk kuşağı aralığında belirtildi. Mavi olarak gösterilen bölgelerde yer çekiminin diğer bölgelere oranla daha az olduğu hesaplanırken, kırmızı bölgelerde ise yer çekimi kuvvetinin en fazla olduğu görüldü. Harita dikkatle incelendiği takdirde kırmızı ile belirtilen bölgelerin etkin deprem kuşağı üzerinde olduğu bilimadamları tarafından belirtildi. Buna göre Anadolu Yarımadası, Güney Asya, Avustralya, Güney Amerika ve Atlas Okyanusu'nun kuzeyi kırmızı renkle gösterildi. İdeal yüzey 2009 yılında fırlatılan Goce uydusu, güney ve kuzey kutupları arasında dünyadan sadece 254,9 km irtifada mekik dokuyarak hareket ediyor. İçindeki cihazlar o kadar hassas ki, dünyanın yer çekiminde 1/10,000,000,000,000 oranında bir oynamayı dahi saptayabiliyor. Böylelikle artık araştırmacılar, dev sıradağlardan okyanus altındaki derin çukurlara değin dünyanın değişik bölgelerinde çok ufak da olsa varolan yer çekimi farkını ölçebiliyor. Uydunun topladığı iki aylık veriler, jeologların 'jeoid' olarak adlandırdığı haritaya dönüştürüldü. Sözkonusu haritanın her bir noktasında yer çekiminin gücü 90 derecelik dikey bir açıyla kendini gösteriyor. Goce uydusu verilerini değerlendiren heyetin başkanı Profesör Reiner Rummel, ''Varsayımsal bir yüzey'' oluşturduklarını söylüyor: Okyanuslar ''Bu yüzeyin herhangi bir noktasına bir top bıraktığınızı farzedin, olduğu yerde kalacaktır.'' Araştırmacılar, bu ideal yüzeyi belirledikten sonra, dünyanın hangi bölgelerinin ''altta', hangilerinin ''üstte'' kaldığını hesaplıyor. Dünya, hafif yassı bir küreye benzeyen elipsoid şeklinde. İzlanda ve çevresinde bu elipsoidin yaklaşık 80 metre yukarısından geçen yerçekimsel yüzey, Hint Okyanusu'nda da ise 100 metre aşağıya denk düşüyor. Haritada kırmızı renkler ortalama yerçekimi yüzeyinin üstünde, mavi renkler ise altında kalan bölgeleri işaret ediyor. Şayet dünyanın denizlerinde rüzgar, dalga, gel-git olayı veya akıntılar olmasaydı, bu su kütlesinin alacağı ideal şekil jeoid yüzey olacaktı. Dolayısıyla okyanusbilimciler, yeni haritayla çok ilgililer. Okyanusların gezegenin bir ucundan diğer ucuna ısı ve enerjiyi nasıl naklettiğini gösteren iklim modelleri oluştururken, yeni haritanın çok faydalı olacağını söylüyorlar. Magma hareketi Fakat yerçekimi haritasının daha birçok kullanım sahası da var. Örneğin mühendisler, boru hatlarındaki bir sıvının doğal olarak hangi istikamette ilerlemek isteyeceğini ölçmek için, jeoid hesabına başvurabilecek. Yanardağların altındaki magmanın faaliyete geçmesinin, yer çekiminde ufak oynamalara sebep olabildiği biliniyor. Uzmanlar, yer çekimindeki farklılıkları gösteren verilerin, yanardağ patlamalarına ve depremlere maruz kalan bölgelerde yerin altındaki faaliyeti daha iyi anlamamıza yardımcı olacağını söylüyor. ## Okuyucu Yorumları
107744
haber
Türkiye, yolsuzlukta kaçıncı sırada yer aldı?
null
# Türkiye, yolsuzlukta kaçıncı sırada yer aldı? ## Uluslararası Şeffaflık Örgütü, dünyanın yolsuzluk haritasını çıkardı. - A + **T24** - Uluslararası Şeffaflık Örgütü, dünyanın yolsuzluk haritasını çıkardı. Yolsuzluğun en yaygın olduğu ülke Somali olurken, Danimarka, Yeni Zelanda ve Singapur en az yolsuzluk yapılan ülke oldu. Türkiye yolsuzlukta 56. sırada yer aldı.Merkezi Berlin'de bulunan örgütün 178 ülkede yaptığı anketlere dayanarak oluşturulan listeye göre, yolsuzlukta başı Somali çekiyor. Bu ülkeyi Birmanya, Afganistan ve Irak izliyor. Listeye göre, Danimarka, Yeni Zelanda ve Singapur, yolsuzluğun en az olduğu ülkeler sıralamasında ilk üçü paylaşıyor. Türkiye, 56'ıncı sırada. Liste en iyiden en kötüye doğru sıralanıyor. 154'üncü sırada bulunan Rusya, yolsuzluğun en yaygın olduğu ülkeler arasında bulunurken 67'inci sıradaki İtalya, Ruanda'nın gerisine düştü. Çin, listede 78'inci sırada yer aldı. 'Faturayı yoksullar ödüyor' Uluslararası Şeffaflık Örgütü'ne göre, yolsuzluğun faturasını en fazla yoksullar ödüyor. Örgütün Başkanı Huguette Labelle, yolsuzluğun azaltıması için mevcut yasa ve kuralların uygulanmasının sağlanması gerektiğini vurguladı. Labelle, "Bu durum, küresel çapta yönetişimin güçlendirilmesi için daha fazla çaba harcanması gerektiğine işaret ediyor. Birçok kişinin geçimi tehdit altındayken, hükümetlerin şeffaflık ve yolsuzlukla mücadele yolunda verdiği sözleri hayata geçirecek adımlar atmaları gerekiyor" dedi. Listede Şili ve Uruguay Latin Amerika'da yolsuzluğun en az olduğu ülkeler. Orta Doğu'da Katar, Afrika'da ise Botswana diğer ülkelerden daha iyi durumda. Uluslararası Şeffaflık Örgütü'ne göre geçen yıl içinde Çek Cumhuriyeti, Macaristan, İtalya ve Amerika Birleşik Devletleri'nde yolsuzluk arttı. ABD listede 22'nci sırada yer alıyor. ## Okuyucu Yorumları
124914
haber
TÜRKİYE'DE KAÇ KÜRT YAŞIYOR
null
# TÜRKİYE'DE KAÇ KÜRT YAŞIYOR ## Eren Pultar, "Kürtlere dair demografik bulguları" ve "TUİK verileriyle bölgenin durum tespitini" yazdı. Eren PULTAR KONDA tarafından Temmuz 2010 ayında gerçekleştirilen "Kürt Meselesinde Algı ve Beklentiler" araştırmasının yorum raporunda yer alan **> Tarihsel perspektifi Murat Somer’in kaleminden, "Kürt meselesinde son fırsat: dünü ve bugünü barış için yorumlamak" başlığıyla, > Yarına dair öneriyi Bekir Ağırdır’ın kaleminden, "Kürt meselesini yeniden düşünmek / Kürt meselesinde yarın için yeni bir dil ve düşünme modeli önerisi" başlığıyla okumuştunuz. > Bu bölüm "Kürtlere dair demografik bulguları" ve "TUİK verileriyle bölgenin durum tespitini" içermektedir. ** KONDA siyasal araştırmalar dışında iki dizi araştırma sürdürüyor. Birincisi KONDA/BİZ KİMİZ? araştırmaları dizisi. Bu dizide etnik ve inanç grupları temelinde Toplumsal Yapı araştırması (2006), Hayat Tarzları araştırması (2008), Kültürel Değerler Araştırması (2008) ve Kürt meselesi, Algı ve Beklentiler araştırması (2010) gerçekleştirildi. KONDA BAROMETRESİ araştırmalar dizisi ise her ay yapılmakta olup güncel siyaset yanı sıra her ay bir tema etrafında toplumsal eğilimler izlenmeye çalışılmaktadır. Bu araştırmalar veri ve bulguları içinden, zaman zaman bazı özel veri madenciliği çalışmalarıyla Varoşlar, Kürtler gibi özel konularda inceleme ve yayınlar yağılmaktadır. Etnik ve inanç grupları temelinde toplumsal yapı araştırması 19-26 Mart 2007 tarihlerinde Milliyet gazetesinde yayınlaşmıştı. Bu araştırma ve yayın ile ilk kez Kürtler ile ilgili somut demografik bulgular kamuoyu önüne çıkmıştı. Daha sonra 21-27 Aralık 2008 tarihlerinde Radikal gazetesinde Kürtler ve Kürt Sorunu dizisi yayınlanarak Kürtlere ait demografik verilerin yanı sıra ilk kez yaşam tarzları, değerleri, algı ve beklentileri üzerine bulgular kamuoyunun dikkatine sunulmuş oldu. Aynı dizi de Kürt Sorunu etrafındaki değerlendirme ve yorumlarda okurla paylaşıldı. 2010 Temmuz ayında yapılan Kürt Meselesi Algı ve Beklentiler araştırması Kürtlere dair demografik bulguların güncellenmesi ve dört yıldaki değişimlerin izlenmesi olanağını sağladı. Yine bu araştırmanın yanı sıra KONDA Barometreleri araştırmaları da bu verilerin ve değişik temalar etrafında Kürtlerin tercih, algı ve beklentileri hakkında da sürekli veri sağlıyordu. Bu dizi tüm bu araştırma verilerinden derlenmiş Kürtlere dair demografik bilgileri güncellemek, Kürt meselesinde açılım süreciyle başlayan ve halkoylaması süreciyle devam eden gelişmeler ışığında yeni bir değerlendirme yapabilmek amacıyla hazırlanmıştır. Bu verilerden bir kısmı Radikal Gazetesinde 4-5 Aralık 2010 tarihlerinde yayınlanmıştır. ** 1 ETNİK VE DEMOGRAFİK DAĞILIMLAR1.1 Kürtlerin Sayısı**Toplumdaki 18 yaş üstündeki nüfus içinde etnik dağılıma göre, yüzde 76,74’ü Türk, yüzde 14,74 Kürt ve Zaza, diğer etnik kökenlerden olanlar da yüzde 8,5 oranındadır. Türklerin oranı 2006 araştırmasında yüzde 78,1 iken şimdi 76,7’dir. Kürt ve Zazalar’ın beraberce toplam oranı 2006 araştırmasında yüzde 13,4 iken şimdi yüzde 14,7’dir. Diğer etnik kökenler ise her iki araştırmada da yüzde 8,5’dir. TUİK Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi verilerine göre, Türkiye genelinde her 67,1 yetişkin için 32,9 çocuk varken, doğurganlık oranları daha yüksek olduğu bilinen Kürtler için bu oranın farklı olduğu varsayılmalıdır. Araştırmadaki hane halkı kişi sayısı bilgisine ve bazı illerin nüfus artışlarına dayanarak, Türkler ve diğer kimlikler için her 69 yetişkin için 31 çocuk, Kürtler içinse her 58 yetişkin için 42 çocuk şeklinde nüfus oranları olduğunu bir kabul olarak temel alıp hesaplamak toplam nüfus ile ilgili dağılımı gösterecektir. KONDA hesaplamasıyla, tüm Türkiye nüfusu içinde Türklerin yüzde 73,6 ile 53 milyon 377 bin, Kürtlerin yüzde 18,3 ile 13 milyon 261 bin, diğer etnik gruplar toplamının ise, yüzde 8,2 ile 5 milyon 915 bin olduğu sonucuna varılmıştır. Bu sayılar benzer varsayımlarla 2006 araştırmasında da hesaplanmış ve toplam Türkiye nüfusu içinde Türklerin yüzde 76,03, Kürtlerin yüzde 15,68, diğer etnik gruplar toplamının ise yüzde 8,3 olduğu hesaplanmıştı. Hem nüfus artış hızlarındaki farklılık sonucu, hem de son dört yıldır Kürtlerin kimliklerini daha rahat söyleyebilmelerinin etkisiyle bugün toplam içindeki Kürtlerin göreceli yüzdesi artmış görünmesi doğal kabul edilmelidir. Toplumda anadili Türkçe olanlar yüzde 84, Kürtçe olanlar yüzde 12,7, Zazaca olanlar yüzde 1,4 ve diğer diller olanlar yüzde 1,9 oranındadır. Kürtlerin en yüksek oranlarda bulundukları bölgeler Güneydoğu, Ortadoğu ve Kuzeydoğu Anadolu bölgeleriyle İstanbul’dur. Ülkedeki Kürt nüfusun yüzde 17,5 İstanbul’da yaşarken, bu Kürt nüfus İstanbul’un toplam nüfusu içinde de yüzde 14,8’idir. Güneydoğu Anadolu’nun yüzde 64’ü, Ortadoğu Anadolu’nun yüzde 79’u ve Kuzeydoğu Anadolu’nun yüzde 32’si Kürtlerden oluşmaktadır. Aşağıdaki harita, hem her bir coğrafi bölgenin nüfusunda Kürtlerin yoğunluğunu hem Kürtlerin 12 bölgeye dağılımını göstermektedir. Bölgelerin renkleri o bölgedeki Kürt yoğunluğunu, insan figürleri ise 100 Kürt’ün 12 bölgeye nasıl dağıldığını göstermektedir. Bölgelerde Kürt nüfusu ve Kürtlerin bölgelere dağılımı (Kaynak: KONDA bölge verileri) **1.2 Kürt Nüfusta Demografik Özellikler1.2.1 Eğitim Seviyeleri**Eğitim seviyelerine bakıldığında Kürtler ile Türkler arasında oldukça farklı bir tablo ortaya çıkmaktadır. Hiç eğitimi olmayanlar Türklerde yüzde 6,5 Kürtlerde ise yüzde 26’dır. Lise ve dengi okul mezunu olanlar Türklerde yüzde 27,3 Kürtlerde yüzde 18,4, üniversite ve üstü eğitim seviyesinde olanlar Türklerde yüzde 13,3, Kürtlerde ise yüzde 7,3 oranındadır. Alınan eğitimin yıl olarak hesaplaması yapıldığında, ülke genelinde 7,7 yıl olan eğitim süresi, Türklerde 8,1 yıl, Kürtlerde ise 6 yıldır. Türkler ve Kürtler arasında eğitim süresindeki fark, bir önceki kuşakta da vardır. Türklerde bir önceki kuşakta ortalama eğitim 5,1 yıl iken Kürtlerin bir önceki kuşağında ortalama eğitim 3 yıldır. **1.2.2 Hanede Yaşayan Kişi Sayısı**Türklerin yüzde 15,9’u 1-2 kişilik hanelerde, yüzde 66,3’ü 3-5 kişilik hanelerde, yüzde 15,5’i 6-8 kişilik hanelerde yaşarlarken yalnızca yüzde 2,3 oranındaki Türk 9 kişi ve daha fazla nüfuslu hanelerde yaşamaktadır. Kürtlerin ise yüzde 18,5’i 9 ve daha fazla kişinin bir arada olduğu hanelerde yaşamaktadır. Kürtlerin yüzde 35,8’i 6-8 kişilik hanelerde yüzde 41,5’i de 3-5 kişilik hanelerde yaşamaktadır. 2006 araştırmasının bulgularıyla karşılaştırıldığında Türklerde daha küçük hanelerde yaşamaya doğru bir eğilim gözlenirken Kürtlerde tersi bir eğilim gözlenmektedir. Bu eğilimi Kürt meselesindeki gelişmeler paralelinde köylerden kentlere doğru gönüllü veya zorunlu göçün aile üstüne aile şeklinde bir yığılmanın ürettiği söylenebilir.**1.2.3 Çalışma Durumu ve İşsizlik**Toplam yetişkin nüfus içinde Türklerin yüzde 42’si Kürtlerin yüzde 40,3’ü çalışmaktadır. Kürtlerin çalışan nüfusu içinde devlet memuru ve özel sektörde memur, yönetici gibi çalışanları Türklere göre oldukça düşüktür. İşsizlik oranları Türkler ve Kürtler arasında da oldukça farklıdır. Türklerin çalışabilir nüfus içinde yüzde 11,8’i işsiz iken Kürtlerin yüzde 18’i işsizdir. Emekliler Türkler arasında yüzde 14,2, Kürtler arasında yüzde 4,6 oranındadır. Yine Kürtler aleyhine olan göstergelerden birisi olarak, Türklerde kadınların yüzde 61,5’i, Kürtlerde ise kadınların yüzde 75,3’ü ev kadınıdır. Öğrenci oranları da Kürtlerde yüzde 5,9 Türklerde yüzde 7,6 oranındadır. **1.2.4 Sosyal Güvenlik Durumu**Dört Türk’ün üçü SGK’ya bağlıyken, ancak beş Kürt’ün ikisi aynı kuruma bağlıdır. Yeşil Kart sahipliği Türklerde yüzde 7,1, Kürtlerde yüzde 36,6’dır. Hiçbir sosyal güvenlik sistemine dâhil olmayanlar Türklerde yüzde 19, Kürtlerde ise yüzde 22,3 oranındadır. **1.2.5 Hane Geliri**Haneye giren gelir bakımından bakıldığında, Türklerin yüzde 5’i en alt dilimdeki hane geliriyle yaşamaktadır. Türklerin yüzde 28’i ayda 300-700 TL arası, yüzde 34’ü 701-1200 TL arası gelirle yaşamaktadır. Türklerin yüzde 10’u ise en üst iki gelir grubundadır. Gelir dağılımındaki Kürtlerin aleyhine durum bu tabloda net olarak gözlenmektedir. Kürtlerin yüzde 17,1’i 300 TL veya daha düşük aylık hane geliriyle yaşarken, yüzde 61’i 300-1200 TL arası gelirle yaşamaktadır. Kürtlerin yüzde 7’si ise en üst iki gelir grubundadır. **1.2.6 Yoksulluk**Hane geliri açısından Türklere kıyasla kötü görünmekle beraber durumu Kürtlerin durumunu daha da ağırlaştıran başka bir faktör vardır. Kürtlerin kalabalık hanelerde yaşadıkları bilinmektedir. Bu nedenle hane gelirini kişi başına gelire çevirerek bakmak daha da çarpıcı bir dengesizliği gösterecektir. Kürtlerin yüzde 36’sı 6-8 kişilik hanelerde yaşarlarken bu kümedekilerin beşte biri en alt gelir diliminde, beşte ikisi de ikinci alt gelir dilimindedir. Kürtlerin beşte biri 9 ve daha fazla kişinin olduğu hanelerde yaşarlarken bu hanelerin beşte biri en alt gelir diliminde, beşte ikisi de ikinci alt gelir dilimindedir. Araştırmadaki aylık hane geliri ve hane kişi sayısı verileri ve TÜİK’in de açlık ve yoksulluk sınırı hesaplamasında kullandığı günlük 1 dolar, 2,15 dolar, 4,3 dolar dilimleri kullanıldığında ortaya çıkan aylık kişi başı gelir hesabı da durumun çarpıcılığını göz önüne sermektedir. Kürtlerin yüzde 23,4’ü aylık 64 TL ve altı gelirdedir (günlük 1 dolar ve altı), yüzde 29,4’ü de aylık 65 -138 TL gelir dilimindedir (günlük 2,15 dolar). Bu oranlar Türkler de ise 64 TL ve altı gelir diliminde yüzde 4, 65 – 138 TL gelir diliminde yüzde 15,1 şeklindedir. Kişi başı gelir üzerinden bakıldığında, Kürtlerin yüzde 23’ü açlık sınırı altında, yüzde 53’ü yoksulluk sınırı altında yaşamaktadır. **1.2.7 Çatışmacı Ortamdan Etkilenme**Türklerin yüzde 14’ü Kürtlerin yüzde 30’u son 30 yıldır süregelen çatışmacı ortamdan ekonomik zarar gördüğünü söylemektedir. "Yakın ailemden, tanıdıklarımdan ölen ya da yaralanan oldu" diyenler Türkler arasında yüzde 10, Kürtler arasında neredeyse iki katı, yüzde 18 oranındadır. Kürtlerin yüzde 17’si göç ettiğini söylemektedir. Kürtler açısından en yüksek toplumsal maliyetlerden birisi olarak yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalmak olduğu görülmektedir. Kürtlerin yüzde 10’u, Türklerin ise yüzde 2’si çatışmacı ortamda yaşadığı yeri terk etmek zorunda bırakıldığını söylemektedir. **2 BÖLGENİN SOSYOEKONOMİK DURUMU2.1 Okuryazarlık Oranları**Kürt Meselesi sadece doğu bölgeleri ile sınırlı değildir. Kürtlerin üçte birinin (yüzde 34,1) üç doğu bölgesi dışında yaşamasına rağmen, bölgenin tarihsel olarak Kürt Meselesi’nin ortaya çıktığı bölge olmasından ve hâlâ nüfusunun çok büyük bir çoğunluğunun Kürt olmasından dolayı Kürtlerin bugünkü durumunu anlamak ve durum tespiti yapmak amacıyla üç bölgenin bazı özelliklerini diğer bölgelerle karşılaştırmak yanlış olmayacaktır. Cumhuriyet tarihi boyunca eğitim konusunda önemli mesafe alınmasına ve son yıllarda "Baba Beni Okula Gönder", "Kardelenler", "annelere koşullu nakit yardımı" türünde eğitim kampanyalarının çocukların eğitim seviyesine önemli katkıları olmasına rağmen, Türkiye genelinde en basitinden okuryazarlık oranlarına bakıldığında, doğu bölgelerinin geri kalmışlık sorunu çok bariz olarak ortaya çıkmaktadır. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi 2009 verilerine göre, Türkiye genelinde 15 yaş üstü nüfusun yüzde 9,2’si okuma yazma bilmezken, doğu bölgelerinde bu oran yüzde 15-20 mertebesine çıkmaktadır. Şırnak’ta 15 yaş üstü nüfusun 19,6’sı, Siirt’te yüzde 18,5’i, Muş’ta yüzde 18’i, Hakkari ve Diyarbakır’da yüzde 17,3’ü hiç okuma yazma bilmemektedir. Şırnak’taki 19,6 oranı, Türkiye genelinde 1990’da erişilmiş olan 19,5’luk okuma yazma bilmeyen oranıyla aynıdır. Diğer bir deyişle, hem Türkiye genelinde hem de doğu bölgelerinde son yüz yılda inanılmaz bir gelişme varsa da, Şırnak şu anda ancak 20 yıl öncesinin okuryazarlık oranını yakalayabilmiştir. İllerde okuryazar olmayan oranı (Kaynak: ADNKS 2009) **2.2 Sosyoekonomik Gelişmişlik** Bölgenin sosyoekonomik durumunu ortaya koyan diğer bir gösterge olarak DPT’nin Sosyoekonomik Gelişmişlik Endeksi incelendiğinde ise, doğu bölgelerdeki illerin neredeyse tümünün en düşük seviyede yer aldıkları görülmektedir. Aşağıda illerin sosyoekonomik gelişmişlik düzeylerini gösteren tabloda sarı olarak işaretlenmiş olan doğu illerinin en sonlarda yer alması durumun ne denli çarpıcı olduğunu göstermektedir. Tablodan sonra yer alan ve yine Sosyoekonomik Gelişmişlik seviyesini il düzeyinde gösteren harita da benzer şekilde, doğu bölgelerinin geri kalmışlık halini sergilemektedir. İllerin Sosyoekonomik Gelişmişlik Endeks Seviyeleri (Kaynak: DPT 2003) **2.3 Çalışan Kadın Oranları** Dünya Ekonomik Forumu’nun kısa süre önce açıklanan yıllık raporunda kadın-erkek eşitliğinde Türkiye’nin 134 ülke arasında 126. sırada yer alması, ülke genelindeki vahim durumu ortaya koymuştu. Ancak ülke içinde bölgesel farklılıklar, Kürt kadınlar açısından durumunun daha da vahim olduğunu göz önüne sermektedir. Aşağıdaki grafikte de gösterilen, illerde kadın nüfus içinde tarım dışında istihdam oranlarına bakıldığında, üç doğu bölgesinde istihdam oranların yüzde 5’e dahi erişmediği görülmektedir. İllerde kadın nüfus içinde tarım dışında istihdam oranı (Kaynak: ADNKS 2009) ## Okuyucu Yorumları
107352
haber
TÜRKİYE'NİN 2. BÜYÜK AKVARYUMU KEÇİÖREN'DE AÇILDI ANKARA (A.A)
null
# TÜRKİYE'NİN 2. BÜYÜK AKVARYUMU KEÇİÖREN'DE AÇILDI ANKARA (A.A) - A + -TÜRKİYE'NİN 2. BÜYÜK AKVARYUMU KEÇİÖREN'DE AÇILDI ANKARA (A.A) - 24.10.2010 - Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, Keçiören'in gerek altyapısı gerek üstyapısıyla bambaşka bir çehreye büründüğünü söyledi. Bakan Eroğlu, Ankara Keçiören'de Türkiye'nin ikinci büyük akvaryumu ile Emir Timur Parkı ve Belören Sokağı'nın açılışını yaptı. İlk açılış için Emir Timur Parkı'na gelen Eroğlu, burada minik gönüllülerden oluşan ''çevre çiçekleri''ni dinledi. Açılışta Seğmen ekibi de bir gösteri sundu. Bakan Veysel Eroğlu burada yaptığı konuşmada, Keçiören Belediye Başkanı Mustafa Ak'ın park yapılırken çocukların görüşleriyle hareket ettiğini ve bundan büyük mutluluk duyduğunu söyledi. Eroğlu, daha sonra açılışı yapmak üzere Türkiye'nin ikinci büyük akvaryumu olan Deniz Dünyası'na gitti. Deniz Dünyası'nın, alanında sayılı yapılardan biri olduğunu dile getiren Eroğlu, çalışmalarından dolayı Keçiören Belediye Başkanı Ak'ı kutladı. Eroğlu, ''Keçiören, gerek altyapısı, gerek üstyapısıyla bambaşka bir çehreye bürünüyor. Sürekli gelişen örnek bir ilçe'' dedi. Konuşmanın ardından, Bakan Eroğlu ve beraberindekiler akvaryumu gezdi. Akvaryumdaki dalgıçlarla işaretleşerek anlaşan Bakan Eroğlu, akvaryumun ortasında yer alan tüpün içine girerek basın mensuplarına poz verdi. Eroğlu, daha sonra açılışa gelen çocuklara çevre konulu ders verdi. Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, buradan Belören Sokağı'nın açılışına geçti. Açılışlara, Belediye Başkanı Ak ile Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürü Mehmet Çağlar ile Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürü Hanifi Avcı da eşlik etti. Açılışların ardından Keçiören Belediyesi yanı otopark alanında halk konseri verildi. Keçiören Belediye Başkanı Mustafa Ak, konser öncesinde yaptığı konuşmada, gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakma sorumluluğunu hissederek yaklaşık bir yıldır ilçenin küçük sakinleriyle bir çevre projesi yürüttüklerini söyledi. Açılışı yapılan tesislerle ilgili çocuklardan görüş aldıklarını anlatan Ak, ''Onların çocuk akılları ile büyük meselelerde nasıl da olgunlaştıklarını gördük'' dedi. Ak, ''Bugün açılışlarını gerçekleştirdiğimiz tesisleri, hayalini kurduğumuz Keçiören için model olarak düşünüyoruz. Çevre çiçekleri bizden daha güzel bir Keçiören istedi, bugün ilk adımı attık. Şimdi biz de onlardan kentlerine ve çevrelerine sahip çıkmalarını bekliyoruz. Biz, bütün Keçiörenlilerden çevrelerine ve ilçelerine, dolayısıyla kentlerine ve ülkelerine sahip çıkmalarını bekliyoruz'' diye konuştu. ## Okuyucu Yorumları
230482
haber
Türkiye'nin 2. Cenevre görüşmeleri talebi: Esed görevi bıraksın
null
# Türkiye'nin 2. Cenevre görüşmeleri talebi: Esed görevi bıraksın ## Türkiye için Esad'ın ülkeyi terk etmesi şart değil; 2014'te yapılacak seçimlerde hala destek bulacağına inanıyorsa seçime girebilir ancak seçime giderken hiçbir yetkisi olmamalı Suriye'nin Dostları Grubu, bugün Amman'da 2'nci Cenevre Konferansı'nın toplanması için şartlarını belirleyerek muhalefet ile koordinasyonu sağlayacak. Dışişleri Bakanı **Ahmet Davutoğlu ** da günübirlik ziyaret için Amman'a gidecek. Toplantı sonunda yayınlanacak bildiride Esad'ın tüm yetkilerini geçiş yönetimine devretmesi halinde Cenevre 2'ye yeşil ışık yakılması bekleniyor. Sabah Gazetesi'nden** Duygu Güvenç** 'in haberine göre, Türkiye'nin yaklaşımını anlatacak olan Davutoğlu'nun toplantıda vereceği mesajlar şöyle: - 2'nci Cenevre toplanmadan önce, Esed'ın yönetimi bırakacağı net olarak belli olmalı. Geçiş Yönetimi için ortak rıza oluşmalı. - Esad'ın ülkeyi terk etmesi şart değil; 2014'te yapılacak seçimlerde hala destek bulacağına inanıyorsa seçime girebilir ancak seçime giderken hiçbir yetkisi olmamalı. İster Başkanlık sarayında, ister sade bir vatandaş olarak bu süreçte yetkisiz olmalı. - Esed, şu an var olan hükümetin yetkilerini değil, icra yetkilerini tamamen devredecektir. - 1'incisinde olduğu gibi ucu açık bir süreç olmamalı, eli kana bulaşmış isimler geçiş yönetiminde görev almamalı. - Toplantıda Suriye muhalefetini Suriye Ulusal Koalisyonu temsil edecektir. - 2'nci Cenevre Toplantısı'na Esed yönetimini temsilen Ulusal Uzlaşı Konseyi katılabilir. - Kurulacak olan geçiş yönetimi tam yetkiye sahip olacak. 2014 için Meclis ve Başkanlık seçimlerini koordine edecektir. Öte yandan ABD ile Türkiye'nin 2. Cenevre görüşmelerine ilişkin sağladıkları mutabakatta Türkiye'nin öncelikleri arasında yer alan Esed'in yönetimi bırakacağı maddesi yer almadı. ## Okuyucu Yorumları
236079
haber
Hazine Müsteşarlığı'ndan Türkiye'nin en borçlu belediyelerinin listesi
null
# Hazine Müsteşarlığı'ndan Türkiye'nin en borçlu belediyelerinin listesi ## Hazine Müsteşarlığı'nın 30 Haziran itibariyle alacaklarının toplamı 20,5 milyar lira oldu. Mahalli idarelerin Hazineye olan 13,6 milyar liralık borcu, Hazine alacaklarının yüzde 66'sına karşılık geliyor Hazine Müsteşarlığı'nın 30 Haziran itibariyle alacaklarının toplamı 20,5 milyar lira oldu. Mahalli idarelerin Hazineye olan 13,6 milyar liralık borcu, Hazine alacaklarının yüzde 66'sına karşılık geliyor. Mahalli idarelerin Hazineye olan borcuyla, 2,5 milyar dolara ihale edilen Yavuz Sultan Selim Köprüsü gibi üç köprü yapılabiliyor. Hazineye en çok borcu olan belediye Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, en az borç ise Mersin Büyükşehir Belediyesi'ne ait. AA'nın haberine göre, Hazine Müsteşarlığının yılın ilk yarısına ait geçici verilerine göre, mahalli idarelerin Hazineye olan borcu, Hazine alacaklarının yüzde 66'sına karşılık geliyor. Hazinenin 44 mahalli idare ve bağlı şirketten 13 milyar 607 milyon lira alacağı bulunuyor. Bu rakamın 6 milyar 588 milyon lirası vadesi geçmiş, 7 milyar 19 milyon lirası ise vadesi gelmemiş alacaklardan oluşuyor. Hazinenin mahalli idarelerden alacaklarının büyük bölümünü büyükşehir belediyeleri ve bu belediyelerin şirketlerinden alacakları oluşturuyor. ## En borçlu belediye Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Borçlu belediyelerin başında Kocaeli Büyükşehir Belediyesi geliyor. Belediyenin 2 milyar 314 milyon lirası vadesi geçmiş olmak üzere toplam 5 milyar 564 milyon lira borcu bulunuyor. Borçlu mahalli idareler listesinin ikinci sırasında ise Ankara Büyükşehir Belediyesi yer alıyor. Belediyenin borçları 2 milyar 92 milyon lirası vadesi geçmiş olmak üzere toplam 2 milyar 247 milyon liraya karşılık geliyor. Ayrıca Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı EGO Genel Müdürlüğü 592 milyon, ASKİ ise 329 milyon liralık borçla listede yer alıyor. Mariç-Marmaris-İçmeler-Armutalan Belediye Birliği de listenin üst sıralarında bulunuyor. Birliğin, Hazineye, tamamı vadesi geçmiş 1 milyar 382 milyon 617 bin liralık borcu bulunuyor. Hazinenin ayrıca Adana Büyükşehir Belediyesinden 649 milyon, Gaziantep Büyükşehir Belediyesi Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğünden 529 milyon, Sakarya Büyükşehir Belediyesinden 366 milyon, Didim Belediyesinden 306 milyon, Bursa Büyükşehir Belediyesinden 237 milyon, İskenderun Belediyesinden 128 milyon, Antalya Büyükşehir Belediyesinden 105 milyon, Bafra Belediyesinden 100 milyon lira alacağı bulunuyor. Hazineye en az borçlu belediye olan Mersin Büyükşehir Belediyesinin ise vadesi gelmemiş 911 bin lira borcu bulunuyor. Hazine Müsteşarlığının yılın ilk yarısına ait geçici verilerine göre, Hazineye borcu olan mahalli idareler ve borç miktarları şöyle: **MAHALLİ İDARELER VADESİ GEÇMİŞ (BİN LİRA) VADESİ GELMEMİŞ (BİN LİRA) TOPLAM (BİN LİRA)** KOCAELİ BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ 2.314.158- 3.250.358- 5.564.516 ANKARA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ 2.092.275- 155.148- 2.247.423 MARİÇ-MARMARİS-İÇMELER-ARMUTALAN BELEDİYE BİRLİĞİ 1.382.617- 0- 1.382.617 ADANA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ 131.413- 517.973- 649.386 EGO GENEL MÜDÜRLÜĞÜ (ANKARA) 250.664- 342.257- 592.921 GASKİ - GAZİANTEP BÜYÜKŞEHİR BEL.SU VE KAN. İD.GN.MD. 0- 529.328- 529.328 SAKARYA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ 108.808- 257.255- 366.063 ASKİ - ANKARA SU VE KANALİZASYON İDARESİ 0- 329.661- 329.661 DİDİM BELEDİYESİ 157.674- 148.479- 306.153 BURSA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ 0- 237.251- 237.251 İSKENDERUN BELEDİYESİ 33.693- 95.163- 128.856 ANTALYA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ 1.008- 104.366- 105.374 BAFRA BELEDİYESİ 0- 100.978- 100.978 DALAMAN BELEDİYESİ 292- 96.416- 96.708 BANDIRMA BELEDİYESİ 84.477- 9.694- 94.171 DİYARBAKIR SU VE KANALİZASYON İDARESİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ 0- 92.661- 92.661 ASKİ - ADANA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ SU VE KANALİZASYON İDARESİ 0- 79.830- 79.830 KAYSERİ SU VE KANALİZASYON İDARESİ 0- 63.072- 63.072 BATMAN BELEDİYESİ 0- 56.683- 56.683 MALATYA BELEDİYESİ 0- 52.531- 52.531 İSKİ - İSTANBUL SU VE KANALİZASYON İDARESİ 0- 47.943- 47.943 FETHİYE BELEDİYESİ 0- 29.635- 29.635 GAZİANTEP BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ 0- 28.206- 28.206 ALANYA BELEDİYESİ 0- 24.654- 24.654 SAMSUN BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ 0- 21.907- 21.907 MİLAS BELEDİYESİ 3.633- 13.734- 17.367 DENİZLİ BELEDİYESİ 0- 16.728- 16.728 KOSKİ-KONYA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ SU VE KANALİZASYON İDARESİ 0- 16.247- 16.247 FOÇA BELEDİYESİ 0- 13.159- 13.159 ESKİŞEHİR SU VE KANALİZASYON İDARESİ 0- 12.050- 12.050 SASKİ - SAMSUN SU VE KANALİZASYON İDARESİ 0- 11.946- 11.946 İZMİR BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ 0- 10.998- 10.998 ERZURUM SU VE KANALİZASYON İDARESİ 0- 10.968- 10.968 KONYA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ 0- 4.120- 4.120 ASAT - ANTALYA SU VE ATIKSU İDARESİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ 0- 3.841- 3.841 KAYSERİ BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ 0- 2.054- 2.054 MERSİN BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ 0- 911- 911 BUSKİ - BURSA SU VE KANALİZASYON İDARESİ 0- 848- 848 ## Okuyucu Yorumları
239599
haber
Türkiye'nin en çok porno arayan 3 ili
null
# Türkiye'nin en çok porno arayan 3 ili ## Türkiye'de en çok 'porno' arayan illerde ise Diyarbakır, Erzurum ve Adana ilk sıralarda Tüm dünyada internette porno araması giderek artıyor. 2005'te yüzde 30'lardayken, 2013'te yüzde 100'e yaklaştı. Yani artık herkes internette porno arıyor. Telekomünikasyon İletişim Başkan vekili Osman Nihat Şen, dünyada porno kelimesini en çok hangi ülkeler arıyor sorusu soruldu. Dünyada ilk sırada Papua Yeni Gine var. Onu Hindistan ve Pakistan takip ediyor. Tüm ülkeleri gruplara ayırırsak Türkiye ilk üç ülke grubunda ve Türkiye'de dünya geneline kıyasla daha hızlı bir artış var. Türkiye'de en çok "porno" arayan illerde ise Diyarbakır, Erzurum ve Adana ilk sıralarda. ## Okuyucu Yorumları
203024
haber
Türkiye'nin kredi derecesini düşüren S&P, Yunanistan'ınkini yükseltti
null
# Türkiye'nin kredi derecesini düşüren S&P, Yunanistan'ınkini yükseltti ## S&P’nin Türkiye’nin notunu durağana indirmesi piyasada ve siyasilerde şaşkınlık yaratırken, dün de Yunanistan’ın notunu yükseltmesi bu duruma tuz biber ekti S&P’nin Türkiye'nin kredi derecesini düşürmesinin yankıları sürerken, rating kuruluşu dün tartışmalı bir karara daha imza attı. S&P, Yunanistan’ın seçilmiş temerrüt seviyesindeki yerel ve yabancı para cinsinden uzun ve kısa vadeli notlarını CCC’ye, kısa vadeli notları ise C’ye yükseltti. S&P, Yunanistan’ın görünümünün ise durağan olduğunu belirtti. S&P, bu duruma Atina’nın özel kreditörlerle tahvil takas anlaşmasını 25 Nisan'da tamamlamasını gerekçe gösterdi. Taraf gazetesinin haberine göre; kredi derecelendirme kuruluşu S&P (Standard&Poor’s) 1 Mayıs nedeniyle piyasaların tatil olduğu gün, Türkiye’nin yerel ve yabancı para cinsinden uzun vadeli kredi notu görünümünü pozitiften durağana indirdi. Türkiye’nin BB olan notunu sabit tutarken, görünümdeki düşüşe "dış talepteki yavaşlama ve dış ticarettekli kötüleşmenin" sebep olduğunu kaydetti. S&P, "Türkiye’nin yüksek dış borcu ve bütçenin dolaylı vergilere bağımlılığı nedeniyle riskler arttı" ifadelerini kullanarak, Türkiye’nin dış şoklara açık olduğunu belirtti. Durum, Türkiye’nin gelecek 12 ayda notunun şu anki seviyesinde kalacağı anlamına geliyor. S&P’nin yorumları, hem piyasalar hem de siyasiler tarafından şaşkınlıkta yorumlandı. Analistler, kararın piyasalara etkisinin sınırlı olacağı yönünde açıklamada bulundu. JP Morgan analistleri de, S&P’nin Türkiye’nin borç dinamikleriyle ilgili hesabının hatalı olduğunu, dolayısıyla kararın yanlış olduğunu söyledi. Analistler, S&P’nin raporunda, "Türk Hükümeti’nin 2012’de kamu borcunun milli gelire oranının yüzde 35’e düşüreceğini söylediğini oysa Türkiye’nin net kamu borcunun milli gelire oranı 2011’de yüzde 22 olduğunu" belirtti. ## Yunanistan’ın notunu arttırdı S&P’nin Türkiye ile kararının yankıları sürerken, rating kuruluşu dün tartışmalı bir karara daha imza attı. S&P, Yunanistan’ın seçilmiş temerrüt seviyesindeki yerel ve yabancı para cinsinden uzun ve kısa vadeli notlarını CCC’ye, kısa vadeli notları ise C’ye yükseltti. S&P, Yunanistan’ın görünümünün ise durağan olduğunu belirtti. S&P, bu duruma Atina’nın özel kreditörlerle tahvil takas anlaşmasını 25 Nisan'da tamamlamasını gerekçe gösterdi. Avrupa ekonomileri belli bir istikrara kavuşmadan Türkiye’nin ekonomik durumunun çok parlak olabileceğini düşünmeyi boşa çıkaran S&P’nin ard arda gelen bu ilginç kararlarının ardından S&P Analisti Frank Gill, Bloomberg HT kanalına çıkarak, soruları yanıtladı. Gill, "Gelecek 12 ayda not indirimi olasılığı üçte bir düzeyinde, dış koşulların farkındayız" diyerek, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in S&P’nin dokuz ay önceki verilere bakarak karar verdiği yönündeki eleştirileri ise şöyle yanıtladı: "Biz çok likit, genel devlet varlıklarını göz önünde bulundurduk. Merkez Bankası varlığını, rezervlerini buna dahil etmedik. Hesapları yaparken çok muhafazakâr metodla yaklaştık. Gördüğümüz bir olasılık, bir sert iniş olasılığı. Bunun nihayetinde kamu finansmanı için ne anlama geleceği önemli, dolaylı vergilere bağımlılık yüksek, aşağı yönlü ciddi riskler var." ## Avrupa’daki sorunlar etkiler Gill, "Ülke notu tarafında cari açığın azaldığını, koşulların iyileştiğini söylemiştiniz ama cari açığın milli hasılaya oranı hâlâ yüzde 9’un üzerinde. Enerji fiyatları artıyor. Risklerin dengeli olduğunu düşünsek dahi Avrupa, Türkiye’nin çok ciddi bir ticari ortağı. Türkiye’nin ihracat performansını derinden etkileyecek. Sürpriz şekilde enflasyon çıkabilir. Çünkü emtia fiyatları çok yüksek. Politika yapıcı bütün bunları birarada düşünüyor olması lazım. Türkiye’nin gücü bütün bunları kontrol edebilecek durumda. Kamu borcu bu anlamda düşük. Ülkenin kredi notu değişmedi, bu sadece not görünümünde yapılan değişiklik. Gözlemlere devam edeceğiz" dedi. Konuyla ilgili bir değerlendirme de, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’tan geldi. Kararı, haksız ve yersiz olarak nitelendiren Arınç, "Maddi hatalarla ilgili S&P’den açıklama isteyeceğiz" dedi. ## Kamu borcuyla hükümet borcu farklı şeyler S&P Türkiye Baş Analisti Eileen X. Zhang, konuyla ilgili Taraf’a yaptığı açıklamada, şu bilgileri verdi: "Maliye Bakanı ile JP Morgan’ın net genel hükümet borçları/GSYİH’den değil de net kamu sektörü borçları/GSYİH’den bahsettiğine inanıyoruz. Bu ikisinin farklı şeyler olduğunu kabul etmekte fayda var. Net kamu sektörü borcu, özellikle Türkiye’de net genel hükümet borcundan daha düşük olur. Zira Merkez Bankası Net Varlıkları (2010 sonu itibarıyla yüzde 9/GSYİH) ile kamu sektörü varlıkları (2010 sonu itibarıyla yüzde 2/GSYİH) genel hükümet borcundan çıkarılarak net kamu sektörü borcu hesaplanır. Genel hükümet borcunu, hükümetin borç yükünü değerlendirirken ana performans göstergesi olarak kabul ediyoruz. Özellikle Merkez Bankası net varlıklarını hesaba katmıyoruz. Bu uygulamayı özellikle Türkiye için de sıkı tutuyoruz, zira Merkez Bankası’nı bağımsız bir kurum olarak görüyoruz." ## Türkiye’nin üzerine soğuk su döktü Financial Times, S&P’nin kararını, "S&P Türkiye üzerine soğuk su döktü" şeklinde değerlendirdi. FT, "Türk ekonomisi için bir iyi haber, bir kötü haber olayı gibi görünüyor" ifadesiyle başladığı haber analizinde iyi haberi, Türkiye’nin dış ticaret açığındaki önemli iyileşme ve bunun dev cari açığın kontrol altına alınabileceği umudunu arttırması olarak açıkladı. "Ardından da kötü haber geldi" diyen FT, ticaret verilerinin yarattığı iyi hissiyatın, S&P’nin, kararıyla darbe yediğini belirtti, kasımda Fitch’in de benzer bir adım attığını anımsattı. Dış ticaret rakamları üzerinde duran FT, ticaret açığının daraldığına dikkat çektikten sonra Türkiye’nin enerji ithalatına odaklanarak enerji alımlarının, martta 5.3 milyar doları bulduğunu, böylece son 12 aydaki enerji ithal faturasının şaşırtıcı şekilde 57 milyar dolara ulaştığını vurguladı. FT, "Türkiye’nin halen yüzde 10 üzerindeki enflasyon ve TL’nin 2011’deki değer düşüşü ile sağlanan rekabet avantajının, endekslenmiş ücret anlaşmalarıyla yokedilmesi olasılığı kastediliyor" diye yazdı. ## S&P’nin standardı kaydı Çağlayan, S&P’nin Türkiye ile ilgili kararına ilişkin tepki göstererek, "S&P’nin kendi standardının kaydığı kanaatindeyim. Kendi standardını kontrol etmesini tavsiye ediyorum. Çünkü bu tür kuruluşlar zaman zaman Türkiye ile ilgili yaptıkları değerlendirmede samimi olamıyorlar" dedi. Çağlayan, geçen yıl Fitch’in Türkiye’nin kredi notu görünümünü düşürmesiyle ilgili olarak da, "Fitch yine Fitchliğini yapmış" demişti. ## Bu kararlar saç baş yoldurur Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, S&P’nin kararıyla ilgili, "Rapor dokuz ay önce yazılmış gibi. Saç baş yolduracak vahim hatalar var. Zaten uluslararası piyasalar da onları dikkate almıyor" dedi. Cari açıktaki yükselişle ilgili olarak Şimşek, "Türkiye, Arap Baharı ve AB’nin sorunlarına rağmen cari açığı idare ediyor. Sorun belli ama bir iki yıl daha idare etmek zorundayız. S&P’nin yaptığı, bizim yaptığımız iyi şeylere çomak sokmak" dedi. ## Okuyucu Yorumları
197423
haber
Türkiye'yi Amerikalılara çizgi romanla anlatacak
null
# Türkiye'yi Amerikalılara çizgi romanla anlatacak ## Dr. Özge Samancı, Türkiye’nin 80’ler ve 90’lardaki politikasının kendi çocukluğu ve gençliği üzerindeki etkisini çizgi roman kitabında anlatıyor. - A + ## Işıl Öz / T24 Ordinary Things (Sıradan Şeyler) çizgi günlüğü başta olmak üzere, yaptığı her çalışma ile dikkat çeken Northwestern Üniversitesi’nin Radyo Televizyon Film Bölümü’nde Öğretim Görevlisi olan Dr. Özge Samancı, otobiyografik çizgi romanı (Dare to Disappoint) için kolları sıvadı. Farrar Straus Giroux yayınevi ile sözleşme imzalayan Dr. Samancı’nın kitabı, Türkiye’nin 80’ler ve 90’lardaki politikasının kendi çocukluğu ve gençliği üzerindeki etkisini anlatıyor: "Okul ve dersane arasında mekik dokunarak geçen çocukluk ve gençlik yılları, üniversitede doğru düzgün bir yere girme endişesi ile geçen yıllar. Doğru düzgün denilen yerler de mühendislik, doktorluk, ekonomi bölümleri. Bunların dışında bir yere gönlünün kaymasının imkansızlığı. Geleceğin garantide olsun, sen önce iyi bir okula gir, o istediğin şey neyse onu hobi olarak yaparsın sesleri arasında içinden gelen sesi duyma çabası. Ülkenin politik koşulları içinde ve toplumun, öğretmenlerin, ailenin dört bir yanımızdan gelen sesleri arasında içimizden gelen sesi duyabilir miyiz? Duysak da o sesi izleyebilir miyiz?" **Hikâyenin şekillenmesi çok sürdü mü?** 8 aydır kitabın hikâyesini şekillendiriyorum. Editörle aramızda taslaklar gidip geliyor. Burada en büyük zorluk Türkiye’de geçen bir hikâyeyi Amerika’lı okuyuculara anlaşılır kılmak. Kitap 14 yaş ve yukarısını hedeflediği için bahsettiğim her kültürel referansı didaktik olmadan açıklamam ve hikâyeye dahil etmem gerekiyor. **Aklıma Persepolis geldi. Öncelikle kitabı ve sonrasında filmiyle İran hakkında söylenebilecek her şeyi söylemişti. Sizin kitabınız da bir boşluğu dolduracak mı?** Persepolis’in yaratıcısı Marjane Satrapi’nin içinde yaşadığı koşullar Türkiye’nin koşullarından çok farklı. Orada savaş, İslam devrimi gibi devasa koşullar var. Türkiye’de henüz iş o raddeye varmış değil. Türkiye hakkında söylenecek her şeyi söyleyebilmek çok iddialı olur. Orta sınıftan gelme bir öğretmen çocuğu olarak kendi büyüme tecrübemi anlatıyorum. __Ordinary Things__(Sıradan Şeyler)’de geliştirdiğiniz çizgi kolaj estetiğini çizgi romanda da görebilecek miyiz? Evet, Ordinary Things’de 6 yıl boyunda geliştirdiğim çizgi kolaj estetiğini çizgi romanda kullanıyorum. Ordinary Things’e başlamadan önce Türk mizah dergilerinden gelen klasik bir çizgi çizme biçimim vardı. Bir çerçeve çizersin, içinde komik karakterler olur. Tepelerinde konuşma balonu vardır. Bu formun dışına çıkmak istedim. Ordinary Things’e başlama amacım kendime ait bir çizgi kolaj estetiği geliştirmek içindi. Asıl yapmak istediğim otobiyografik çizgi romandı. Ama bu fikri kafamda mükemmelleştirdiğim için bir türlü başlayamıyordum. Madem öyle, ben de daha deneme formunda bir şey yaparım orada ve kitapta ne yapmak istediğimi deneye yanıla bulurum dedim. Çok güzel bir kararmış. Aynen düşündüğüm gibi oldu. **Ordinary Things deneme tahtası olma amacından çıktı bence…** Haklısınız, başlı başına bir projeye dönüştü. Dünyanın her yerinden takipçisi var ve her yıl işlerin orjinalleri ile bir sergi açıyor ya da sergiye katılıyorum. **Dare to Disappoint’in kitapçılarda raflarda belirmesi çok vakit almaz umarım...** Hikâye şekillendikten sonra çizimlere ve kolajlara başlayacağım. O aşamayı dört gözle bekliyorum. Kitapçılarda raflarda belirmesi bir ya da bir buçuk yıl sürecek sanıyorum. **Peki, Türkiye ve ABD okurlarının profili hakkında neler düşünüyorsunuz?** Türkiye’de çizgi roman okuma geleneği karikatür yada mizah dergisi takip etme geleneği kadar gelişkin değil. Mizah dergilerinde sivrilen çizerler karikatür kitapları yayımlıyor ve genellikle lise, üniversite gençliği bu kitapları ve mizah dergilerini okuyor. İnsanlar üniversite ortamından çıkıp iş güç sahibi olduktan sonra mizah dergisi almayı bırakıyorlar diye biliyorum. Türkiye’de otobiyografik çizgi roman çok tercih edilen bir tür değil. Amerika’da ise genelde okurlar internet üzerinden webcomicleri (online çizgi bant) takip ediyorlar. Manga tarzının yoğun bir takipçisi var. Amerika’da çizgi roman ağırlıklı okunan bir tür. Özellikle otobiyografik çizgi romanın çok sevilen güzel örnekleri var. Persepolis, Fun Home, Blankets, Cancer Vixen, Maus I-II, Lynda Barry’nin son kitapları gibi. Daha pek çok örnek var. **"Okur her zaman güçsüzün, çaresizin, acı çekenin yanındadır" diye genel geçer bir yorum var, ne kadar doğru?** Ne kadar doğru onu bilmiyorum. Ancak güçsüzün, çaresizin, acı çekenin hikayesini anlatmanın şöyle bir zorluğu var. Anlatıcının sesi kolayca ağlak, şikayet eden, mızmız, kendisine acıyan bir tona bürünebiliyor. O zaman da okuyucu karakterle empati kurmak yerine kitabı kapatıp başka dünyalara yol alıyor. **Çizgi işlerinin yanında elektronik sanat ile uğraştığınızı da biliyorum…** Hatta ekmeğimi oradan kazanıyorum. Northwestern Üniversitesi’nin Radyo Televizyon Film Bölümü’nde etkileşimli sanat desleri veriyorum. Geçen yıla kadar yaptığım bütün elektronik etkileşimli sanat işlerini çeşitli mühendisler ile işbirliği yaparak oluşturmuştum. İşbirliği eğlenceli bir süreç ve daha kapsamlı işlerin yapılabilmesini sağlıyor. Son dönem şu soru ile meşguldüm: Acaba tek başıma bir elektronik sanat projesinin altından kalkabilir miyim? **Örnek vereceğiniz bir çalışma var mı?** Son bir yıl içinde iki tane elektronik iş yaptım. Biri On the Air (Yayında) diğeri Relative Friend (Göreceli Arkadaş). **On the Air için nasıl bir malzeme kullandınız?** __On the Air__yerleştirmesi için eski bir radyo, yakınlık sensoru, Arduino mikro işlemcisi, mini projektor, bilgisayar ve processing ortamını kullandım. **Etkileşimli yanını anlatabilir misiniz**? Radyo beyaz bir duvarın önünde duruyor. Küçük animasyon müzisyenleri tam radyonun yanına duvara yansıttım. Radyonun yakında kimse yokken bu animasyon müzisyenler enstrümanlarını taşıyarak radyoya doğru yürüyüp radyonun içine giriyor. Radyoya eğer bir sergi ziyaretçisi yaklaşırsa yakınlık sensoru bunu algılıyor. Müzisyenler hızlanıp radyonun içine saklanıyor, müzik başlıyor. **Bu fikir nereden aklınıza geldi?** Açıkça anlaşılacağı üzere bir çocukluk hayali olan radyonun içinde küçük insanlar var fikrinden esinlendim. Bir yandan da teknolojilerin üzerine bir ara yüz geçirdiğimizde teknolojilerin görünmez olması ve cihazın yaptıklarının sihir gibi algılanması beni bu işi yapmaya yönellti. **Relative Friend?** __Relative Friend__çok daha detaylı ve uzun uğraşılı bir iş oldu. 13 tane duvar, masa, ve sarkaçlı saatin mekanizmalarını modifiye ettim ve bunları 2 metre büyüklüğünde bir insan formu olarak birleştirdim. Bu işte de yakınlık sensoru kullandım. **Sergiye gelen birisine ne şekilde tepki veriyor?** Eğer bu heykele birisi yaklaşırsa bütün saatler hızlı dönüyor. Bu işte de iletişim sürecinde zamanın göreceliliği düşüncesinden esinlendim. Çok sevdiğimiz birisiyle beraberken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Yakınlık sensoru, var olma olmama durumunu tespit ettiği için çok sevdiğim bir araç. **Bu işleri sergilemeyi düşünüyor musunuz?** Bu iş şubat-nisan arasında Evanston Art Center’da (Evanston Sanat Merkezi) Crossing Wires: Technology and Play (Teknoloji ve Oyun) adlı bir sergide görülebilecek. **Saatli proje?** O proje beni çok zorladı. İşin elektronik ve programlama kısmı zor değildi. Ancak o küçücük saat mekanizmalarını açmak devreleri modifiye etmek, dişlileri yerli yerine oturtmak ve küçücük lehim yerlerine kabloları lehimlemek çok zorluydu. Ellerim küçüktür şanslıyım ama malesef bu minnacık saatlerle uğraşmak günler aylar sürdü. Kırdığım saatin haddi hesabı yok. Şu an yanımda kırık saatlerden oluşmuş bir dağ var. **Bir sonraki çalışmanız ne üzerine olacak?** Henüz başlamadığım bir sonraki iş, kalabalık bir grubun hep beraber oynayabileceği halka açık bir alana yerleştirilebilecek bir iş olacak. Etkileşim yumruk ve tekmelerle yapılacak fakat işin içinde şiddet yok. Sürprizi kaçmasın diye daha fazla detay vermeyeyim. Tek başıma yapacağımı sanmıyorum. Kesinlikle işbirliği yapmayı düşünüyorum. **Northwestern’de çalışmaya başlayalı çok olmadı sanırım. Eminim, öğrencilerin ilgisini çekecek projeleriniz de olacaktır…** Northwestern’de çalışmaya ağustos ayında başladım. Öğrencilerin ufkunu açacak yeni dersler tasarlamaya çalışıyorum. Bu dönem İnteractive Comics (Etkileşimli Çizgi) dersi veriyorum. Önümüzdeki dönemlerde bilgisayar kodu ile kendini ifade etme, okul kampüsünü bir oyun alanı ya da resim kanvası olarak düşünebileceğimiz bir oyun dersi vermek istiyorum. ## Okuyucu Yorumları
252339
haber
TUSKON: Yakında kimlerin saklanacak 'in' arayacağını herkes görecek
null
# TUSKON: Yakında kimlerin saklanacak 'in' arayacağını herkes görecek ## TUSKON Başkanı: Oylarınızla yönetime gelenlerin sizleri haşhaşilikle, ur , virüs , kandan beslenen vampirler olmakla suçlamaları çok ağırınıza gidiyor **Fethullah Gülen** cemaatine yakınlığı ile bilinen Türkiye İş Adamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON) Başkanı **Rızanur Meral**, hükümete yönelik sert açıklamalar yaptı. 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu sonrası Gülen cemaatine yönelik "inlerine gireceğiz" ifadelerine göndermede bulunan TUSKON Başkanı, " Sokakta, otobüste, kahvede, medyada duyup gördüklerimize göre şuna da inanıyorum ki yakın gelecekte kimlerin inlerde yaşadığını, kimlerin saklanacak in arayacağını, kimlerin müsvedde kimlerin asıl olduğunu herkes görecek" dedi. Genel Kurul’un açılışında konuşma yapan TUSKON Başkanı Rızanur Meral, gündeme ilişkin açıklamalarından satırbaşları şöyle: ## 'Dün neysek bugün de oyuz' TUSKON’un son iki ayda iftiralara maruz kaldığını ifade eden Meral, şöyle devam etti: "Son günlerde medyada büyük şaşkınlık ve üzüntü ile izlediğimiz haberler , tapeler, paralel, üçgen, dikdörtgen’e bakın derken ne kadar yamuk işlerin gizlenmeye çalışıldığını, nelerin götürüldüğünü de çok net ortaya koyuyor. Geçtiğimiz 2 ayda toplumun birçok kesimi bir nevi şeytanlaştırmayı andıran siyasi söylemlerden payını aldı. Ancak TUSKON üyeleri tarihinde görülmemiş hakaretlere ve iftiralara maruz kaldı. Halbuki; bir önceki Genel Kurul Toplantımıza katılan Başbakan sizlere hitabını yine bu salonda şu sözlerle yapmıştı. Aynen okuyorum: TUSKON'a, TUSKON'un tüm mensuplarına, özellikle Türkiye'nin adını dünyaya duyurdukları, ay yıldızlı bayrağın, bu aziz milletin büyüklüğünü en uzak ülkelere, en ücra kentlere şerefle taşıdıkları için, şahsım, ülkem ve milletim adına şükranlarımı sunuyorum. TUSKON, hırsı değil kanaati, kazanmayı değil paylaşmayı, sömürmeyi değil dayanışmayı savunarak, savunduğu değerlerin samimiyetle arkasında durarak, kendisini değil, ülkesini ve milletini öne çıkararak farklılığını ortaya koydu. En önemlisi de TUSKON, sırtını belli çıkar çevrelerine, çıkar odaklarına değil, millete dayadı. Kaynağını milletten aldı, ilhamını milletten aldı, motivasyonunu, ufkunu, misyonunu milletten aldı. Nasıl ki Mevlana, bir elini göğe açıp, bir elini toprağa uzattı, 'Hak'tan aldığımı halka veriyorum' dediyse, işte TUSKON, TUSKON gibi Anadolu evlatları, Anadolu kaplanları, Hak'tan aldılar, halkla paylaştılar, birlikte büyüdüler. Nasıl ki Mevlana, 'pergel misali, bir ayağın burada merkezde olacak, bir ayağınla alemleri dolaşacaksın' diye tavsiyede bulunduysa, işte Anadolu'nun aslanları da, güçlerini Anadolu topraklarından aldılar, tüm dünyayı deveran ettiler’. Aynı Başbakan’ın aynı insanları, TUSKON’umuzu bugün burada ifade etmeyi kendimize yakıştıramadığım sözlerle tahkir etmesini neyle açıklayacağımızı bilemiyoruz. Biz dün neysek bugün de O’yuz. Bu sebeple de söylenen kötü sözlere dair hiç bir endişe taşımıyoruz. 50 yıllık, yüzbinlerce insanın ortak değerleri ile ortaya çıkan bir hareketin 3-4 ayda aktan karaya dönüşeceğini kimseye inandıramazsınız. Ülkemizde örnek bir neslin yetişmesi ve sosyal yaralarımızın tamiri için çırpınan, dünyanın dört bir yanına Türkiye’nin değerlerini, duygu ve düşüncelerini yayan bu insanlara, atılan iftira ve hakaretleri sahiplerine iade ediyoruz." ## İşadamları 'siyaset para kazanma yeri değildir' diyor TUSKON Başkanı, "Son günlerde bazı siyasetçiler Sivil Toplumu kastederek sık sık muhalefet yapacaklarsa parti kursunlar siyasete girsinler diyorlar. Buna karşılık bazı işadamları da verdiğimiz vergilerin, ülke kaynaklarının nasıl kullanıldığını bilmek en doğal hakkımız diyorlar. Bunu yapmak niçin muhalefet olsun diyor ve şunu ekliyorlar; Siyaset Millete hizmet etme yeridir, para kazanma, servet edinme yeri değildir. Para kazanmak isteyen siyasileri eşit şartlarda rekabet edebilmek adına siyaseti bırakıp, şirket kurup iş hayatına girmeye davet ediyoruz" şeklinde konuştu. ## Özel hayatın gizliliği ve telefon dinlemeleri Demokrasilerde medyanın önemine ve özel hayatın gizliliğine vurgu yapan TUSKON Başkanı Meral, konuyla ilgili şunları söyledi: "Demokratik yönetimlerin yasama, yürütme ve yargı erklerine 4. bir denetleme mekanizma olarak Medya’nın eklendiği günden beri dünyada medya, demokrasinin yerleşmesi için çok etkili bir görev yapmaktadır. Bu konuda ülkemizde atılması gereken çok ciddi adımlar olduğunu düşünüyoruz. Toplum genelinde, ‘özel hayatın gizliliğini sağlamayı’ hedeflediği söylense bile, siyaseti şekillendirmek adına bazı gerçeklikleri gizlemek amacıyla yapıldığı izlenimi uyandıran yasal düzenlemelerle internet yayıncılığının ve özgür iletişimin önünün kesilmesi Türkiye’nin geleceğine vurulmuş bir darbedir. ‘Özel hayatın gizliliğine’ yönelik yasal düzenleme yaptığını iddia edenlerin Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin illegal yollardan elde edilen ses kayıtlarını meydanlarda dillendirdiğini gördük. Benzer şekilde TUSKON Genel Sekreterimiz ve Uganda Fahri Konsolosu Dr. Mustafa Günay Bey de basın yolu ile linç edilmeye çalışılmıştır. Uganda’yı tanıtmak için insanlara ikram ettiği ananaslar bile ‘Derviş’in fikri ne ise zikri o’dur’ prensibine uygun şekilde dile dolanmıştır. Mustafa Günay Bey’in Uganda Fahri Konsolosu olarak TUSKON üyesi olan veya olmayan Türk işadamlarının Uganda’da ticaret ve yatırım yapmaları için yürüttüğü faaliyetler görevlerinin gereğiydi." ## Dershanelerin kapatılması Eğitim sistemindeki aksaklıklara dikkat çeken TUSKON Başkanı, "28 Şubat döneminde eğitimimize vurulan darbenin etkisi daha silinememişken ve eğitim politikamız artık tescilli bir milli başarısızlığa dönüşmüşken, yüzbinlerce atanamayan öğretmen ve öğretmensiz okullar gerçeği ortadayken, var olan doğruların da eğilip bükülerek on binlerce insanın kazanılmış haklarını gasp eden ve eğitimde eşitsizliği azaltan, terörün önünü kesen dershaneleri kapatan, yangından mal kaçırırcasına hazırlanan milli eğitim yasa tasarısının da milli menfaatlerimizle taban tabana zıt olduğunu düşünüyoruz" dedi. ## Küresel piyasalar Küresel ekonominin kırılgan bir dönemden geçtiğini söyleyen Rızanur Meral, şöyle konuştu: "Gelişmiş piyasalarda yaşanan kriz sonrası yeni ekonomi politikası belirleme süreci ve FED’in piyasaya arz ettiği dolarları azaltması Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere olumsuz etkiler yapmaktadır. Böyle önemli bir küresel süreç yaşanırken Türkiye’de bir yılda yapılacak üç seçimin getirdiği gerginlikle birlikte demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, özgürlüklerden her türlü tavizi vererek yolsuzluk ve irtikâp soruşturmalarından kurtulmaya çalışan bir hükümetin varlığı da uluslararası piyasalardaki kırılgan Türkiye algısını çok daha fazla pekiştirmektedir. Böyle bir dönemde hem ticaret hem cari açık veren bir ekonomide sakınılması gereken en önemli konu belirsizlik ve bu belirsizliğe sebep olacak bir söylemle halkın kutuplaştırılmasıdır." ## 'İnler kime lazım olacak göreceğiz' Rızanur Meral’in konuşmasına salondan en çok alkış gelen bölüm ise şöyleydi; "Tüm bunlar size zor gelmiyor ama oylarınızla yönetime gelenlerin sizleri haşhaşilikle, ur , virüs , kandan beslenen vampirler olmakla suçlamaları çok ağırınıza gidiyor biliyorum. Ama sokakta, otobüste, kahvede, medyada duyup gördüklerimize göre şuna da inanıyorum ki yakın gelecekte kimlerin inlerde yaşadığını, kimlerin saklanacak in arayacağını, kimlerin müsvedde kimlerin asıl olduğunu herkes görecek."ekleştirdi. 1000 delegenin katıldığı Genel Kurul’a, Afrika Birliği Komisyonu Başkan Yardımcısı Dr. **Erasmus Mwencha** da onur konuğu olarak katıldı. Tek listenin oylamaya sunulduğu Genel Kurul’da Rızanur Meral 5’inci kez TUSKON başkanı seçildi. ## Okuyucu Yorumları
217114
haber
Twitter'a troll saldırısı: Açık giyinenler recm edilsin
null
# Twitter'a troll saldırısı: Açık giyinenler recm edilsin ## Twitter Cumartesi'yi pazara bağlayan gece troll saldırısına uğradı Twitter, dün gece troll (sazan avı) saldırısına uğradı. "Açık Giyinenler Recm Edilsin" hashtag'i twitter en çok konuşulanlar arasında yer aldı. Twitter Cumartesi'yi pazara bağlayan gece troll saldırısına uğradı. "Açık giyinenler recm edilsin" hashtag'iyle başlatılan tartışmaya on binlerce yorum yapıldı. İşte atılan tweetlerden bazıları şöyle: **@erkamevo**: Troller oltanın ucuna bu kez 'Açık Giyinenler Recm Edilsin' bağlamışlar ve yine sürüsüyle sazan avlamışlar. **@cerenug**: Açık Giyinenler Recm Edilsin diye birşey yok insanlar hürdür istediğini yapar ayrıca recmi araştırın cahil sofu şeytanın maskarasıdır **@LucasYldz**: Açık Giyinenler Recm Edilsin diyen insanların hepsini bir kargo uçağına bindirip İran'a yollamak istiyorum. Orada şeriyat var. **@Srma_Ca**: Açık Giyinenler Recm Edilsin , bunu diyenlerede beyin nakledilsin . **@YAKINDIR**: "Açık Giyinenler Recm Edilsin". Bu tt'ye sakın aldanmayın. Gayemiz düşmanlık, kavga, bölücülük, ayrımcılık, ötekileştirmek değildir. @cihansatir: Açık Giyinenler Recm Edilsin ben bu şekil giyinirim bu bayan şu şekil giyinir şu şekil giyinir hiç kimse hiç kimse karışmaya bi hakkı yok. **@ahmettunc16**: son kullanma tarihinin üzerinden 5 yıl geçmiş meyve suyunun yaptığı etki: Açık Giyinenler Recm Edilsin .. **@furkangnr:** Açık Giyinenler Recm Edilsin Edilmesin hocam biz kime bakıcaz Necati abiye mi ? **@Conqueror1453: **İslama saldırarak ancak cehennem azabından prim kazanabilirsiniz... Açık Giyinenler Recm Edilsin **@selix34:** Açık Giyinenler Recm Edilsin diyen tayfa hep sol kesimle dalga geçiyor, hiç sağa tag yapmıyor. yoksa sol kesimden daha mı iyi ekmek çıkıyor **@bittiwit: **Yurdum insanı işte 2dkk gaza gelen tek millet biziz her halde. Açık Giyinenler Recm Edilsin ## Troll saldırısı nedir? Troller, açtıkları hashtag'lerle takipçileri arasında tartışma başlatıyor. Daha önce de "Nükleere evet", "Eşcinsellik yasaklansın", "Asmalımescit ibadete açılsın" gibi başlıklar altında yapılan tartışmalar büyük yankı uyandırmıştı. Ana haber bültenleri de bu konulara yer vererek, birçok sokak röportajı da gerçekleştirilmişti. ## Okuyucu Yorumları
212414
haber
'Uçankuş' neden yayından kaldırıldı?
null
# 'Uçankuş' neden yayından kaldırıldı? ## Kanaltürk’te haftaiçi yayınlanan 'Uçankuş' programının kanalın sahibi Akın İpek’in annesi Melek İpek’in devreye girmesiyle yayından kaldırıldığı iddia edildi Televizyoncu Can Tanrıyar’ın 2 Temmuz pazartesi gününden beri haftaiçi her gece Kanaltürk’te yayınlanan "Uçankuş" isimli magazin programı geçen perşembe final yaptı. "Uçankuş"un bitme nedeninin Kanaltürk’ün patronu Akın İpek’in annesi Melek İpek’in programdan duyduğu rahatsızlık olduğu iddia edildi. Milliyet'te yer alan habere göre Uçankuş Medya yaptığı yazılı açıklamada yakında bir magazin - aktüel kanalı kuracaklarını belirterek "Kanaltürk’le yapılan anlaşma bugün itibariyle sona erdi. Bu nedenle Uçankuş programı bu akşam Kanaltürk’te final yapacak ve kanal işinin yanı sıra yapım işine de devam edildiği için Uçankuş programını, aynı kadrosuyla yakın bir zamanda başka bir kanalda görebilirsiniz" cümlelerine yer verdi. ## Bir güne indirilecekti Yardımsever kimliğiyle tanınan Melek İpek’in "Uçankuş" programıyla ilgili ilk rahatsızlığının 20 Ağustos pazartesi gecesi başladığı öğrenildi. Gaziantep’te yaşanan ve ilk belirlemelere göre 9 kişinin öldüğü hain terör saldırısı ülkenin gündemine bomba gibi düşerken aynı dakikalarda Kanaltürk’te "Uçankuş" programının yayınlanması ve magazin gündeminin tartışılması anne İpek’i sinirlendirdi. Rejiye bağlanan İpek, derhal yayının kesilmesi için talimat verdi. Yayın reklam arasından sonra bitirildi. Ertesi gün programa ara verildi. Ardından da programın bitirilmesi gündeme geldi. Ancak daha sonra Kanaltürk yönetimiyle Can Tanrıyar arasında yapılan görüşmelerde "Uçankuş"un yeni yayın döneminde haftada 1 güne indirilmesi konusunda anlaşmaya varıldı. Ancak geçen çarşamba gecesi programın daimi yorumcusu Erol Köse’nin Deniz Seki’yle ilgili yaptığı sert yorumlar bardağı taşırdı ve programın sonunu getirdi. Anne Melek İpek, Erol Köse’nin bağıra çağıra Deniz Seki’yle ilgili ağır sözler sarf ettiğini görünce programı tamamen kaldırttı. ## Erol Köse ne demişti? Erol Köse geçen hafta Tarkan’ın danslarını eleştirmiş, bunun üzerine Deniz Seki "Tarkan’a laf söyleyenin başına taş düşer" şeklinde tweet atmıştı. Seki’nin konuyla ilgili tweet’lerini gören Erol Köse canlı yayında öfkelenmiş ve bağırarak "Tarkan’a abi tavsiyesi verdik diye değerli Deniz Seki ‘Siz nasıl Tarkan’a laf edersiniz?’ diyerek tweet bombardımanında bulunmuş. Ben de diyorum ki, Deniz Seki’nin suçu yok. Zamanında kullandığı maddeler beynindeki myelin kılıflarına zarar vermiş. Algısı bozulmuş. Ancak onun esas karın ağrısı biraz sonra bir VTR girilecek ve ona bir hatırlatma yapılacaktı ya, iddia da değil, evli adamla ilişki yaşadığı ortaya çıkacaktı ya, onun ön gardını alıyor. Yapma Deniz yapma biz kaç yılın dostuyuz" diye konuşmuştu. ## Okuyucu Yorumları
213765
haber
Umur Talu: Darbe hevesinden eminim, ancak heves ile fiili darbe aynı şey mi olmalı?
null
# Umur Talu: Darbe hevesinden eminim, ancak heves ile fiili darbe aynı şey mi olmalı? ## 'Yakın tarihin cinayet, suikast ve katliamlarının, kayıplarının çoğu hep karanlıkta, siyasi-askeri-idari-tetikçi failleri serbest, hatta itibarlı iken; vuku bulmamış darbe cezasının okkası ve adli, siyasi, insani şüpheler vicdanı rahat bırakmaz' ## - Umur Talu **24 Eylül / 2012 Pazartesi** ## O vaktin mahkûmiyeti, bu vaktin masumiyeti! Merhaba. Kendimi tanıtayım. Mahkûm olan; kiminin sahte olduğunu, oyundan ibaret kaldığını söylediği **"Balyoz"**da, hazırlanmış listede **"askeri müdahalede toplanacak gerçek gazeteciler"**denim. Ciddisi yahut sıradanı, böyle kaç belge hazırlansa, **kara listede** yim. Mahkumlardan **Fırtına’**nın, çalıştığım gazeteye **"balyoz" **ebadında bir albay yollayıp (ölümle mi?) tehdit ettirdiği gazeteciyim. Darbe, darbeci, (**"solcu"** bile olsa) cuntacıdan haz etmedim (devrim başka şey olmalı!); kuşak kuşak nasıl acı çektirdiklerini, ülkeyi sürekli darbe çengelinde nasıl tuttuklarını, halka dayattıkları otorite ve baskının gündelik provasını astları üstünde nasıl yaptıklarını, yargısız infazı militer kültür olarak nasıl muhafaza ettiklerini, işkence ve idam sehpalarını unutmam. Belgeleri gerçek ya da değil; darbe planı yahut plan semineri… **Baskı altındaki sivil memurelerin değil; üst düzey komutanların darbeyi, müdahaleyi, adam toplamayı, aşağılamayı; hükümeti, Meclis’i, toplulukları, sıradan insanları ve astları tehdidi nasıl sevdiğinden hiç kuşkum yok.** ** Mahkeme kapısında bile ayakkabısını iki büklüm yere çökmüş (çöktürülmüş) astına bağlatanlardan bahsediyorum.** ** Hiç kuşkum yok; "bin yıl sürecek 28 Şubat"ın devamı olarak…** ** Kimi "anti-ABD" görünse de, ABD neo-muhafazakârları ve İsrail Likud politikalarıyla "aynı tertip" olabilmiş rütbelilerin, Ecevit döneminden de başlayarak iktidar devirme, ele geçirme planları yaptıklarından.** **** * ** Ne var ki, **"suç" takdir edebilirim ama ceza takdir etmem. **(Çok sayıda suçun cezasız olduğunu unutmayın! Çok sayıda cezanın suç uydurduğunu da) O yüzden ne planda adım olduğu için, ne tehdit edildiğim için suç duyurusunda bulundum. Bulunmam! "**Kanunda yazılı ceza" **teriminden de hoşlanmam. Kanunları yazan vardır; yazıldığı zaman, uygulandığı-uygulanmadığı an, mekân ve insanlar vardır. Matematik değil; amaç ve yorum vardır. Kanunun bir müzik aleti gibi istediğin şarkıyı çalması, hatta adaleti de çalıp kaçması mümkündür. O yüzden, kanun değiş(tir)mek içindir. Kanun mahkûm edebilir ama tarih kanunlara mahkûm değildir. Kanun bazen hayatın önüne geçer; bazen önünde kalıp tıkar; bazen geriye çeker hayatı. Demokrasi nihayet vardığımız son istasyon değil de; hareket halinde olduğumuz (tramvay da değil) menzili uzun belirsiz, yolcusu çeşit çeşit, yükündeki niyet ve mücadeleler türlü türlü bir trense mesela… Demokrasi yürüdükçe, kanun geride kalabilir. O yüzden… **Kanunda yazılı ceza, onu uygulayan yargı ve yetki biçimi, onu da vurur ama gün gelir seni de vurur!** ** Olabilir yani.** Aynı kanunlar ve o kanunların arkasındaki aynı felsefeyle; kiminin mahkûmiyetine yanarken, kiminkine de sevinemem. **Kanun zorunluysa, herkes için öyledir.** ** Kanun sorunluysa, herkes için öyledir!** ** * Bildiklerim, öğrendiklerim, sorularım ve elbet **sübjektif ** düşüncelerim ile ideolojimin etkisiyle vardığım… Bugün değil, o gün de, daha o planlar dönemindeki **kanaatim** de şu: Şimdi dışarıda olan **"kimi itirafçı"** dahil; (astları bilemem) komutanların **darbe hevesinden** eminim! 90 yıllık tarihte kendini fiilen hep kanıtlamış bu hevesi her şartta lanetlerim. Ancak, tabii ki ancaklar da var… **Suçun cezası, heves yahut teşebbüs niyeti ile orantılı mı; heves, plan, hatta hazırlık ile fiili darbe aynı şey mi olmalı?..** Bu cezalara balıklama atlamam. **En kanlı darbe planı **olan **12 Eylül öncesi** nin cinayetleri, katilleri hoş görülebilirken; nihayet elebaşları sanık olan darbe demiyorum; hazırlık katliamları da darbelerin **"anarşiyle mücadele"** zihniyeti de sinsice benimsenmişken; Yakın tarihin cinayet, suikast ve katliamlarının, kayıplarının çoğu hep karanlıkta, siyasi-askeri-idari-tetikçi failleri serbest, hatta itibarlı iken; **vuku bulmamış darbe ** cezasının okkası ve adli, siyasi, insani şüpheler vicdanı rahat bırakmaz. *** Bir yandan ** "darbeciler de nihayet mahkûm oldu" **derken; esas rahatsız edici şu: **1. Bu yargılama ve kararlar, bir demokrasi bayramına denk düşmüyor:** İktidar, o umudu vermeyi bırakın; o konuda kendi umudunu ve hevesini dahi çoktan kaybetti! **2. Bu kararlar, ülkede militarizmin geriletilmesine denk düşmüyor:** Hükümet ve Meclis üstünden askeri vesayet kalkması elbet iyidir ama iktidarın, militer dokulu bir vesayeti ülke üstüne sermesi, iç ve dış savaşı germesi, silahlanmaya abanması, militarizmin yok olduğunu değil, kokusunun değiştiğini gösterir. **3. Bu kararlar, kendini (herkesten) üstün gören, kendini (herkese) dayatan, kamuoyunda bulduğu (ister meşru oyla, ister meşhur silahla) desteği mutlak hâkimiyet gerekçesi sayan gelenek ve kültürün sona ermesine de denk düşmüyor.** ** 4. Bu kararlar, sistemi demokratikleştirme iddiasına rağmen; demokratikleşmenin önünü tıkayan hukuk ve devlet zihniyetinin, önyargı, yargı ve kanun yapısının demokratikleşmesine de denk düşmüyor.** **** * ** Suç ve ceza bir yana… Fikirlerin, hayatın, çok sesliliğin, insani-vicdani bir hukukun, barışın, adaletin, inançlara, kimliklere, düşüncelere saygının önünün açılmasına da denk düşmüyor. **Çünkü o ruh yok!** ** Bu kararlar karanlık bir zamanı şiddetle mahkûm etti…** ** Ama onları mahkûm eden bu zamanı da masum kılmıyor!** ## Okuyucu Yorumları
218502
haber
Üniversite harcını ödeyebilmek için seks işçiliği yapıyorlar!
null
# Üniversite harcını ödeyebilmek için seks işçiliği yapıyorlar! ## İngiltere'de harçların 9000 sterline kadar çıkarılmasından sonra üniversitelere başvuran öğrenci sayısında düşüş yaşanırken, harç paralarını ödemeyen kadın öğrencilerin bazıları sex işçiliği yapıyor İngiltere'deki bazı kadın üniversite öğrencilerinin eğitim harcamalarını karşılamak için bir internet sitesi üzerinden zengin iş adamlarıyla birlikte olduğu ortaya çıktı. Bu internet sitesinde yaşları 17 ila 24 arasında değişen 1400 öğrencinin kaydı bulunurken, siteye kaydolan kadın öğrenciler burada buldukları ve eğitim harcamalarını karşılayan bir erkekle belli bir dönem boyunca belli sıklıkta birarada olmak zorunda. Independent gazetesinde yayınlanan analize göre İngiltere'de eğitim harcamalarını karşılamak için fuhuşa yönelen öğrencilerin varlığının bir süreden beri biliniyor ancak buna karşı hem üniversitelerin hem de sivil toplum örgütlerinin bunu önemsenmiyor. ## 9000 sterline varan harçlar Bugün Daily Telegraph'da yayınlanan üniversite harçlarıyla ilgili haberse Independent'ın haberini tamamlar nitelikte. Habere göre son zamlarla üniversite harçlarının yılda 9000 sterline kadar çıkarılması, üniversitelere başvuru yapan gençlerin sayısını azaltmış durumda. Buna göre bu yıl içinde şu ana kadar, gelecek yıl üniversitede okumak için başvuran İngiliz vatandaşlarının sayısı sadece 120 bin. Gazete bu sayının geçen yıl aynı dönemdeki rakamlarla karşılaştırıldığında yüzde 10 oranında düşük olduğunu yazıyor. İngiltere'de David Cameron hükümetinin harçlara yaptığı zamlar üniversite öğrencilerinin büyük tepkisine neden olmuş, ülkede son iki yıl içinde birçok harç karşıtı eylem gerçekleştirilmişti. (**BBCTürkçe)** ## Okuyucu Yorumları
207529
haber
Ünlü beyin cerrahı Gazi Yaşargil'den tarihi düzeltme
null
# Ünlü beyin cerrahı Gazi Yaşargil'den tarihi düzeltme ## Prof. Dr. Gazi Yaşargil, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in oğlu Can Yücel yerine kendisine burs vererek yurt dışına gönderdiği bilgisini düzeltti Prof. Dr. Gazi Yaşargil, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in oğlu Can Yücel yerine kendisine burs vererek yurt dışına gönderdiği bilgisini düzeltti. Yaşargil, "Ne bana burs verildi ne Can’a" dedi. Milliyet'ten Gökhan Karakaş'ın haberine göre, ünlü beyin cerrahlarından olan ve çalışmalarını ABD ile İsviçre’de sürdüren Prof. Dr. Gazi Yaşargil geçen cuma günü Yeditepe Üniversitesi Hastanesi’nde genç meslektaşlarıyla buluştu. Genç beyin cerrahlarıyla birlikte bir beyin ameliyatına da giren Yaşargil, kanserin sebebinin tam olarak bulunamamasının kendisini mutsuz ettiğini söyledi. Türk beyin cerrahisinin dünyayı yakaladığını anlatan Yaşargil, "Ben 1960 yılında beyin cerrahisine başladığımda, beyin cerrahı sayısı dünyada 500’dü. Türkiye’de de hiç yoktu. Şimdi Türkiye’de 1400, dünyada 40 bin beyin cerrahı var. Bilgisayar teknolojilerinin ilerlemesi, teşhiste muazzam kolaylıklar getirdi. Hastaya zarar, acı vermeden araştırılabiliyor. Beyin cerrahisinde teşhiste ve tedavide iyiye gidiyoruz" diye konuştu. Yaşargil, kanser konusunda ise mutsuz olduğunu belirterek şunları söyledi: "Ama beni hâlâ memnun etmeyen durum şu. Kanserin ne olduğunu hâlâ bilmiyoruz. Kanserin sebebi henüz tam bulunamadı. Bütün kanserlerin nedenini bilmiyoruz. Benim bildiğim beyin kanseri başka tarafa sıçramıyor, beyinde kalıyor. Kanserin nedeninin bulunması benim için çok önemli." ## Can’ı ikna ettim Gazi Yaşargil meslektaşlarıyla gerçekleştirdiği buluşmada çok sık paylaşılan tarihi bir anekdotla ilgili de düzeltme yaptı. "Can Yücel yerine bana burs verildiği çok söyleniyor" diyen Yaşargil şöyle devam etti: "Ama ne bana burs verildi ne de Can’a. Hasan Ali Yücel, Temmuz 1943’te yanıma gelerek ‘Gazi Bey, Can bana söyledi Viyana’ya gitmeye karar vermişsiniz. Ben de Can’ı İngiltere’ye göndereceğim. Lütfen onu ikna edin’ dedi. Ben de ikna ettim, yol gösterdim sadece. Ama ikimize de burs verilmedi. İkimizde ailemizin imkânlarıyla yurtdışına çıktık. Can çok iyi arkadaşımdı." ## Aşık olunca koca beyin şaşırıyor Her insanın beyninin 150-200 odacıktan oluştuğunu ve her odacığın başka düşünceler ürettiğini anlatan Yaşargil şöyle devam etti: "Beyin hastalıkları da bir odayı vuruyor. Geri kalanı yerinde duruyor. Beyin hem uzayı algılamaya çalışıyor hem de atomu parçalamaya çalışıyor. Her kararımızı yüzde 51 ile veririz. Sadece aşık olduğumuz zaman yüzde 100 karar veririz. Yani kimyevi anlaşma. Bazen bir bakış, şimşek çakar. O zaman nasıl oluyor ki koca beyin, yüz milyar hücre birden şaşırıveriyor. İnsan her şeyi unutuyor. Bir hücre gidiyor milyarlarca hücre arkasından gidiyor." ## ‘Cep’i çocuklara yaklaştırmayın Cep telefonlarının beyne etkisi konusunda henüz kesin bir çalışmanın olmadığını da belirten Yaşargil, cep telefonu kullanmadığını ve cep telefonlarının çocuklardan uzak tutulması gerektiğini söyledi. Yaşargil, çevre kirliliğinin genlerimizi olumsuz etkileyeceği uyarısında da bulundu. ## Okuyucu Yorumları
182687
haber
Uzun bir ilişkinin 6 sırrı nedir?
null
# Uzun bir ilişkinin 6 sırrı nedir? ## Psychologies Dergisi psikiyatlara dayanarak uzun ve mutlu ilişkinin 6 sırrını derledi. İşte uzun ilişki için yapmanız gerekenler: T24 - **İnsanoğlu kendini bildiğinden beri "aşk"ın sırrını arıyor. Psychologies dergisinin Fransa edisyonu da bilim insanlarına "nasıl aşık oluyoruz" ve "uzun ilişkinin sırrı nedir" sorularının cevaplarını sordu...** Psychologies Dergisi psikiyatlara dayanarak uzun ve mutlu bir ilişkinin 6 sırrını derledi. İşte uzun süreli bir ilişki istiyorsanız, yapmanı gerekenler:Ait olma ihtiyacı: İlişki terapisti Robert Neuburger, "Duygusal sebeplerle değil, ait olma ihtiyacımız nedeniyle uzun süreli bir ilişki isteriz" diyor. Bir başka insanlar zaman zaman bir gruba, bir yere, bir şeylere ait olmak ister. Kendisini böyle bir ihtiyaç içerisinde hissedenlerin ilişkileri daha uzun sürer. Ortak zevkler: Yapılan psikolojik araştırmalar ortak zevkleri olmayan çiftlerin ilişkilerinin uzun ömürlü olmadığını ortaya koyuyor. Kendilerine has ritüeller: Bir çifte özel, birbirlerini diğer arkadaşlarından ayıran ritüelleri olmalıdır. Bir çift olabilmek özel, ortak paylaşımlar gerektirir. Bunun için örneğin her cumartesi sinemaya gidebilir, tatillerinizi her sene aynı yerde geçirebilir, pazar günleri hep aynı restorana yemeğe gidebilirsiniz. İkinize ait özel ritüelleriniz olmalı. Birbirlerinin çevresini tanımak: Bağlılığın ilk göstergelerinden biri sevgilinizi yakın çevrenize tanıtmaktır. Sevgilin için endişelenmek: Her iki tarafta narsizmi yenmeli ve sevgilisinin hayalleri, gerçidiği değişimler, hayatında olup bitenlerle yakından ilgilenmelidir. Sevgilinle nasıl olduğunu sormak: Çiftler genellikle birbirlerine "nasıl" olduklarını sormayı ihmal ederler. Sevgilinize "nasıl olduğunu" sorup, gerçekten kendisini nasıl hissettiğiyle ilgilenmelisiniz. Neden âşık oluruz?**Psikiyatri Profesörü Michel Reynaud aşk şöyle açıklıyor:** İnsanoğlu bir başkasına bağlı olma ve ihtiyaç duymaya programlıdır. Biriyle birleşmeye, fiziksel haz duymaya, kendimizi güvende hissetmeye ihtiyacımız var. Bunların hepsi testosteronla başlıyor. Bu hormonda cinsel ilişkide arzu hormonunun salgılanmasına neden oluyor. Ayrıca orgazmda salgılanan endorfin ve aşk hormonu olarak bilinen oksitosin hormonunun yarattığı mutluluk hisleri de insanı aşka itiyor." Fransız psikiyatr Maria-Laure Colonna ise aşkın tamamen bilinçaltının bir oyunu olduğunu savunuyor. Colonna’ya göre insan kendisine kokusu, dokunuşu, bakışı gibi herhangi bir detayı ile çocukluğundan kalma heyecanı anımsatan kişilere aşık oluyor. Çiftler neden kavga ederler? İngiliz Psikiyatr Doktor David Burns, "Birlikte İyi Hissetmek" adlı son kitabında çiftlerin neden kavga ettikleri sorusunun cevabını aradı. Burns’e göre çiftler arasındaki kavgaların nedeni: Egoları! Burns, anlaşmazlıkların 10 nedenini şöyle sıralıyor: Güç ve kontrol: Diğer insanların üzerinde güç sahibi olmayı istemek insan doğasının bir parçasıdır. İlişkide anlaşmazlıkların önüne geçebilmek için sevgilinizi kontrol etmeye çalışmak yerine, kendinizi onun yerine koymaya çalışın. Kendini suçlamak: Eğer ilişkide tüm suçu omuzlamak, enerjinin tükenmesine ve bir süre sonra ilişkiden alınan zevkin kaybolmasına neden olur. İntikam: İntikam hissi sadece sorunu büyütür. Adalet ve tarafsızlık: Sinirlendiğinizde, "Bu hiç adil değil", "Bunu hak etmedim" gibi cümleler kullanmak, sadece size kendinizin haklı olduğunu düşündürtür ve ilişkiye zarar verir. Tartışmaların "hak"la bir ilgisi olmadığını kabul etmeniz gerekir. Narsistlik: Narsist tarafınızı törpülemeli ve karşınızdakine de hak vermeyi öğrenmelisiniz. Yarış: Herkes kazanmak ister ama kazanma hissi sadece kavgayı canlı tutmaya yarar. İlişkide kazanan ve kaybeden olmamalıdır. Öfke: Öfkeyi dışa vurmanın üç yolu vardır. Birincisi aktif olarak bir mücadeleye yol açmak, ikincisi yüzleşmeden kaçınmak, üçüncüsü de sakin olmaya çalışarak karşındakine saygı göstermek. Sevgiliniz sizi sinirlendirdiğinde, 30 saniye onun ne dediğini anlamaya çalışın, sonraki 30 saniyede de dediklerini ona tekrar ederek onu anladığınızı gösterin. Bu birbirinizi anlamanızı sağlar. Suçlama: Bir sorun olduğunda bunun sadece sizin suçunuz olduğunu düşünmeyin. Etiketlemek: Sevgilinize, "sen şöylesin", "sen böylesin" diyerek etiketlemeyin. Utanç: Sevdiğimiz birinin hatalarımızı görmesini istemez ve duvarlarımızı öreriz. Fakat aslında en güçlü olduğumuz yer karşımızdakinin tüm zaafiyetlerimizi bildiği andır. İlişki yolun sonunda mı? İlişki ve evlilik danışmanlığı ile araştırmaları yapan Gottman Enstitüsü bir ilişkinin sonunun geldiğini gösteren 4 tutumu saptadı. İşte bir ilişkinin yüzde 96 sonunun geldiğini gösteren 4 tutum: Aşırı eleştiri: Eğer sevgilinizi çok ağır eleştirmeye başladıysanız, ilişkiniz için tehlike çanları çalıyor demektir. Aşağılama: Eğer sevgilinizi aşağılamaya başladıysanız bu ilişkide saygının bittiğini gösterir. Savunma: Sürekli savunmada olmak, kişiyi haklı olduğuna inandırır ve iletişim yollarını kapatır. İletişimin tükenmesi ilişkiyi öldürür. Kurbanı oynamak: Sürekli kendinizi kurban gibi göstermek, karşınızdakini yıpratır. ## Okuyucu Yorumları
181109
haber
Van 'büyükşehir belediyesi' oluyor
null
# Van 'büyükşehir belediyesi' oluyor ## Erciş Meydanı'nda halka hitap eden Erdoğan, Van'da meydana gelen birinci ve ikinci depremde hayatını kaybedenlere Allah'tan rahmet, yaralılara acil şifalar dileyerek sözlerine başladı. T24 - **Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ''Buralardaki üniversite öğretim üyeleri, devlet dairelerinde memurları, kimse bizden Van'ı 'terk etme' gibi bir şey istemesin. Eğer üniversite öğretim üyeliğini bırakacaksa onu bilemem. Ama 'Van Yüzüncüyıl'ı bırakayım da bir başka devlet üniversitesine gideyim' diye böyle bir şey bekliyorsa kusura bakmasın bizden böyle bir şey beklemesin, bunlara müsaade etmeyiz'' dedi. Erdoğan, "Erciş il olsun" önerisine karşılık "Van büyükşehir olsun' dedik, belediye seçimlerine Van büyükşehir olarak giriyor. Van büyükşehir olduğu zaman, Erciş Van'ın bir ilçesi olacak. İstanbul'un bir ilçesi nasıl modern oluyorsa Van'ın da bir ilçesi, aynı İstanbul'un ilçesi Kadıköy'ü, Pendik'i, Kartal'ı bir Çekmece'si gibi gayet güzel ilçesi haline gelecek. İmkanlar o zaman daha da artacak" dedi. ** Erciş Meydanı'nda halka hitap eden Erdoğan, Van'da meydana gelen birinci ve ikinci depremde hayatını kaybedenlere Allah'tan rahmet, yaralılara acil şifalar dileyerek sözlerine başladı. Deprem günü Erciş'i dolaşarak arkadaşlarıyla gerekli planlamaları yaptıklarını belirten Başbakan Erdoğan, o günden bugüne bakanlar, milletvekilleri, vali ve ilgili kurumların hepsinin devreye girdiğini, Türk Kızılayı, Türk Silahlı Kuvvetleri, Emniyet teşkilatı ve Toplu Konut İdaresinin de yoğun bir şekilde çalışmaya başladığını ifade etti. ''Bugün sizinle özel bir muhabbete geldim'' diyen Erdoğan, şöyle devam etti: ''İkinci depremde artçı ya da farklı deprem gibi tespitler yapıldı. Bu işin erbabı, bunun artçı değil, farklı bir deprem olduğunu söyledi. Orada da maalesef son rakam 37 olarak gerçekleşti. Allah bu kardeşlerimize de rahmet etsin. Enkazdan 30 kardeşimizi yaralı olarak kurtarabildik. Size bazı gerçekleri söyleyeceğim. Ben sizin hizmetkarınızım, arkadaşlarım da aynı şekilde. Biz bu millete efendi olmaya gelmedik, biz hizmetkar olmaya geldik. 9 yıl önce neredeydik, bugün Türkiyemizi nereye getirdik; bu bir değerlendirme. Türkiyemizi çok daha iyi bir noktaya getireceğiz. Fakat bütün bu süreç içerisinde tabii birçok hatalarımız var, millet olarak yanlışlarımız var. Zemin etütleri yapılmadan inşaatlarımızı yaparken, kamu inşaatları da buna dahil vatandaşların inşaatları da buna dahil, maalesef burada ciddi yanlışlarımız var. Artık 'Bir musibet bin nasihatten evladır' diyerek buradan ders çıkarmamız lazım. Bu dersi çıkarırken de adımlarımızı ona göre atmamız lazım. Peşinen bir şey söyleyeceğim. Bir kış mevsimindeyiz. Bu kış mevsiminde şu anda kardeşlerimizi aç, açık tutmamak için hızla çadırlarımızı, konteynerlerimizi yaptık ve sizlere ciddi bir çadır yardımı gerçekleştirdik.'' Şu ana kadar Van, Erciş ve köyler dahil toplam 67 bin çadır dağıtıldığını anlatan Erdoğan, kış şartları nedeniyle şiddetle ihtiyaç duyulan konteynerlerin de bölgeye gelmeye başladığını ve bunları süratle bölgeye yetiştirmenin gayreti içinde olduklarını söyledi. Erdoğan, şöyle devam etti: ''Bu arada başka bir adımı atıyoruz. Ben size palavra atamam. Palavracı genel başkanlardan değilim. Palavracı başbakanlardan da değilim. 'Erciş il olsun' diyenler; Hakkari'yi il yaptıkları zaman Hakkari ne oldu? Hakkari şu an Erciş'ten daha mı iyi? 'Van büyükşehir olsun' dedik, belediye seçimlerine Van büyükşehir olarak giriyor. Van büyükşehir olduğu zaman, Erciş Van'ın bir ilçesi olacak. İstanbul'un bir ilçesi nasıl modern oluyorsa Van'ın da bir ilçesi, aynı İstanbul'un ilçesi Kadıköy'ü, Pendik'i, Kartal'ı bir Çekmece'si gibi gayet güzel ilçesi haline gelecek. İmkanlar o zaman daha da artacak. Buralardaki üniversite öğretim üyeleri, devlet dairelerinde memurları, kimse bizden Van'ı 'terk etme' gibi bir şey istemesin. Eğer üniversite öğretim üyeliğini bırakacaksa onu bilemem. Ama 'Van Yüzüncüyıl'ı bırakayım da bir başka devlet üniversitesine gideyim' diye böyle bir şey bekliyorsa kusura bakmasın bizden böyle bir şey beklemesin, bunlara müsaade etmeyiz'' dedi. Eğer bu ülkede profesörü, doçenti, akademisyeni eğer bu tür şeylerde terki diyar ederse benim vatandaşım ne yapacak? Önce bunu bizler katlanmamız lazım. Aynı şekilde devlet dairelerindeki memurlara söylüyorum onlar da bizden bu tür şeyler beklemesinler. Onlar da görevine devam edecekler. Bunlar, bizim kederde üzüntüde bir beraber olduğumuz günlerdir. Sürekli beraber olacağız. Ele ele, omuz omuza vereceğiz ve Allah'ın izniyle bugünleri de aşacağız.'' ## Okuyucu Yorumları
241487
haber
Van’da konteynırda kalan depremzedeler soğuktan donmak üzere
null
# Van’da konteynırda kalan depremzedeler soğuktan donmak üzere ## Devlet hem uluslararası İnsan Hakları Sözleşmeleri hem de Anayasa’nın 57. Maddesine göre yaşam hakkını korumakla ve konut ihtiyacını karşılayacak tedbirler almakla yükümlüdür - A + **Hülya Karabağlı / ANKARA** Gündem Çocuk Derneği, konteynırda kalan 180 depremzede ailenin erken bastıran kış nedeniyle hayatta kalma mücadelesi verdiğini bildirdi. Ailelerin donmamaya çalıştığına dikkat çeken Dernek, tüm devlet yetkililerini yükümlülüklerini yerine getirmeye çağırdı. Gündem Çocuk Derneği, "Van’da havalar soğudu, kombiler açılmaya, sobalar tütmeye başladı. Konteynırlarda kalanlar ise elektrik olmadan battaniyelere sarınarak ısınmaya çalışıyor" dedi. Dernek, devlet görevlilerine Van’lı depremzedeler için "Acil Çözüm Çağrısı" yaptı. Sorunların derinleştiğine, yaşam hakkı ihlallerine dikkat çeken Dernek’ten yapılan açıklama şöyle: "Devlet Anayasal ve uluslararası hukuktaki yükümlülüklerini biran evvel yerine getirmeli, yaşam hakkı ihlallerinin önüne geçmelidir. ## İki aydır elektrik verilmiyor "23 Ekim ve 9 Kasım 2011 tarihinde yaşanan Van-Erciş depremlerinden 2 yıl sonra; yaşanan depremler sonrası geçici barınma için kurulan konteyner kentlerden üçü neredeyse 2 aydan beri elektriksiz olmasına rağmen gidecek yeri olmayan en az 180 aile bu konteynırlarda kalmaya devam ediyor. Van’da havalar soğudu, kombiler açılmaya, sobalar tütmeye başladı. Konteynırlarda kalanlar ise elektrik olmadan battaniyelere sarınarak ısınmaya çalışıyor. Konteynerde kalanlar yanmadan ya da soğuktan donmadan buralarda yaşamak zorunda kalanlar için acil olarak yapılması gerekenler şöyle: Bütün aileler kalıcı bir çözüm bulunana kadar Anadolu konteyner kente yerleştirilmeli. Elektrikler hemen açılmalı ve diğer sosyal alanlar biran önce oluşturulmalı. ## Belediye depremzedelere daha duyarlı davranmalı "Sağlık taraması yapılmalı ve sağlık sorunları olanlar tedavi edilmeli. Uzak okullara giden öğrenciler için servis hizmeti sağlanmalı. Sivil toplum örgütlerinin de dahil olduğu bir komisyon acil olarak oluşturulmalı ve bu ailelerin durumunun tespiti için rapor oluşturmalı ve kalıcı çözüm için çalışma yürütülmeli. Belediye daha duyarlı davranmalı depremzedelerin sorunlarının çözümünde sorumluluk almalıdır. Psikologlar Derneği, Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği, vb. meslek örgütleri aktif bir şekilde çalışmalarda yer almalıdır. "Devlet hem kabul ettiği uluslararası İnsan Hakları Sözleşmeleri hem de Anayasa’nın 57. Maddesine göre yaşam hakkını korumakla ve konut ihtiyacını karşılayacak tedbirler almakla yükümlüdür ve bu yükümlülüğünü bir an evvel yerine getirmelidir." ## Okuyucu Yorumları
189631
haber
Veremden korunmanın yolları nelerdir?
null
# Veremden korunmanın yolları nelerdir? ## Verem, bilinen en eski hastalıklardan biri olmasına rağmen, dünyada yaygın ve ölümcül bulaşıcı hastalıklardan biri olmaya devam ediyor. T24 - Verem, bilinen en eski hastalıklardan biri olmasına, sebebi bilinmesine, 50 yıldır tedavisi mümkün ve korunulabilir bir hastalık olmasına rağmen, dünyada yaygın ve ölümcül bulaşıcı hastalıklardan biri olmaya devam ediyor. ntvmsnbc'nin haberine göre; verem, 'mycobacterium tuberculosis' mikrobuyla oluşan, genellikle akciğerlere yerleşen ancak lenf bezleri, kemikler, böbrekler, karın ve beyin zarlarında da görülebilen ve hava yoluyla yayılan öldürücü fakat tedavi edilebilir bir hastalık. Ocak ayının ilk haftası, verem hakkında bilinçlendirmek amacıyla her yıl 'Verem (Tüberküloz) Haftası' olarak değerlendiriliyor. Dünya Sağlık Örgütü 2009 Küresel Tüberküloz Kontrol Raporu'ndaki verilere göre Türkiye'nin olgu bulma hızı yüzde 76, tedavi başarısı ise yüzde 91 seviyelerinde seyrediyor. Bilinen en eski hastalıklardan birisi olmasına; sebebinin kesin olarak bilinmesine; 50 yıldır tedavisinin mümkün ve korunulabilir bir hastalık olmasına rağmen, dünyada en yaygın ve ölümcül bulaşıcı hastalıklardan biri olmaya devam ediyor. Dr. Barış Mutluer, yılda üç milyonu aşkın kişinin hayatına mal olan verem hastalığı ile merak edilen soruları yanıtladı: Verem Nasıl bulaşır? Hastalığa sebep olan mikrop veremli hastadan sağlam kişiye, hava yoluyla (damlacık enfeksiyonu yoluyla) geçerek yayılır. Çok daha nadir olarak hasta sığırların sütlerinden yapılan süt ürünleri ile de bulaşabilir. Belirtileri nelerdir? Hastalık, sinsi ve yavaş ilerler. Hastalar genellikle aylardır devam eden halsizlik, iştahsızlık, kilo kaybı, hafif ateş, geceleri terleme gibi yakınmalarla hekime başvururlar. Zamanla bunlara öksürük ve balgam çıkarma da eklenir. Balgamda kan da gelebilir. Akciğer dışı organ tüberkülozlarında, hastalığa tutulan organla ilişkili yakınmalar bulunabilir. Örneğin idrarla ilgili şikayetler (kırmızı idrar yapma, idrar yaparken yanma vb.), boyunda lenf bezelerinin büyümesi gibi. Korunma yolları nelerdir? Veremden korunmak için artık günümüzde aşı kullanımı yaygındır. İki aylıkken ve yedi yaşında verem aşısı uygulanır. Çevresinde veya ailesinde verem hastası olanlar kontrol altında olmalı, gerekli tetkikler yapılmalıdır. Hastalığın bulaşmaması için bir müddet ilaç da kullanabilir. Düzenli yaşam, sigara, alkol, madde bağımlılığının bırakılması, temizliğe önem vermek, yeterli beslenme hastalığın kontrol altına alınması ya da başlamaması için önemlidir. Verem hastalığı geçirmiş birinin tekrar olmaması diye bir durum söz konusu değildir. Aynı önlemleri o da almalı ve hayatına dikkat etmelidir. Her tüberküloz hastası mikrobu bulaştırır mı? Balgamında mikrop bulunan, hastalığı yaygın olup öksüren hastalar daha çok bulaşmadan sorumludur. Akciğer dışı organ tüberkülozu olanlar, en az 15 gündür tedavi almakta olanlar pratik olarak bulaştırıcı değildir. Mikrobun bulaşmasından itibaren ne kadar süre sonunda hastalık ortaya çıkar? Bu süre çok farklıdır. Mikrobu alan kişide bazen 1–2 ay; bazen bir kaç yıl, bazen de onlarca yıl sonra hastalık gelişebilir veya hiç gelişmeyebilir. Tedavisi nasıl yapılır? Verem hastalığının tedavisinde kullanılan yöntem ilaç tedavisidir. Fakat hastanın da yapması gerekenler vardır. Beslenmeye dikkat etmeli, bağışıklık sistemini güçlü tutmalı (C vitamini bunun için çok önemlidir) ve iyi dinlenmesi gerekir. Verem tedavisi uzun sürelidir ve doktor gözetiminde olmak gerekir. Doktor isterse tedavi süresini uzatabilir. İlaçlar genelde birden fazladır. Çünkü bakteriler tek bir ilaca karşı direnç gösterebilirler. Unutmamak gerekir ki erken tanı ve dolayısıyla tedaviye çabuk başlamak çok önemlidir. Böylece hastalığın başkalarına bulaşmasının önüne geçilir ve iyileşme süresi kısalır. ## Okuyucu Yorumları
125463
haber
Vergi affı borç hesaplama motoru
null
# Vergi affı borç hesaplama motoru ## Vergi affından yararlanmak isteyen mükellefler için hesaplama motoru T24- **31 Aralık 2010’a kadar devlete olan vergi borçlarını yeniden düzenleyen cumhuriyet tarihinin en büyük vergi affı Torba Kanun’un Meclis’ten geçmesini bekliyor. Yasanın yürürlüğe girmesiyle iki ay içinde başvuruda bulunanların vergi borçları 36 ay vadelendirilerek 18 taksit halinde ödenebilecek. Yasayla vergi gecikme cezaları da silinecek.** 110 ülkede faaliyet gösteren BDO International’in üyesi olan ve Türkiye’nin en büyük denetim ve danışmanlık firmalarından Denet, mükelleflere kolaylık olması amacıyla vergi affı hesaplama motoru oluşturdu. Firmanın internet sitesinde yer alan hesaplama motoru, vergi borcu ana parasını ve hangi döneme ait olduğunu giren mükelleflere vadeli ve peşin olarak ödemeleri gereken vergi tutarını hesaplıyor. ## Okuyucu Yorumları
184585
haber
'Vicdani ret isteyen hapis yatıp askerlikten muaf olacak'
null
# 'Vicdani ret isteyen hapis yatıp askerlikten muaf olacak' ## Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, vicdani ret konusunda çalışma yapılacağını belirterek - A + **T24 -**Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, vicdani ret konusunda çalışma yapılacağını belirterek, "Askere gitmek istemeyene ceza vereceğiz. Cezayı hapiste çektikten sonra askerlikten muaf olacak" dedi.Bedelli askerlik konusundaki düzenleme TBMM’de 14 saatlik yorucu görüşmelerin ardından kabul edildi. Görüşmeler sırasında Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, vicdani ret konusunda önemli açıklamada bulundu. İsmet Yılmaz, şöyle konuştu: "Hem Adalet Bakanımızın dediği hem bizim arkadaşların ortak çalıştığı, diyoruz ki: Bu gibi ‘Ben askere gitmeyeceğim veya üniforma giymeyeceğim’ diyen insanlar için bir ceza yani her seferinde 3 yıl, 5 yıl değil. Bir ceza vereceğiz, o cezayı hapiste çektikten sonra da askerlikten muaf olacak. Düzenleme budur, bununla ilgili bir çalışma yapılacak." ## Okuyucu Yorumları
230740
haber
Vurulan Cezaevi Müdürü Çapacı: Beni Alaattin Çakıcı vurdurttu
null
# Vurulan Cezaevi Müdürü Çapacı: Beni Alaattin Çakıcı vurdurttu ## Buca F Tipi'nde hükümlü olan Alaattin Çakıcı ile sık sık tartışma yaşayan ödüllü Cezaevi Müdürü Ayhan Çapacı, vurulmasıyla ilgili olarak Çakıcı'yı suçladı Önceki gün evinin önünde pompalı tüfekle vurulan İzmir Buca F Tipi Cezaevi Müdürü Ayhan Çapacı, kendisini bir kaç gün önce tartıştığı Alaattin Çakıcı'nın vurdurttuğunu söyledi. Çapacı, Çakıcı'nın kendisini bir gün önce tehdit ettiğini, 'Müdür bey, ölüme hazırlan, ölüme hazır ol' dediğini anlattı. ## İki kişinin silahlı saldırısına uğradı İzmir'in Buca İlçesi'nde önceki akşam lojmanının önünde iki kişinin silahlı saldırısında elinden yaralanan Buca F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Müdürü Ayhan Çapacı, aynı cezaevinde kalan Alaattin Çakıcı'yı suçladı. Tınaztepe Hastanesi'nde tedavisi süren Çapacı Yeni Asır'dan Tolga Tekin'e şunları anlattı: "15 aydır Buca cezaevinde kalıyor. Geldiği günden beri hep yasadışı işler yapıyor. Sürekli kanunda tüzükte olmayan işlerle karşıma çıkıyor. En son geçen gün görüştük. Benden 3 saat açık görüş için opsiyon istedi. 'Bu mümkün değil' dedim. İkincisi Dokuz Eylül Hastanesi'ndeki mahkum koğuşuna sevkini istedi. Artık ne hesabı varsa bilemiyorum. 'Olmaz' dedim. Daha sonra 3 ay içinde iki tane eş arkadaş görüşmesi için izin istedi. Buna da 'olmaz' dedim" ## 'Kapıya bacaya vurup beni istiyordu' Son olarak geçen cuma yani saldırıdan bir gün önce de Alattin Çakıcı ile tartıştıklarını anlatan Çapacı şöyle devam etti: "Görevli arkadaşlar Çakıcı'nın kapıya bacaya vurup beni istediğini söyledi. Yanında da yeğeni Adem Çakıcı kalıyor. Diyormuş ki 'beni niye hastaneye sevketmiyor. Bana 3 defa kalp krizi geçirtti beni öldürecek.' Kendi kendini kuruyor. Ben de müdahale odasına getirmelerini söyledim. Yanıma geldiğinde köpürüyor, bağırıyor. Yanımda 4 tane başmemur var. Sürekli hakaret, küfür, 'asarım, keserim, yakarım, yıkarım...' Sabrım taştı. Dedim 'Bana bak haddini aşma, burası cezaevi, burası devletin bir kurumu, burada senden başka 300 tane insan yatıyor. Sen nasıl 'başmemur koridora girmesin' dersin. 'Senden izin alacak değiliz' dedim. O da bana 'ben kendimi ve burada birkaç kişiyi öldüreceğim' dedi. ## 'Müdür bey ölüme hazırlan, ölüme hazır ol' Ben de 'Bana bak. Ölüm hoşgeldi sefa geldi. Allah can vermiş bunu alacak. Neden öldüreceksin? Sen ne istiyorsun dedim onu söyle bana. Ama burada yasadışı iş olmaz' dedim. Tam dışarı çıkıp gidiyorken bana 'Müdür bey ölüme hazırlan ölüme hazır ol' dedi. Ben de 'Hazırım' dedim, 'Ben ölürüm buraya başka bir müdür gelir' dedim." ## Okuyucu Yorumları
224327
haber
Yargıtay Başkanı Alkan: Temyize gönderilen dosyalar sınırlandırılmalı
null
# Yargıtay Başkanı Alkan: Temyize gönderilen dosyalar sınırlandırılmalı ## Yargıtay Başkanı Alkan, sadece Yargıtay'daki daire ve üye sayısını artırarak her yıl gelen ortalama 750 bin dosyayı sonuçlandırmanın sürdürülebilir bir yöntem olmadığına dikkat çekti. Yargıtay Birinci Başkanı Ali Alkan, sadece Yargıtay'daki daire ve üye sayısını artırarak her yıl gelen ortalama 750 bin dosyayı sonuçlandırmanın sürdürülebilir bir yöntem olmadığına dikkat çekerken, "Yargıtay'a temyiz incelemesine gelen dosya sayısı sınırlandırılmadıkça, bu yeni kurulan daireler de sürekli artış gösteren yıllık gelen dosya sayısı karşısında çaresiz kalacaktır" dedi. Alkan, İstanbul Bahçeşehir Üniversitesinde "Yargıtay Kararlarında AİHS ve Bireysel Başvuru Hakkı" konulu toplantıda bir konuşma yaptı. Öğrencilere üniversite yıllarının herkesin yaşamındaki en önemli zaman dilimi olduğuna işaret eden Alkan, "Üniversite de alacağınız eğitim ileride yapmayı düşündüğünüz mesleği öğrenmenizi ve hayat felsefemizi geliştirmemizi sağlar. Kısaca bizi hayata hazırlar. İyi bir eğitim başarıyı, buna bağlı olarak mutlu bir hayatı beraberinde getirir. Bu nedenle üniversite yıllarınızı önemseyip en iyi şekilde değerlendirmenizi tavsiye ederim" dedi. Adaletin en basit tanımıyla herkese hakkının verilmesi olarak tarif edilebileceğini belirten Alkan, şöyle devam etti: "Adaletin tesisi için çatışan hak iddialarının etkili bir şekilde değerlendirilip sonra şaşmaz bir terazide dengelenmesi gerekir. Adaletin merkezinde de insan unsuru bulunmaktadır. Adalet terazisinin doğru tartması için sürekli çalışmanız, okumanız, araştırmanız, bilgilerinizi yenilemeniz icra edeceğiniz mesleğin saygınlığını korumanız, meslek kurallarına uymanız halinde iyi hukukçu olabilir ve adalet terazisini doğru tutabilirsiniz." Türkiye'nin büyük önder Mustafa Kemal Atatürk'ün gösterdiği çağdaş uygarlık yolunda batı ile sıkı ilişkiye sahip olduğunu söyleyen Alkan, "Bu kapsamda Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz de 60 yıla yakın bir geçmişe sahiptir. Türkiye 1950 yılında Avrupa Konseyi'ne üye olmuş, Konsey'in kabul ettiği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini 1954 yılında imzalamıştır. 2004 tarihine gelindiğinde Anayasamızın 90'ıncı maddesine ilave edilen hüküm ile, başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere insan haklarıyla ilgili uluslararası sözleşmeler, kanunların da üstünde bir konuma gelmiş ve buna bağlı olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) kararları da Türkiye Cumhuriyeti'ni bağlayıcı bir nitelik kazanmıştır" dedi. Son yıllarda Yargıtay tarafından göz önüne alınan yaklaşık 2 bin 400 kararda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarına atıfta bulunulduğunu kaydeden Alkan, sözlerini şöyle sürdürdü: "Bu konu ile ilgili olarak, Yargıtay'ın koordinatörlüğünde Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun ortaklığında Avrupa Konseyi ile birlikte "Yüksek Yargı Kurumlarının Avrupa Standartları Bakımından Rollerinin Güçlendirilmesi Projesi' 2010 yılından beri yürütülmektedir. Bu proje kapsamında bugüne kadar çok sayıda daire başkanı, üye, tetkik h'kimi ve savcı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne çalışma ziyaretlerine katılmış ve ihlale konu olan hususlarda karşılıklı bilgi ve deneyim paylaşımı yapmışlardır. Yine proje kapsamında sözleşmenin maddeleri üzerine birçok yuvarlak masa çalışması ve konferanslar düzenlenmiştir. Bundan başka diğer kurumlarımızın bu alanda düzenledikleri birçok projeye, Yargıtay üst düzeyde destek vermiş ve vermeye devam etmektedir. Bu yöndeki faaliyetlerin olumlu sonuçlarını da almaktayız. Bunlara "yol tutuklanması diye tanımlanan haksız yere hürriyetinden mahrum bırakılan şahıslara tazminat ödenmesine, yine kişilerin taşınmazlarına orman, mera, kıyı kenar çizgisi nedeniyle el konulduğu durumlarda taşınmaz bedelinin tazminat olarak ödenmesine karar verilmesini' örnek olarak verebiliriz." Alkan, insan hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesi noktasında bir başka gelişmenin de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi bir hak ihlali halinde kişilerin Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru hakkının tanınmış olması olduğunu dile getirirken, "Yapılan bu düzenlemenin amacı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne yapılan binlerce başvurunun iç hukuk yollarıyla çözüme kavuşturulması ve böylece başvuru sayısını azaltmaktır. Bu yolun başarılı olabilmesi için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından etkin bir iç hukuk yolu olarak kabul edilmesi gerekmektedir. 23 Eylül 2012 tarihinde uygulamaya başlanan bireysel başvurunun başarısı, öncelikle vereceği kararların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi standartlarına uygun olmasına bağlıdır. Bunun yanında bireysel başvuru yolu mahkemelerin birbirleriyle beklenen işbirliğini yapmalarıyla başarılı olacaktır" şeklinde konuştu. "Şu anda AİHM önünde sorunlu olarak gördüğümüz en önemli konulardan birisi de yargılamaların makul sürede bitirilememesidir" diyen Alkan, şunları söyledi: "Bu konuda Adalet Bakanlığı yasal bir düzenleme ile tazminat yolunu açmaya çalışmaktadır. Ayrıca Türkiye Büyük Millet Meclisi de sorunlu alanlar ile ilgili bir kısım yapısal değişiklikler üzerinde çalışmaktadır. Yargıtay olarak biz de insanüstü bir gayretle birikmiş dosyaları bitirmeye çalışıyoruz. 2011 yılında yapılan Anayasal ve yasal değişiklikler sonucunda Yargıtayın kapasitesi güçlendirildi. Daire, üye ve özellikle tetkik h'kimi ve savcı sayısında önemli ölçüde artış oldu. Alınan bu tedbirler sayesinde Yargıtay ilk kez yıllık gelen iş sayısından fazla dosyayı karara bağladı. Bu da her yıl artarak büyüyen birikmiş dosya yükünün azalmaya başlamasına işaret etmektedir. Ancak, sadece Yargıtay'daki daire ve üye sayısını artırarak her yıl gelen ortalama 750 bin dosyayı, ki her geçen yıl bu sayı artmaktadır, sonuçlandırmak sürdürülebilir bir yöntem değildir. Yargıtay'a temyiz incelemesine gelen dosya sayısı sınırlandırılmadıkça, bu yeni kurulan daireler de sürekli artış gösteren yıllık gelen dosya sayısı karşısında çaresiz kalacaktır. Bu sorunun kalıcı bir şekilde çözüme kavuşabilmesi için mahkeme dışı uzlaşma ve arabuluculuk gibi uyuşmazlık çözüm yollarının geliştirilmesi, itiraz müessesesinin güçlendirilerek basit uyuşmazlıkların mahallinde halledilmesi ile mümkün olacaktır. Ayrıca koşullar oluştuğunda, hukuk ve maddi olay denetimi yapacak olan istinaf mahkemelerinin faaliyete geçirilmesi de bu sürece katkı sağlayacaktır." Gelecek kuşaklara daha iyi bir yaşam ortamı ve daha güvenli bir yargı sistemi bırakılması gerektiğine değinen Alkan, "Bu bizim en büyük zenginliğimiz, gurur kaynağımız olacaktır. Cumhuriyetimizin, özgürlükçü demokrasinin, demokratik hak ve özgürlüklerin, toplumun tüm bireyleri için gelişip güçlenmesi ancak hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ilkelerinin bağımsız yargı temelinde bütün kurum ve kuralları ile hayata geçirilmesi suretiyle mümkün olabilir" diye konuştu. Yargıtay Birinci Başkanı Ali Alkan, sadece Yargıtay'daki daire ve üye sayısını artırarak her yıl gelen ortalama 750 bin dosyayı sonuçlandırmanın sürdürülebilir bir yöntem olmadığına dikkat çekerken, "Yargıtay'a temyiz incelemesine gelen dosya sayısı sınırlandırılmadıkça, bu yeni kurulan daireler de sürekli artış gösteren yıllık gelen dosya sayısı karşısında çaresiz kalacaktır" dedi. Alkan, İstanbul Bahçeşehir Üniversitesinde "Yargıtay Kararlarında AİHS ve Bireysel Başvuru Hakkı" konulu toplantıda bir konuşma yaptı. Öğrencilere üniversite yıllarının herkesin yaşamındaki en önemli zaman dilimi olduğuna işaret eden Alkan, "Üniversite de alacağınız eğitim ileride yapmayı düşündüğünüz mesleği öğrenmenizi ve hayat felsefemizi geliştirmemizi sağlar. Kısaca bizi hayata hazırlar. İyi bir eğitim başarıyı, buna bağlı olarak mutlu bir hayatı beraberinde getirir. Bu nedenle üniversite yıllarınızı önemseyip en iyi şekilde değerlendirmenizi tavsiye ederim" dedi. Adaletin en basit tanımıyla herkese hakkının verilmesi olarak tarif edilebileceğini belirten Alkan, şöyle devam etti: "Adaletin tesisi için çatışan hak iddialarının etkili bir şekilde değerlendirilip sonra şaşmaz bir terazide dengelenmesi gerekir. Adaletin merkezinde de insan unsuru bulunmaktadır. Adalet terazisinin doğru tartması için sürekli çalışmanız, okumanız, araştırmanız, bilgilerinizi yenilemeniz icra edeceğiniz mesleğin saygınlığını korumanız, meslek kurallarına uymanız halinde iyi hukukçu olabilir ve adalet terazisini doğru tutabilirsiniz." Türkiye'nin büyük önder Mustafa Kemal Atatürk'ün gösterdiği çağdaş uygarlık yolunda batı ile sıkı ilişkiye sahip olduğunu söyleyen Alkan, "Bu kapsamda Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz de 60 yıla yakın bir geçmişe sahiptir. Türkiye 1950 yılında Avrupa Konseyi'ne üye olmuş, Konsey'in kabul ettiği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini 1954 yılında imzalamıştır. 2004 tarihine gelindiğinde Anayasamızın 90'ıncı maddesine ilave edilen hüküm ile, başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere insan haklarıyla ilgili uluslararası sözleşmeler, kanunların da üstünde bir konuma gelmiş ve buna bağlı olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) kararları da Türkiye Cumhuriyeti'ni bağlayıcı bir nitelik kazanmıştır" dedi. Son yıllarda Yargıtay tarafından göz önüne alınan yaklaşık 2 bin 400 kararda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarına atıfta bulunulduğunu kaydeden Alkan, sözlerini şöyle sürdürdü: "Bu konu ile ilgili olarak, Yargıtay'ın koordinatörlüğünde Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun ortaklığında Avrupa Konseyi ile birlikte "Yüksek Yargı Kurumlarının Avrupa Standartları Bakımından Rollerinin Güçlendirilmesi Projesi' 2010 yılından beri yürütülmektedir. Bu proje kapsamında bugüne kadar çok sayıda daire başkanı, üye, tetkik h'kimi ve savcı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne çalışma ziyaretlerine katılmış ve ihlale konu olan hususlarda karşılıklı bilgi ve deneyim paylaşımı yapmışlardır. Yine proje kapsamında sözleşmenin maddeleri üzerine birçok yuvarlak masa çalışması ve konferanslar düzenlenmiştir. Bundan başka diğer kurumlarımızın bu alanda düzenledikleri birçok projeye, Yargıtay üst düzeyde destek vermiş ve vermeye devam etmektedir. Bu yöndeki faaliyetlerin olumlu sonuçlarını da almaktayız. Bunlara "yol tutuklanması diye tanımlanan haksız yere hürriyetinden mahrum bırakılan şahıslara tazminat ödenmesine, yine kişilerin taşınmazlarına orman, mera, kıyı kenar çizgisi nedeniyle el konulduğu durumlarda taşınmaz bedelinin tazminat olarak ödenmesine karar verilmesini' örnek olarak verebiliriz." Alkan, insan hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesi noktasında bir başka gelişmenin de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi bir hak ihlali halinde kişilerin Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru hakkının tanınmış olması olduğunu dile getirirken, "Yapılan bu düzenlemenin amacı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne yapılan binlerce başvurunun iç hukuk yollarıyla çözüme kavuşturulması ve böylece başvuru sayısını azaltmaktır. Bu yolun başarılı olabilmesi için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından etkin bir iç hukuk yolu olarak kabul edilmesi gerekmektedir. 23 Eylül 2012 tarihinde uygulamaya başlanan bireysel başvurunun başarısı, öncelikle vereceği kararların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi standartlarına uygun olmasına bağlıdır. Bunun yanında bireysel başvuru yolu mahkemelerin birbirleriyle beklenen işbirliğini yapmalarıyla başarılı olacaktır" şeklinde konuştu. "Şu anda AİHM önünde sorunlu olarak gördüğümüz en önemli konulardan birisi de yargılamaların makul sürede bitirilememesidir" diyen Alkan, şunları söyledi: "Bu konuda Adalet Bakanlığı yasal bir düzenleme ile tazminat yolunu açmaya çalışmaktadır. Ayrıca Türkiye Büyük Millet Meclisi de sorunlu alanlar ile ilgili bir kısım yapısal değişiklikler üzerinde çalışmaktadır. Yargıtay olarak biz de insanüstü bir gayretle birikmiş dosyaları bitirmeye çalışıyoruz. 2011 yılında yapılan Anayasal ve yasal değişiklikler sonucunda Yargıtayın kapasitesi güçlendirildi. Daire, üye ve özellikle tetkik h'kimi ve savcı sayısında önemli ölçüde artış oldu. Alınan bu tedbirler sayesinde Yargıtay ilk kez yıllık gelen iş sayısından fazla dosyayı karara bağladı. Bu da her yıl artarak büyüyen birikmiş dosya yükünün azalmaya başlamasına işaret etmektedir. Ancak, sadece Yargıtay'daki daire ve üye sayısını artırarak her yıl gelen ortalama 750 bin dosyayı, ki her geçen yıl bu sayı artmaktadır, sonuçlandırmak sürdürülebilir bir yöntem değildir. Yargıtay'a temyiz incelemesine gelen dosya sayısı sınırlandırılmadıkça, bu yeni kurulan daireler de sürekli artış gösteren yıllık gelen dosya sayısı karşısında çaresiz kalacaktır. Bu sorunun kalıcı bir şekilde çözüme kavuşabilmesi için mahkeme dışı uzlaşma ve arabuluculuk gibi uyuşmazlık çözüm yollarının geliştirilmesi, itiraz müessesesinin güçlendirilerek basit uyuşmazlıkların mahallinde halledilmesi ile mümkün olacaktır. Ayrıca koşullar oluştuğunda, hukuk ve maddi olay denetimi yapacak olan istinaf mahkemelerinin faaliyete geçirilmesi de bu sürece katkı sağlayacaktır." Gelecek kuşaklara daha iyi bir yaşam ortamı ve daha güvenli bir yargı sistemi bırakılması gerektiğine değinen Alkan, "Bu bizim en büyük zenginliğimiz, gurur kaynağımız olacaktır. Cumhuriyetimizin, özgürlükçü demokrasinin, demokratik hak ve özgürlüklerin, toplumun tüm bireyleri için gelişip güçlenmesi ancak hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ilkelerinin bağımsız yargı temelinde bütün kurum ve kuralları ile hayata geçirilmesi suretiyle mümkün olabilir" diye konuştu. ## Okuyucu Yorumları
215452
haber
Yargıtay’dan '10 numara yağ' kararı
null
# Yargıtay’dan '10 numara yağ' kararı ## 10 numara yağ davaları 5015 sayılı yasa ek 5. madde kapsamında değerlendirilip cezalandırılacak Yargıtay 7. Ceza Dairesi, çevre kirliliğine neden olduğu bilinen ve ağırlıklı olarak mazot yerine kullanılan 10 numara yağı "kaçak petrol" kapsamında değerlendirerek, satan gibi "ticari amaçla kullanmak üzere satın alaların" da 2-5 yıl hapis ve 20 bin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılmasını istedi. Böylece, 10 numara yağı en çok kullanan kamyoncuların durumu tartışma yarattı ve sanık olmaları gündeme geldi. *Oya Armutçu'nun hürriyet.com.tr'de yer alan haberine göre*, son akaryakıt zamları son birkaç yıldır başka sorunları da beraberinde getirmişti. Yasal mevzuatlardaki boşluklardan yararlanılarak baz yağlardan ve atık yağlardan elde edilen ve akaryakıt olarak kullanılabilen 10 numara yağın tüketiminde meydana gelen artış gerek sektörü gerek ekonomiyi ve çevreyi olumsuz yönde etkiliyordu. ## 'Şimşek’te mücadele sinyali vermişti' Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, kayıtdışı ile mücadele eylem planında elde edilen sonuçları açıklamak için düzenlediği basın toplantısında gazetecilerin sorularını yanıtlarken, "10 numara yağda vergi artışı yeterli olmadı, 10 numara ile ilgili olarak çok yakında çok daha radikal tedbirler almayı planlıyoruz" diyerek, ek tedbir sinyali vermişti. Hükümet’ten önce cezai yönden bulunan mevzuat boşluğunu Yargıtay son kararı ile doldurdu. Karar şöyle alındı: ## 'Kaçak yağ satıcılarının davası' Cihanbeyli Sulh Ceza Mahkemesi, kaçak yağ sattıkları gerekçesiyle yargılanan Bekir Ü.ve Murtaza Ü’yü "1705 sayılı ticarette tağşişin men’i ve ihracatın murakabesi ve korunması hakkında kanuna aykırılıktan" para cezasına çarptırdı. İki sanık kararı temyiz etti. Yargıtay 7. Ceza 2010/ 12 bin 957 esas ve 2012/21 bin 934 karar sayılı kararında, 10 numaralı yağı "kaçak petrol" kapsamında değerlendirdi ve mahkeme kararını bozdu. Sanıkların 1705 sayılı kanun kapsamında değil, 5015 sayılı Petrol Piyasası Kanunu’ndaki cezai hükümlere göre 2-5 yılla cezalandırılması istendi. Petrol Piyasası Kanunu’na göre, akaryakıt haricinde kalan solvent, madeni ve baz yağ ve benzeri petrol ürünlerinden elde edilen akaryakıt ve akaryakıt haricinde kalan benzeri petrol ürünlerinin "kaçak petrol" kapsamı içinde sayıldığı vurgulanan kararda "Halk arasında 10 numara yağ olarak bilinen akaryakıta dönüştürülmüş petrol ürününün de kaçak petrol olarak değerlendirilmesi gerekmektedir" denildi. ## Karar ne anlama geliyor Daire kararına göre, bundan böyle 10 numara yağ davaları 5015 sayılı yasa ek 5. madde kapsamında değerlendirilip cezalandırılacak. Kaçak petrolü satışa arz eden gibi satan, bulunduran, bu özelliğini bilerek ticarî amaçla satın alan, taşıyan veya saklayan kişi de iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası ve yirmibin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılabilecek. ## İşte uygulancak yeni cezai hükümler Yargıtay’ın uygulanmasını istedi ek 5. maddenin "Kaçak petrol ile ilgili ceza hükümleri" aynen şöyle: "Kaçak petrolü satışa arz eden, satan, bulunduran, bu özelliğini bilerek ticarî amaçla satın alan, taşıyan veya saklayan kişi, iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası ve yirmibin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır. Kaçak petrolün ve kaçakçılıkta kullanılan suç araç ve gereçlerinin müsaderesine de hükmolunur. Ulusal markeri yetkisiz olarak üreten, satışa arzeden, satan, yetkisiz kişilerden satın alan, kabul eden, bu özelliğini bilerek nakleden veya bulunduran kişi, iki yıldan beş yıla kadar hapis ve yirmibin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır. Ulusal markerin kimyasal özelliklerini taşımasa bile, bu madde yerine kullanılmak amacıyla üretilen kimyasal terkipler hakkında da bu fıkra hükmü uygulanır. Kanunen daha ağır cezayı gerektirmeyen hallerde; Kurum tarafından, ek 3 üncü maddenin birinci fıkrasına aykırı hareket edenlere, tasfiye edilen kaçak petrolün vergiler dahil satış bedelinin üç katı tutarında ayrıca idarî para cezası verilir." ## Okuyucu Yorumları
205976
haber
Yargıtay'dan yeni kriterler: Anal-oral seks filmi olana hapis
null
# Yargıtay'dan yeni kriterler: Anal-oral seks filmi olana hapis ## N.Ç davasında verdiği kararla toplumun tepkisini çeken Yargıtay 14. Ceza Dairesi’nden şimdi de "cinsel ilişkilere" ilişkin tartışma yaratacak bir karar geldi Yargıtay, anal ve oral seksi şiddet içeren ilişki hayvanlarla ilişki, ölülerle ilişki gibi türlerle bir tuttu. Bu yorumunu kanundaki "doğal olmayan ilişki" ifadesine dayanarak yapan Yargıtay, evinde anal ve oral seks görüntüleri içeren CD bulundurana 1- 4 yıl arası hapis cezası verilmesini istedi. N.Ç davasında verdiği kararla toplumun tepkisini çeken Yargıtay 14. Ceza Dairesi’nden şimdi de "cinsel ilişkilere" ilişkin tartışma yaratacak bir karar geldi. Akşam gazetesinin haberine göre; daire anal ve oral seksin "tecavüz, sadist-mazoşist gibi şiddet kullanarak, hayvanlarla, ölmüş insan bedeni üzerinde" kurulan ilişkilerle aynı kategoride değerlendirilmesine karar verdi. Daire, anal ve oral seksin "doğal olmayan yoldan yapılan cinsel davranışlar" olduğunu savunarak bu tür görüntülerin yer aldığı CD’leri satan sanık hakkında "müstehcen görüntü içeren yayın satmak" suçundan verilen cezayı az buldu ve cezanın görüntülerin içeriği nedeniyle ağırlaştırılmasını istedi. Karara göre, anal ve oral seks görüntülerini içeren CD bulunduran hatta internetten bu tür görüntüleri içeren videoları indirenlere 1- 4 yıl arası hapis cezası verilebilecek. ## ‘Sapıklık’ yorumu Yargıtay 14. Ceza Dairesi’nin kararında sanık S.K’nin Fatih 1. Sulh Ceza Mahkemesi’nde yapılan yargılaması sonunda; 6 aydan 3 yıla kadar hapis öngörülen ve Türk Ceza Kanunu’nun 226/2. maddesinde düzenlenen "müstehcen içerikli CD satmak" suçundan mahkum olduğu belirtildi. Kararda VCD inceleme ve izleme tutanağı içeriğine göre, sanığın satışa sunduğu ileri sürülen CD’lerde "doğal olmayan anal ve oral yollardan yapılan cinsel davranışlara ilişkin görüntülerin" yer aldığının bildirildiğine dikkat çekildi. Yargıtay anal ve oral ilişkinin "doğal" olmamasını gerekçe göstererek sanığa 1 yıldan 4 yıla kadar hapis cezası öngören TCK’nın 226/4. maddesinden ceza verilmesi gerektiği gerekçesiyle mahkeme kararını bozdu. Yargıtay daha ağır ceza öngören bu suçun yargılama yerinin de sulh ceza mahkemesi yerine asliye ceza mahkemesi olduğuna dikkat çekti. ## ‘Doğal olmayan ilişki’ Türk Ceza Kanunu’nun müstehcenlik suçunu düzenleyen 226. maddesinin 2. fıkrasında "Müstehcen görüntü, yazı veya sözleri basın ve yayın yolu ile yayınlayan veya yayınlanmasına aracılık eden kişi altı aydan üç yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır" hükmü yer alıyor. Aynı maddenin 4. fıkrasında ise sapıkça görüntülerin bulunduğu görüntülerin yayınlanması ve hatta bulundurulması cezalandırılıyor. Fıkrada " Şiddet kullanılarak, hayvanlarla, ölmüş insan bedeni üzerinde veya doğal olmayan yoldan yapılan cinsel davranışlara ilişkin yazı, ses veya görüntüleri içeren ürünleri üreten, ülkeye sokan, satışa arz eden, satan, nakleden, depolayan, başkalarının kullanımına sunan veya bulunduran kişi, bir yıldan dört yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır" hükmü yer alıyor. Bu çerçevede kanun maddesinde yazılı sapıkça görüntülerin sadece yayınlanması veya satılması değil, bulundurulması da suç kabul ediliyor. Ancak kanunda şiddet içeren ve hayvanlarla, ölmüş bedenlerle ilişkiler açıkça sapıkça ilişki olarak sayılırken aynı kategoride yer verilen "doğal olmayan yollarla" ilişkinin ne anlama geldiği açıkça belirtilmiyor. ## Evinde bulundurana ceza Yargıtay daha önce eşcinsel ilişki ve grup seks görüntülerini de "doğal olmayan ilişki" saymıştı. Yargıtay’ın son olarak anal ve oral ilişki görüntülerini de bu kapsama almasıyla ortaya ilginç bir durum çıktı. Yargıtay kararına göre evinde "anal ve oral" seks görüntüleri içeren CD bulundurmak da 1-4 yıl arası hapis cezası gerektiren bir suç haline gelmiş oldu. ## Okuyucu Yorumları
231614
haber
Yeni Şafak yazarı 'camide içki içildi' iddialarını açıklığa kavuşturdu
null
# Yeni Şafak yazarı 'camide içki içildi' iddialarını açıklığa kavuşturdu ## Gündüz: Müezzin Fuat Bey göstericileri sakinleştirmiş, yaralananlara camide tedavi imkânı tanımış. Ne alkol alan ve ne de içen bir kişi görmemiş Yeni Şafak yazarı Süleyman Gündüz, Gezi Parkı protestoları sırasında büyük tartışma yaratan ‘camide içki içildi’ iddiasıyla ilgili gerçekleri köşesine taşıdı. Haberler çıktıktan sonra camiye uğrayıp gerçekleri öğrendiğini yazan Gündüz camide içki içildiği iddialarının yalan olduğu ifade etti **İşte Süleyman Gündüz'ün Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan (09.06.2013) yazısından ilgili kısım:** Salı günü haberleri okuyunca camiye uğrayıp gerçeği öğrenmek istedim. Bunun üzerine Çarşamba günü Dolmabahçe Bezmiâlem Valide Sultan Camii'ne gittim. Camiye vardığımda dışarıda korumalar vardı. İçeriye girdim, Caminin içinde Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış yetkililerden bilgi alıyordu. Ben de yanlarına yaklaştım ve dinlemeye başladım. Cami müezzini Fuat Yıldırım olayları yeniden yaşar gibi anlattı. Ayrıca tümünün görsel kayıtlarını yapmış. Cumartesi ve Pazar akşamı Dolmabahçe'de biriken göstericilere polis müdahale edince bir grup camiye sığınmak zorunda kalmış. İlk gün yeterli bir zaman bulunduğu için ayakkabıları çıkartarak camiye girmişler. İkinci gün müdahalenin şiddet dozu arttığı için göstericiler can havliyle ayakkabılarını çıkartmadan cami kapısının anahtarını kırarak içeri girmişler. Müezzin Fuat Bey göstericileri sakinleştirmiş, yaralananlara camide tedavi imkânı tanımış. Ne alkol alan ve ne de içen bir kişi görmemiş. Polislerle konuşmuş ve ortalık sakinleşince göstericileri camiden sükûnetle çıkartmış. Son cemaat mahfilindeki pencerede ezik bir bira kutusu kalmış. Oraya nasıl bırakıldığını görmemiş. Olay özetle böyle gelişmiş. Bu olayı tarihi bir kırılma anı olarak niteleyen Gündüz yazısına, "Müezzin Fuat Yıldırım davranışının bu ülkeyi nasıl bir tehlikeden kurtardığının farkında değil. Bunu tahrik yöntemi olarak kullanmaya kalkanların da ülkeyi nasıl bir tehlikenin eşiğine getirdiklerinin" şeklinde devam etti. Gündüz son olarak ise, "Gelinen noktayı iyi analiz edip değerlendiremezsek kaybeden biz olacağız. Kendimizi yenileyebilmek için çevremizde bizi kuşatan duvarları yıkıp olan biteni anlamalıyız" ifadelerini kullandı. ## Okuyucu Yorumları
206311
haber
Sosyete Ulus Pazarı yeni ve modern yüzüyle Ortaköy'de açıldı
null
# Sosyete Ulus Pazarı yeni ve modern yüzüyle Ortaköy'de açıldı ## Tüm ünlü markaların buluştuğu Sosyete Ulus Pazarı yeni ve modern yüzüyle Beşiktaş Ortaköy’de hizmete açıldı. İstanbul ve çevre illerde yaşayan vatandaşların uğrak yeri olan Sosyete Ulus Pazarı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi iştiraki İSPARK tarafından yeni yerinde törenle hizmete açıldı. İSPARK Genel Müdürü Mehmet Çevik açılışta yaptığı konuşmada İstanbul’a modern pazar yerleri kazandırmak için çalışmalar yaptıklarını söyledi. Genel Müdür Çevik, "Daha önce Ulus’ta hizmet veren ve İstanbulluların beğenisini kazanan Sosyete Pazarı’nı, Beşiktaş’taki yeni yerinde hizmete açtık. Farklı projelerle hizmet çeşitliliğimizi artırarak İstanbullulara daha kaliteli hizmet vermeye devam edeceğiz " dedi. Açılışın ardından pazar yerinde incelemeler de bulunan Çevik ve beraberindekiler, esnaf ve vatandaşlarla görüştü. Sosyete Ulus Pazarı’nın yeni adresi, Beşiktaş Dereboyu Caddesi Çayır Sokak. İSPARK’ın işletmeciliğini yaptığı 9 dönümlük arazi üzerine kurulan pazar yerinde 950 tezgâh yer alıyor. Pazar yerinde idari bina, büfeler, beyaz masa, kıyafet deneme kabinleri ve sosyal donatı alanları bulunuyor. İBB Zabıta ve Sivil Güvenlik ekipleri, vatandaşların pazar alanında güven içinde alışveriş yapabilmesi için görev yapıyor. Toplu taşıma alanlarına yakın olan pazar yerinde Ulus AK Merkez ve Zincirlikuyu Metrobüs Durağı’na ücretsiz ring seferleri de yapılıyor. ## Okuyucu Yorumları
221203
haber
Yılın en iyi futbolcuları belli oldu
null
# Yılın en iyi futbolcuları belli oldu ## Cristiano Ronaldo ve Andres Iniesta'nın aday gösterildiği Altın Top ödülü, Lionel Messi'nin Arjantinli **Lionel Messi**, 4. kez dünyada yılın futbolcusu seçilerek adını tarihe yazdırdı. Yılın en iyi golü ödülü ise Fenerbahçeli futbolcu **Stoch** 'un oldu. Arjantin Milli Takımı ve Barcelona'nın hücum oyuncusu Lionel Messi, takım arkadaşı İspanyol Andres Iniesta ve Real Madrid'in Portekizli oyuncusu Cristiano Ronaldo'nun da aday olduğu, dünyada yılın futbolcusuna verilen FIFA Ballon d'Or Ödülü'nü 4'üncü kez kazandı. 2009, 2010 ve 2011 yıllarında da ''Yılın Futbolcusu'' Ödülü'ne layık görülen Messi, İsviçre'nin Zürih kentinde düzenlenen törende, ödülü 4 kez alma onurunu yaşayan ilk futbolcu olarak tarihe geçti. 25 yaşındaki Messi, 1972 yılında Bayern Münih formasıyla bir yılda 85 gol kaydeden Gerd Müller'in rekorunu, 91 golle geride bırakmıştı. Ödülü, Fransız orta saha **Zinedine Zidane** ve Brezilyalı forvet ** Ronaldo'**nun 3 kez almıştı. UEFA Başkanı Fransız Michel Platini, Hollandalı Johan Cruyff ve Marco van Basten ise Ballon d'Or Ödülü'nü, yalnızca Avrupa'da oynayan futbolculara verildiği yıllarda 3 kez kazanmıştı. ## Yılın Golü Ödülü Stoch'un FIFA tarafından efsanevi Macar futbolcu Ferenc Puskas'ın anısına 2009'dan beri düzenlenen ''Yılın Golü'' Ödülü'nü ise Fenerbahçe'nin Slovak oyuncusu Miroslav Stoch kazandı. Stoch, İsviçre'nin Zürih şehrinde yapılan törende, 3 Mart'ta Gençlerbirliği'ne karşı köşe vuruşundan yapılan ortaya, ceza yayının dışından gelişine attığı vole golü ile Puskas Ödülü'nün sahibi oldu. 2010 yılında Hamit Altıntop'un milli formayla Kazakistan'a attığı golle kazandığı ödülü, 2009 yılında Cristiano Ronaldo, 2011'de ise Neymar aldı. ## 'Fair Play' Ödülü Özbekistan'a FIFA Fair Play Ödülü'nün sahibi Özbekistan Futbol Federasyonu (UFF) oldu. UFF, en az sarı ve kırmızı kart alma, pozitif oyun, rakibe ve hakeme saygı ve seyirciler ile yetkililerin birbirine davranışları temel alınarak yapılan sıralamada, 498,84 puan ile en yakın rakibi İran'ın 16,37 puan önünde Afrika Futbol Konfederasyonu'nun (AFC) 2012 Fair Play Ödülü'ne layık görülmüştü. ## Okuyucu Yorumları
246398
haber
Yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasında Egemen Bağış görüntüleri de çıktı!
null
# Yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasında Egemen Bağış görüntüleri de çıktı! ## Hükümeti sarsan yolsuzluk ve rüşvet soruşturması dosyasına AB Bakanı Egemen Bağış bağlantılı fiziki takip görüntüleri ile telefon dinlemesi kayıtları da girdi. Dosyada ayakkabı ve çikolata kutuları içinde teslimat yapıldığı öne sürülüyor Yolsuzluk ve rüşvet iddialarıyla yürütülen soruşturma dosyasından, İçişleri Bakanı **Muammer Güler** 'in oğlu **Barış Güler** 'in ardından Avrupa Birliği Bakanı **Egemen Bağış** 'la bağlantılı takip ve dinleme kayıtları da çıktı. Bağış'ın, operasyonda gözaltına alınan İranlı Azeri işadamı ve müzisyen **Ebru Gündeş** 'in eşi **Rıza Sarraf’**tan (Reza Zarrab) çıkar sağlama iddiasıyla suçlandığı öne sürülüyor. Soruşturma dosyasındaki fiziki ve teknik takip bulguları arasında Bağış'ın oturduğu sitedeki evi ile AB Bakanlığı’nın İstanbul ofisine yapılan ziyaret görüntüleri ile bazı konuşma kayıtları yer alıyor. **T24** 'ün aldığı bilgilere göre, daha önce Mali Suçlar ve Kara Para Araştırma Kurulu (MASAK) tarafından hakkında kara para takibi yapılan Sarraf, büyük miktarlarda rüşvet dağıtma iddiasıyla sorgulanıyor. Sarraf’ın rüşvet ilişkisi kurma ve kamudaki işlerini kolaylaştırmak amacıyla "kıymetli armağanlar" dağıtma iddiasıyla suçlandığı isimlerden biri de AB Bakanı Egemen Bağış. Bağış, Sarraf’ın devletteki işlerinin takibi, babasının AB ülkelerinden vize ve oturma izni alma da olmak üzere bir dizi iş karşılığında çıkar elde etme iddiasıyla suçlanıyor. ## **AB İstanbul Ofisi'ne ayakkabı kutusu** Dosyada öne sürülen iddialar arasında, Sarraf’ın 1,5 milyon dolarlık rüşveti nisan, ağustos ve ekim aylarında eşit taksitlerle verdiği de bulunuyor. Rakamın daha da büyüdüğü öne sürülen dosyada paraların ayakkabı kutusu içinde teslim edildiği iddia ediliyor. Soruşturma dosyasındaki bulgulara göre, 19 Nisan 2013 günü Ortaköy'e tekneyle yanaşan Rıza Sarraf’ın şoförü iskelede motosikletli bir kurye ile bir araya geldi. Sarraf’ın şoförü, kuryenin çantasında içinde ABD Doları bulunan kutuyu aldı ve Sarraf’ın da bulunduğu iddia edilen araca yöneldi. Daha sonra Ortaköy'deki AB Bakanlığı'nın İstanbul Ofisi'ne gidildi ve Rıza Sarraf, adamları ve ayakkabı kutusuyla ofis önünde görüntülendi. Sarraf ofisten çıkarken elinde paket olmadan görüntülendi. ## **Hediye takım elbise içinde teslimat ** Dosya kapsamındaki telefon tapelerine dayanarak, Sarraf’ın adamlarına 500 bin dolar hazır etmelerini, aynı gün hediye paketi şeklinde hazırlanmış bir ayakkabı kutusu içinde teslimat yapılacağını söylediği öne sürülüyor. Dosyada, ikinci 500 bin dolarlık teslimatın, hediye alınan marka bir takım elbise içinde tesliminin organize edildiği öne sürülüyor. Telefon konuşmalarında teslimat için adres "Hilpark Sitesi 47/ S Blok Daire: 1" diye veriliyor. Bu adresin Bağış'a olduğu iddia ediliyor. Dosyadaki iddiaya göre Bağış, hediye için Sarraf’a teşekkür ediyor. Dosyaya göre, 29 Ağustos 2013 tarihinde yapılan bu teslimat için hediyelerin yüklendiği ticari taksi takibe alındı ve bu taksi "Hilpark sitesi"ne girerken görüntülendi. ## **Çikolata kutusuyla teslimat ** Bağış'ın adresine ikinci teslimatın 10 Ekim 2013'te çikolata kutusu içinde yapıldığı iddiası da, kuryenin site girişinde görüntülendiği bilgisi eşliğinde dosyada yer alıyor. Soruşturma dosyasının, bu bağlantılara ilişkin çok sayıda telefon konuşmasının deşifresini de içerdiği iddia ediliyor. ## 'Ben rahatım' Bağış, operasyonda adının geçmesi üzerine kendisine soru yöneltmek isteyen gazetecilere "Ben rahatım" karşılığını vermekle yetinmişti. **NOT: **Görseller ve üzerindeki notlar soruşturma makamlarına aittir. ## Okuyucu Yorumları
81645
haber
Yunanistan askeriyesinde seks skandalı
null
# Yunanistan askeriyesinde seks skandalı ## Yunan siyasetçinin askere giden oğlu, Harp Müzesi'nin garajında porno yıldızı ile sevişirken yakalandı. - A + **T24** - Yunan siyasetçinin askere giden oğlu, Harp Müzesi'nin garajında porno yıldızı ile sevişirken yakalandı.Yunan Savunma bakanlığı son dönemlerde skandal üzerine skandal olaylarla gündemden düşmüyor. Yunan Savunma Bakanlığı bu kez porno yıldızı Julia Aleksandratou’nun Atina’daki Harp Müzesi'nin garajında sevişmesini sorgulamaya başladı. Müzenin kameralarını inceleyen Savunma Bakanlığı, Julia ile garajda sevişen kişinin askerlik görevini Harp Müzesi'nde yapan ana muhalefet partisi YDP’nin eski genel sekreteri Lefteris Zagoritis’in oğlu er Gerasimos Zagoritis olduğunu açıkladı. Savunma bakanı Evangelos Venizelos, müzeden sorumlu subaylar hakkında soruşturma açarken, er Gerasimos Zagoristis’in Harp Müzesi'ndeki görevinden sınır bölgesine gönderileceği açıklandı. Savunma Bakanlığı, bundan iki hafta önce de bir armatör ailesinin, yine müze olarak kullanılan tarihi AVEROF zırhlısında düğün eğlencesi düzenlenmesine izin veren subayları görevden almıştı. ## Okuyucu Yorumları
331933
haber
Yusuf Yerkel'in tekmelediği madenciye 10 ay hapis cezası!
null
# Yusuf Yerkel'in tekmelediği madenciye 10 ay hapis cezası! ## 301 madencinin hayatını kaybettiği faciadan bir gün sonra dönemin başbakanı Erdoğan'ın müşaviri Yusuf Yerkel'in tekmelediği Erdal Kocabıyık'ın başına gelmeyen kalmadı Soma faciasının hemen ertesinde Başbakanlık Müşaviri **Yusuf Yerkel** 'in tekmelediği madenci **Erdal Kocabıyık**, para cezasının ardından şimdi de 10 ay hapse çarpıtıldı. 301 madencinin hayatını kaybettiği faciadan bir gün sonra dönemin başbakanı **Tayyip Erdoğan** 'ın müşaviri Yusuf Yerkel'in tekmelediği Erdal Kocabıyık'ın başına gelmeyen kalmadı. Kameraların önünde dövülen Kocabıyık, Başbakanlık koruma aracına hasar verdiği gerekçesiyle faiziyle birlikte 631 lira para cezası ödemişti. Şimde de kamu malına zarar verdiği gerekçesiyle 10 ay hapse mahkum edildi. Hapis cezasına tepki gösteren maden işçisi Erdal Kocabıyık, hasar miktarını yatırmasına rağmen hapis cezasını anlayamadığını söyledi. "O araca vermiş olduğum zararı karşıladım. Ama sonra karşıma daha yüksek rakamla dönüşü ve mahkemenin beni hapis cezasıyla cezalandırılmasına hiç anlam veremedi" dedi. Kocabıyık temyize gidecek. Başbakanlık müşaviri Yusuf Yerkel'in attığı tekme sonrası "ayağım incindi" diye aldığı rapor tartışmalara sebep olmuştu. ## Okuyucu Yorumları
250182
haber
Zaman'dan Erdoğan'a: Bir başbakan, hoşuna gitmeyen soru soran muhabiri azarlayamaz!
null
# Zaman'dan Erdoğan'a: Bir başbakan, hoşuna gitmeyen soru soran muhabiri azarlayamaz! ## Zaman gazetesi dün Erdoğan'ın basın toplantısına katılan muhabirlerinin sorduğu soru karşısında Başbakan'ın sert tavrını eleştirdi Zaman gazetesi, dünkü basın toplantısında Başbakan **Tayyip Erdoğan** 'a MİT'in **Reza Zarrab** hakkında rapor sunduğunu hatırlatan muhabirlerine karşı Başbakan'ın sert tavrını eleştirdi. Gazete, "Bir başbakan, hoşuna gitmeyen soru soran muhabiri azarlayamaz. Muhabirlerin azarlandığı bir ortam demokratik Türkiye manzarasından her gün bir adım daha uzaklaştığımızın göstergesidir" ifadeleri ile Erdoğan'ın bu tutumunun kabul edilemez olduğunu savundu. Zaman gazetesinden **Fatih Uğur'un** imzasıyla yayımlanan cevap niteliğindeki haberde, Başbakan'ın Reza Zarrab'ı savunarak "Bir insan suç sabit olmadıkça o insanı suçlu olarak telakki edemezsiniz" sözlerine, "Peki, milyonları bir kalemde ‘haşhaşi, çete, vatan haini’ diyerek suçlamanın Mecelle’deki yeri nedir? Beraatı zimmet camia için geçerli değil mi?" sorusu yöneltilerek Erdoğan tek taraflı davranmakla suçlandı. 5 Ocak 2014'te T24'te yayımlanan "*MİT 8 ay önce yazmış: Bakanların Zarrab'la ilişkisi ortaya çıkarsa!.."* başıklı haberi hatırlatan muhabirin sorusuna Erdoğan, "Paralel yapının temsilcisi durumuna düşüyorsunuz. MİT'in raporunu bilecek kadar paralel çalışıyorsunuz" şeklinde cevap vermişti. Zaman'da **"Soru da mı sormayalım sayın Başbakan?"** başlığıyla yayımlanan haber şöyle: Başbakan Tayyip Erdoğan, Almanya seyahati öncesinde rutin olduğu üzere havalimanında basın toplantısı yaptı. Onlarca gazetecinin gündeme ilişkin soruları vardı. Sırasıyla sorular soruldu. Bir muhabirin Zaman’daki anket sonuçlarını hatırlatması üzerine sinirlendi. "Paralel yapının anketi bu..." dedi. Bir başka gazetecinin, "Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun ofisinize konulan böcekle ilgili, ‘Başbakanlık koruma ekibinden alt düzeyli bir yöneticinin yerleştirdiğine inanılıyor’ ifadesi var. Bu konuyla ilgili gelişmeler nedir?" sorusuna da kızdı: "Sevgili kardeşim! sen ayrıntıları öğrenmişsin. Ben bu ayrıntıları bilmiyorum. Beni de bilgilendirirsen çok mutlu olurum. Başbakanlık Teftiş Kurulu ‘çok gizlilik’ kaydıyla, Ankara Başsavcılığı’na bunu gönderiyor. Bundan sizin haberiniz oluyor. İşte paralel devlet bu!" Zaman muhabiri Derviş Genç ise haftalardır yazılıp çizilen bir soruyu sordu: "17 Aralık operasyonundan 8 ay önce MİT tarafından Reza Zarrab’la ilgili size bir rapor sunulduğu medyaya yansıdı. Size böyle bir rapor sunuldu mu?" Başbakan, önce muhabiri ‘paralel yapının temsilcisi’ durumuna düşmekle suçladı. Ardından, "MİT belgeleri gizli, nasıl sızdırılır." deyip belgenin varlığını kabul etse de, ısrarla cevap vermedi. Gazeteci, ‘Efendim gazetelerde yayınlandı’ dese de nafile… Varsa yoksa paralel yapı. Oysa muhabirler kamuoyunun merak ettiklerini sordu. Erdoğan ise "Müşterek çalışıyorsunuz." diyor, başka bir şey diyemiyor. Konuşmasının devamında ‘beraatı zimmeti’ hatırlattı. "Bir insan suç sabit olmadıkça o insanı suçlu olarak telakki edemezsiniz." dedi. Doğru söylüyorsunuz… Peki, milyonları bir kalemde ‘haşhaşi, çete, vatan haini’ diyerek suçlamanın Mecelle’deki yeri nedir? Beraatı zimmet camia için geçerli değil mi? Gazetecinin işi soru sormaktır. Bir başbakan, hoşuna gitmeyen soru soran muhabiri azarlayamaz. Muhabirlerin azarlandığı bir ortam demokratik Türkiye manzarasından her gün bir adım daha uzaklaştığımızın göstergesidir. Dün Erdoğan’ın yarım saatlik basın toplantısında yaşanan da budur. Kamuoyunun merak ettiği soruları sormak gazetecinin görevidir. Sorulması gereken onlarca soru orta yerde durmaktadır. Örneğin; "Örgüt, haşhaşi, ajan, çete, in sözlerini kime söylediniz? Hangi davaya hangi soruşturmaya konu idi bu sözleriniz? Urla’da 1. Derecede sit alanına villa yapıldı mı? Bunun için 130 bin TL karşılığında sahte rapor alındı mı? ATV ve Sabah’ın devri sırasında hükümetin rolü oldu mu? Medya grubunu satın alan iş adamlarına devletten ihale sözü verildi mi?" Açıkta kalmış iddiaları ve soruları çoğaltmak mümkün. Şimdi sayın Başbakan; kamuoyunun cevabını merak ettiği bu soruları sormayalım mı? ## Okuyucu Yorumları
247906
haber
'Başbakan iki kişi gönderdi, özür dilememi ve operasyonu sonlandırmamı istediler'
null
# 'Başbakan iki kişi gönderdi, özür dilememi ve operasyonu sonlandırmamı istediler' ## Zekeriya Öz, gıyabında Bakırköy Cumhuriyet Başsavcıvekilliğine atama kararı çıkması hakkında, 'görevden almayı 1 Ocak’ta bekliyorduk. Önce yıpratma yaptılar sonra zıplatma' dedi Bakan çocukları ve iş adamlarının da şüphelileri arasında yer aldığı "yolsuzluk ve rüşvet" iddiası ile yürütülen soruşturmanın ardından Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu 1’inci Dairesince geçici görevle Bakırköy Cumhuriyet Başsavcıvekilliğine atanan **Zekeriya Öz**, Dubai'de maliyeti yaklaşiık 73 bin lira olduğu öne sürülen bir tatilde bedava ağırlandığı iddialarına cevap verdi. Öz, eşi ve çocuğu ile gittiği Dubai tatilinin uçak bedeli dışındaki maliyetinin 4 bin 250 dolar olduğunu ve tamamının kendisi tarafından karşılandığını açıkladı. "Dubai'deki tatilimi **Ali Ağaoğlu** 'na ödettiğim iddiası kesinlikle gerçek dışıdır" diyen Öz, geziyi Ağaoğlu Şirkeyler Grubu'nun Dubai temsilcisi olduğu açıklanan Halil İbrahim Demirhan'ın organize ettiğini, Demirhan ile 5 yıldır samimi dost olduklarını belirtti, ancak, harcamaların hepsini kendisinin karşıladığının altını çizdi. Öz, Başbakan Tayyip Erodğan'ın kendi nezdinde bir girişimde bulunduğunu öne sürerek, "Başbakan tarafından gönderilen yüksek yargı kökenli 2 kişiyle Bursa'da görüştüm. Bu kişiler bana 'bizzat Başbakan'dan özür dile. Soruşturmayı durdur' dedi" açıklamasını yaptı. Hakkındaki iddialar ve atama kararı için de, Zekeriya Öz, "Bu görevden almayı 1 Ocak’ta bekliyorduk. Ama yapmadılar. Önce yıpratma yaptılar sonra zıplatma" ifadesini kullandı. Zekeriya Öz, hakkındaki iddialara ilişkin hem yazılı açıklama yaptı, hem de gazetecilerin sorularını yanıtladı. ## 'Başbakan şahsıma yönelik gerçek olmayan iddialar dile getirdi' Zekeriya Öz'ün yaptığı yazılı açıklamanın tam metni şöyle: **1.** Önce Sayın Başbakan tarafından basın mensuplarına açıklanan, sonrasında da bazı gazeteler tarafından yayınlandığı üzere bugüne kadar 22 kere yurt dışına çıktığım hususu kesinlikle gerçek dışıdır. Bu konudaki gerçek bilgiler hakkımda 2802 Sayılı Kanun gereğinde soruşturma yetkisine sahip HSYK tarafından ortaya çıkartılacaktır. Eğer iddia edildiği gibi bugüne kadar 22 kez yurt dışına çıktığım ispatlanırsa mesleğimden aynı gün istifa edeceğimi ilan ediyorum. İddiaların asılsız çıkması halinde aynı erdemli davranışı bana bu tür suçlamaları yapandan da bekliyorum. **2**. Bir kişinin yurtdışına giriş-çıkış kayıtları devletin resmi kurumlarında muhafaza edilen ancak bir soruşturma sırasında sorgulanabilecek kayıtlardır. Hakkımda herhangi bir adli ya da idari soruşturma bulunmayan dönemde usulsüz ve yetkisiz olarak yurt dışına giriş-çıkış kayıtlarının sorgulandığı ve bunun neticesinde kişisel veri niteliğindeki bu bilgilerin (üstelik kesinlikle yanlış olarak) Sayın Başbakan’a iletildiği ve Sayın Başbakan tarafından da basın mensuplarına açıklandığı gazete haberleriyle ortaya çıkmıştır. TCK’nın 134, 136, 137 ve 257. maddeleri kapsamında suç teşkil eden bu eylemlerden dolayı, gerek yetkisiz olarak sorgulama yapan kamu görevlileri, gerek bunları yetkisiz olarak açıklayanlar hakkında yasal yollara başvuracağım. **3.** Devletin resmi kayıtlarında bulunan bu bilgilerin bile kamuoyuna abartılarak ve yanlış şekilde açıklanması sadece görevimi hukuka uygun olarak yapma gayreti içinde olduğum için tarafıma yöneltilen husumetin boyutunu gözler önüne sermektedir. **4-**16-22 Ekim tarihleri arasında Dubai’de tatil yaptığım ve bunun 77.500 TL bedelini Ali Ağaoğlu isimli işadamına ödettiğim hususu da gerçek dışıdır. a-HSYK tarafından yapılacak soruşturmada yurt dışı giriş çıkış kayıtları sorgulandığında da anlaşılacağı üzere ailem ve bir meslektaşım ile birlikte Dubai’deki otele giriş tarihim 17 Ekim 2013, çıkış tarihim ise 20 Ekim 2013’tür. Bu yurt dışı seyahati kendisi ile 5 yıldır tanıştığım ve samimi dostum olan Halil İbrahim Demirhan tarafından organize edilmiştir. Halil İbrahim Demirhan, uzun yıllar Dubai’de yaşayan ve bu ülkede tanındığını ve sevildiğini bildiğim bir işadamıdır. Bu güne kadar kendisinin benden adli konulara ilişkin herhangi bir talebi olmamıştır. Konunun iddia edildiği gibi yolsuzluk operasyonu olarak bilinen soruşturmanın şüphelilerinden Ali Ağaoğlu ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Gerek seyahat öncesi ve gerekse sonrasında kendisiyle herhangi bir görüşmem olmamıştır. Dubai’deki karşılanmamız ve şehirde dolaştırılmamız Halil İbrahim Bey’in kardeşi İdris Demirhan tarafından yapılmıştır. c. Uçak biletleri tarafımdan nakit para ile bir seyahat acentasından alınmış, geziye daha sonra katılmaya karar veren çocuğumun uçak bileti ise kendisine ait kredi kartıyla alınmıştır. d. Otelin tüm masrafları tarafımdan ve geziye benimle birlikte katılan meslektaşım tarafından ödenmiştir. e. İddia edildiği gibi otelde oda servisi olarak yediğimiz herhangi bir yemek bulunmamaktadır. Oteldeki ücretlere sabah kahvaltısı dahil olup, bunun dışında kaldığımız 3 gün boyunca otelde sadece 1 öğün yemek yenilmiştir. f. Otel ücreti basına abartılı olarak yansıtıldığı şekilde değildir. Gezinin maliyeti; uçak biletleri dışında ailemle birlikte şahsım için 4250 dolar. Meslektaşım ve ailesi için 3500 dolardır. Bunlara ilişkin bilgi ve belgeler yapılan inceleme sırasında ibraz edilecektir. h. Gazete haberlerinde verilen fatura vb. belgeler gerçek dışı olup ne şekilde temin edildiği soruşturma sonucunda ortaya çıkacaktır. Henüz yurt dışına çıkmadığım ve yurda döndükten sonra otelde kalmam fiilen imkansız olduğuna göre bu belgeler gerçeğe aykırıdır ve şahsımı yıpratmak için sonradan temin edilmişlerdir. Kanunla kendilerine verilmiş görevleri yapmaları gereken kurumlar ve bunların yöneticilerinin işlerini bırakarak bizzat bu tür belgeleri temin ile uğraşmaları ve bazı medya organlarına servis etmeleri de dikkat çekicidir. **5.** Hakkımdaki bu iddialar Sayın Başbakan tarafından açıklanmadan önce Yüksek Yargı kökenli olan, daha önceden tanıştığım ve saygı duyduğum iki kişi bizzat Sayın Başbakan tarafından bana gönderilmiştir. Bursa’da bir otelde görüştüğüm bu kişiler Sayın Başbakan’ın bana çok kızgın olduğunu, hakkımda ağır laflar ettiğini, bir mektup yazarak kendisinden özür dilemem gerektiğini, hükümete yönelik soruşturmaların derhal durdurulmasını, aksi takdirde zarar göreceğimi ve bunun sonuçlarının benim için ağır olacağını, emniyete neden gittiğimi, bunun herkesi çok kızdırdığını söylediler. Tehdit niteliğindeki bu haberi getiren kişilere, soruşturmanın benim dışımda vicdanları ve kanunlar çerçevesinde görev yapan savcılar tarafından yönetildiğini, kaldı ki kuvvetli deliller nedeniyle bir çok şüphelinin tutuklandığını, kuvvetli deliller bulunduğunu, emniyet müdürlüğüne yeni atanan personelin şüphelilere sorulmak için hazırlanan soruları değiştirdiği yolunda bir ihbar yapılması üzerine gittiğimi ve sorulacak soruları kapalı zarf içinde mühürlü olarak teslim aldığımı, başıma gelecek en kötü şeyin ölüm olduğunu, görevim nedeniyle ölmem halinde de görev şehidi olacağım için bunun benim için şeref olduğunu ifade ettim. Bu cevabımdan sonra çok zarar göreceğim bana söylendi. Daha sonra kamuoyunda ikinci yolsuzluk operasyonu olarak isimlendirilen dosyada ilgili savcılarla görüşerek bu soruşturmaya müdahale etmem gerektiğini, işin farklı boyutlara kaydırılmasını, bu konuda yardımcı olmam gerektiği söylendi. Ben de o soruşturmadan bilgimin olmadığını, soruşturmanın TMK 10. maddesiyle ilgili yetkili başsavcı vekilliği tarafından yürütüldüğünü belirttim Bu gelişmeden bir gün sonra Sayın Başbakan tarafından şahsıma yönelik gerçek olmayan iddialar dile getirildi. Bazı basın yayın organları da bundan sonra şahsıma yönelik yıpratma kampanyasına başladı ve halen bu saldırılar devam etmektedir. Bu konuda gönderdiğim tekzipler de yayınlanmamaktadır. **6.** Bu görüşmeden sonra tarafıma tahsis edilen koruma aracı önceden hiç bir tebligat yapılmaksızın, bilgi verilmeksizin ve gerekçe de gösterilmeksizin 6 Ocak 2014 tarihinde alınmıştır. Yürüttüğüm Ergenekon soruşturmasında aldığım sayısız tehditler nedeniyle tarafıma tahsis edilen koruma aracının alınmasından sonra, şahsımın ve ailemin başına gelebilecek her türlü olayın sorumlusu bu usulsüz işlemi yapanlardır. **7**. Hakkımdaki asılsız haberleri yayınlama konusunda öncülük yapan bazı gazetelerin sahiplerinin kamuoyunda ikinci yolsuzluk operasyonu olarak isimlendirilen soruşturma kapsamında tüm mal varlıklarına mahkeme kararıyla tedbir konulmuş olması, aslında bütün yapılanların nedenlerini ortaya koymaktadır. **8.** Tüm bunların yaşandığı günlerde çıkan asılsız basın haberlerine dayanılarak hakkımda başlatılan inceleme daha sonuçlanmadan, aynı gün tayinimin çıkarılması üzerimdeki baskının artacağını göstermektedir. **9.** Ümraniye’de bir gecekonduda yakalanan el bombaları üzerine başlayan Ergenekon soruşturması nedeniyle bugüne kadar şahsımın ve tüm ailemin maruz kaldığı tehditlere bugün yenilerinin eklenmesinin ve bunun Ergenekon terör örgütünün ve faaliyetlerinin büyük oranda deşifre edilmesinin sağladığı huzur ortamında, varlığını her geçen gün güçlendirerek sürdüren kesimlerden gelmesini aziz milletime havale ediyorum. **10**. Bu yaşananlardan sonra Ergenekon soruşturmasını yürüttüğüm sırada gerek doğrudan, gerekse dolaylı olarak şahsıma iletilen ancak yerine getirmediğim için husumet beslenen hukuka aykırı taleplerle ilgili hatıralarımı yazmaya başladığımı belirtirim. Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da haksızlıklar karşısında yılmayacağımı, hukuka uygun olarak haksızlık, hukuksuzluk ve yolsuzlukların üzerine korkmadan gideceğimin herkes tarafından bilinmesini istiyorum. ## 'Odamı boşaltmayacağım' Ayşegül Usta ve Fırat Alkaç'ın Doğan Haber Ajansı'nda yer alan haberine göre, Zekeriya Öz'ün odasında gazetecilere yaptığı basın açıklamasında ise şu ifadelere yer verdi: "Atama kararına ilişkin tebligat adliyeye ulaştı. Ancak yoğunluk nedeniyle henüz imzalayamadım. Geçici sürenin ne kadar olduğuna dair bir bilgim yok. Tebligatı henüz görmedim. Odamı boşaltmayacağım. Bazı eşyalarımı alıp gideceğim. Şu anda çıkan haberlere ilişkin suç duyuruları ve basın açıklamamı hazırlıyorum. Bilgileri veren kişiler var onlar hakkında da suç duyurusunda bulunacağım. 2 saate kadar açıklamayı bitiririm. Bu görevden almayı 1 Ocak’ta bekliyorduk. Ama yapmadılar. Önce yıpratma yaptılar sonra zıplatma. Haberlerde 21’inde safariye çıktığım yazılıyor. Ama ben 21 Ekim sabahı burada görevimin başındaydım. Adliyede bayramlaşma vardı. Yalan haber yapmaya devam ediyorlar. Seyahat firmasından tehditle faturaları aldıkları yönünde duyumlarım var. Bu işi kimlerin organize ettiğini iyi biliyorum. Faturalarda dolar diye bir şey geçmez. Tamamen Dubai para birimi geçer" dedi. Adalet Bakanı **Bekir Bozdağ** ’ın kendisi ve diğer savcılar hakkında soruşturma izni vermesine ilişkin ise, "O zaman doğrular ortaya çıkar" diye yorum yaptı. Dubai’de kaldığı otelin yaptığı açıklamayı ise bilmediğini söyleyen Öz, "Bunları basından öğreniyorum. Otel zaten kişisel bilgileri vermez. Açıklama yapması iyi olmuş. Hiçbir otelde Mr. Öz ve Family diye yazmaz. Kimliğini verirsin ona göre kayıt yapılır bu Türkiye’de de böyledir. Bu belgeyi düzenlemek zor bir şey değil" diye konuştu. Savcı Öz, gazetecileri odasına aldıktan sonra 3 tane sivil polis de gazetecilerle birlikte odaya girdi. Öz ise "aranızdaki polisler elini kaldırsın" dedi. Öz daha sonra "Önceden odamıza gazeteciler gelirdi. Şimdi polisler de geliyor" dedi. Sivil polisler daha sonra Öz’ün koruma polisleri tarafından odadan çıkartıldıktan sonra kimlik kontrolü yapıldı. ## Yazılı açıklamanın belgesi ## Okuyucu Yorumları
241036
haber
Down sendromlu öğernciye rehabilitasyon merkezinde şiddet!
null
# Down sendromlu öğernciye rehabilitasyon merkezinde şiddet! ## Konya'daki bir rehabilitasyon merkezinin sahibinin eşi, down sendromlu öğrenciyi döverken görüntülendi - A + Konya'nın Beyşehir İlçesi'nde down sendromlu 29 yaşındaki **İsmail E.**, daha iyi eğitim görmesi için gönderildiği özel rehabilitasyon merkezinin sahibinin öğretmen eşi tarafından şiddete uğradı. Zihinsel engelli hastanın darp edilip yerde sürüklenmesi, güvenlik kameralarına yansıdı. Merkezdeki bir öğretmenin suç duyurusunda bulunması üzerine hem İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, hem de Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlattı.**Halil Uslu** 'nun Doğan Haber Ajansı'nda yer alana haberine göre, Beyşehir'de faaliyet gösteren **Bir İnci Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi** 'nde, 13 Eylül günü meydana geldiği belirtilen olay, aynı merkezde görev yapan zihinsel engelliler öğretmeni **Evren Erbaş** 'ın, savcılığa suç duyurusunda bulunmasıyla ortaya çıktı. Rehabilitasyon merkezinde görev yapan bir öğretmen arkadaşından, burada özel eğitim gören down sendromlu 29 yaşındaki İsmail E.'yi. merkezin sahibi **Şifa H. K.**'nın eşi olan ve Seydişehir'deki ortaokulda görev yapan **Fatih K.**'nın dövdüğünü öğrenen Evren Erbaş, araştırma yaptı. Erbaş, kendisi de zihinsel engelliler öğretmeni olan Fatih K.'nın, eşinin sahibi olduğu merkezde eğitim gören İsmail E.'yi yumruklayıp yerde sürüklediği güvenlik kamerası görüntülerine ulaştı. Ardından da bu görüntülerle birlikte, Beyşehir Cumhuriyet Başsavcılığı'na giderek suç duyurusunda bulundu. Güvenlik kamerası görüntülerinde, rehabilitasyon merkezi sahibinin eşi Fatih K. sınıftan çıkardığı down sendromlu İsmail E.'yi koridorda dövüyor. Fatih K., duvara itekleyip yumrukladığı İsmail E. yere düşünce sürüklemeye başlıyor. İsmail E.'yi güvenlik kamerası açışından çıkartan Fatih K., iddiaya göre burada da tekme ve yumrukla kıyasıya dövüyor. ## İnsanlık dışı Savcılığa suç duyurusunda bulunmasının ardından, rehabilitasyon merkezindeki bu olayın insanlık dışı olduğunu söyleyen öğretmen Evren Erbaş, olayı diğer öğrenci velileriyle de paylaştığını söyledi. Evren Erbaş, "Böyle bir şeyin bir daha yaşanmaması için suç duyurusunda bulundum. Yaşanan bu olumsuz olayı diğer öğrenci velileriyle de paylaştım. Şu an için halen bu okulda görevliyim. Ancak, olaydan sonra rapor aldım. Raporumun sona ermesinin ardından da istifa edeceğim' dedi. ## Aile davacı olacak Down sendromlu İsmail E.'nin eğitim gördüğü merkezde dayağa maruz kaldığını öğrenen ağabeyi **Mustafa E.**de dayak görüntülerini görünce şoke olduğunu söyledi. Kendisinin de olayın takipçisi olup İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ve savcılığa suç duyurularında bulunacağını anlatan Mustafa E., "Kardeşimin daha iyi eğitim alması için gönderdiğimiz okulda, bu tür bir olayın yaşanması bizi üzdü. Biz burada eğitim görsün diye gönderdik. Ancak dayak atıyorlarmış. Yetkililerin bir an önce bu olaya el atmasını talep ediyoruz. Biz de aile olarak okul sahibi ve kardeşimi döven Fatih K.'dan davacı olacağız' dedi. Beyşehir Milli Eğitim Müdürü **Hasan Taşdelen** de olayın kendilerine intikal ettiğini ve hemen soruşturma başlattıklarını söylemekle yetindi. ## Okuyucu Yorumları
228124
haber
Zonguldak'ta erkek çocuğa 2 yıl boyunca 15 kişi tecavüz etti
null
# Zonguldak'ta erkek çocuğa 2 yıl boyunca 15 kişi tecavüz etti ## Türkiye 15 yaşındaki erkek çocuğuna torun sahibi dedelerin de arasında bulunduğu 15 kişinin tecavüz haberini konuşuyor Zonguldak Kozlu'da iki yıl süreyle yaşları 15 ila 60 arasında değişen 15 kişinin tecavüz ederek şantaj yaptığı erkek çocuğunun yaşadığı olaya ilişkin yeni ayrıntılar ortaya çıkmaya başladı. ## Esnaf ihbar etti Utandıran olay, Kozlu'da esnaflık yapan bir kişinin 15 Nisan günü, polise "Mahallemizdeki bazı kişiler bir erkek çocuğuna sürekli tecavüz ediyor" diyerek ihbarda bulunmasıyla açığa çıktı. İhbar üzerine Zonguldak Emniyet Müdürlüğü, Cumhuriyet Başsavcılğı'nın talimatı doğrultusunda olayla ilgili geniş çaplı soruşturma başlattı. ## 12 kişi gözaltında Zonguldak Emniyeti'nde oluşturulan özel ekip, mağdur çocuk ve ailesiyle irtibata geçti. Çocuk Şube Müdürlüğü'nde bilgisine başvurulan çocuğun anlattıklarından yola çıkarak 12 kişiyi gözaltına aldı. Gözaltına alınanlardan 9'u tutuklanırken 3 kişi ise serbest kaldı. Olayla ilgili olarak 3 kişi ise halen aranıyor. ## 'Tecavüz edenler arasında benim yaşımda torunları olanlar var' Mağdur çocuk, başından geçenlerle ilgili, "Aralarında madenciler, TIR şoförleri, taksiciler, esnaflar, inşaat işçileri, emekliler de vardı. Ayrıca bu kişilerin tanıdığı ve o dönem liseye giden 15 yaşındaki çocuklar da vardı. Bu kişiler arasında 15 ila 60 yaşına kadar olan insanlar vardı. Bu insanlar bana iki yıl boyunca tecavüz etti. Tecavüz edenler arasındaki bazı insanların benim yaşımda torunları bile vardı. Ne zaman kendileriyle görüşmek istemediğimi söylesem beni yine tehdit ettiler." dedi. ## Okuyucu Yorumları
14007
yazarlar
Kendini dindar ve ahlaklı gören bir güruhu takdimimdir
null
# Kendini dindar ve ahlaklı gören bir güruhu takdimimdir "Abdullah Gül ile 12 yıl" isimli bir kitap yazdım, uğramadığım hakaret, tehdit, yemediğim küfür kalmadı. Silivri’de yaklaşık 3 ay hapis yatan 30 yıllık dostum Can Dündar’a bir mektup kaleme aldım. Mektup Cumhuriyet’te yayınlanınca aynı kesim yine ağıza alınmayacak korkunç ifadelerle saldırıya geçti. Bunu yapanlar, kendilerini dindar, ahlaklı, faziletli, vatansever olarak görüyor. Bu "erdemli insanların" kafa yapısını, üslubunu, ahlaki düzeyini, aslında düzeysizliğini afişe etmek için ibret olsun diye bana sosyal medya üzerinden yolladıkları binlerce mesajın küçük bir bölümünü bu yazının kenarında ve sonunda sizlerle paylaşıyorum. Bir kısmı o kadar iğrenç ki, üzerini karartarak koyuyorum, neyi içerdiğini siz tahmin edersiniz. Her eleştirel yaklaşıma, her farklı duruşa ve sese bu kadar seviyesizce, alçakça, mide bulandıran bir dille saldıran iktidar yanlısı terbiye yoksunu bir "güruh" çıktı ortaya. Bunlara kısaca "trol" deniyor biliyorsunuz. Şimdi iktidar sahiplerine sesleniyorum: Bu sizin eseriniz. Eserinizle gurur duyuyor musunuz? Ak Parti’nin kuruluşunda ve ilk yıllarında bu tür insanlar yoktu. Bir seviye, derinlik, hoşgörü vardı. Bunlar sonradan türediler. Daha doğrusu bilinçli ve organize bir şekilde türetildiler. Hangi merkezlerden, kimlerin himayesinde yönlendirildiklerini, beslendiklerini çok iyi biliyoruz. Günü geldiğinde hepsi ortaya çıkacak. Amaç belli: Sindirmek, korkutmak, hedef göstermek ve susturmak. Tetikçilerinizi okudukça keyifleniyor musunuz? Artık edepsizlikten mi medet umuyorsunuz? Medar-ı iftiharınız "Yeni Türkiye’nin" özlemini duyduğunuz gençliği bu mu? Yapılan bunca tehdit, şantaj, hakaret, küfür, iğrençlik ve terbiyesizlik hiç mi vicdanınızı sızlatmıyor? Hiç mi rahatsızlık duymuyorsunuz? Siz neye dönüştünüz böyle? Gerçek dindarlar ve vicdan sahipleri -bazı istisnaları tenzih ederim- bu iğrençlik karşısında niye suskun ve tepkisiz kalıyor? Türkiye sizin döneminizde ahlaken çöküyor, hala farkında değil misiniz? Başka sorum yok. ## Okuyucu Yorumları
10494
yazarlar
Kobanê'den sonra çözüm süreci ve AKP'nin tükenişi
null
# Kobanê'den sonra çözüm süreci ve AKP'nin tükenişi Erdoğan ABD’ye gitmeden evvel bambaşka bir hava esiyordu. Newyork’ta AKP’nin siyaset oluşturucuları şapkadan yeni bir tavşan çıkardılar ve ABD dönüşü tam tersi bir hava yaşandı. Artık Türkiye koalisyona dahil olmuş, Ortadoğu’nun şekillenmesinde rol almış ve IŞİD bir anda **"kanlı bir terör örgütü"** oluvermişti. Açıkçası bu sahte dalga ve abartı hemen çeşitli çevrelerde panik oluşturmaya başladı. Siyaset biliminin bazı kadim kuralları ne de çabuk unutuluyordu. Bu kurallardan birisi de; devletlerin politika değiştirmekte hiç te hızlı hareket etmediklerine dairdir. Araya bir hafta geçmeden Joe Biden’ın açıklamaları ve sözüm ona **"özürü"** işin rengini daha da netleştirdi. Ardından Davutoğlu’nun kara harekatının gerekçesinin Şam/Esad olduğunu ilan etmesi tezkere gürültüsünü iyice dindirdi. Gerçek şu ki, Türkiye halen iki yıl önceki Suriye politikasında ısrar ediyor. Kürt siyasi kazanımlarını red ederek Kürt güçlerini Özgür Suriye Ordusuna katılmaya zorluyor. İşgal ve istila için de BM ve NATO nezdinde rol peşinde koşmaktan geri kalmıyor. ### Radikal islam ile oyun kurmak Artık Ortadoğu’da siyaset yapan herkesin kanımca şu bir kaç hususu daha iyi anlaması gerekiyor: **I-**Radikal dinci gruplar öteden beri bölge devletlerinin Sol muhalefeti ve seküler gelişmeleri bastırma aracı olarak kullanılan yedek rezervidirler. **II-** İktisadi ve siyasal yozlaşma ve yoksunluk durumunda statükonun yan ürünü olarak çoğaltılan bu gruplar, emperyal güçler ve bölge güçleri tarafından **"oyun kurmak"** için kullanılırlar. **III-** Bölgenin gerici güçleri ile bu radikal güçler arasında inanç, ideoloji, dil, nihai amaç ve sosyalite bakımından pek bir fark yoktur. **IV-** IŞİD yukarıdaki çerçeveye bağlı olarak, yıllara dayanan ilişkiler sonucu Davutoğlu/Erdoğan çizgisi tarafından Ortadoğu’da **"oyun kurucu ülke olmak"** stratejisinin bir gereği olarak sahaya sürüldü. **V-** IŞİD, Suriye’nin işgali ve kürt kantonlarının etkisizleştirilmesi amacına ulaşıldığı anda devre dışına sürülür ve Anadolu’da **"insani yardım kuruluşu"** olarak hayatına devam eder. **VI-** IŞİD’in başarısız olması durumunda bizzat hamileri, yani AKP en aktif haliyle devreye girer. **VII-** Uluslararası güçler nezdinde AKP çizgisi tüm yüzleri ile deşifre edildi ve önemli oranda IŞİD’le aynı çizgi olduğu da çeşitli biçimlerde ifade edildi. **VII-** İşte Newyork dönüşü yaratılan tezkere gürültüsü ve aynı günlerde IŞİD’in Kobane merkezine tüm şiddeti ile saldırması bütün bu unsurların orada masa üzerinde tartışılmasıydı. Dünya güçleri daha yüksek sesle **"ne yaptığınızı biliyoruz"** dediler. ### Çözüm süreci bitiyor mu? **"Oh olsun demeyiz"** derken her zamanki lümpen tarzı ve riya dolu suratıyla dalga geçenlere karşı kürt siyasetinin de artık bazı temel hususları ciddi olarak tartışması gerekiyor. Zaten AKP sözcüleri **"sürece mecbur değiliz"** demeye başladı bile. Ne zaman AKP’ye yönelik eleştiriler çoğaltılsa hemen **"öyleyse süreç bitecek mi?" **diye soruluyor. Hayır, kesinlikleBarış sürecini bitirmekten söz etmiyorum. Ama açıkça belirtmek gerekiyor ki, **AKP kesin bir şekilde partner olmaktan çıkmıştır. **Zira, IŞİD kartı ile sürece karşı en büyük komployu kurdu. Bu açıdan süreç konusunda devletin geleceğini düşünenler ve seküler güçler hızla sorumluluk almalıdır. Son tezkere hamlesi ile AKP kendi bekaası için hiçbir yöntemden kaçınmayacağını herkese bir kez daha gösterdi. Ancak yaptığı her hamle, her yanlış hamle siyaseten ve diplomatik olarak oldukça zorlu bir dönemden geçtiğini de gösteriyor. Bu anlamda bölge için her türlü gericiliğin kaynağı haline gelen bu çizgiye tüm kürt güçlerinin tutamak olmasına son verilmelidir. AKP’nin Türkiye’deki demokrasinin gelişimine ciddi bir engel oluşturduğu, demokrasiyi kafa saymaya ve seçim oyunlarına indirgediği gözönüne alındığında, artık ciddi olarak **diktatörlükten** söz etmek gerekiyor. Belki insanların çoğu farkında değildir ama **AKP çizgisi Türkiye’nin bütünü için şu an yürürlükteki en büyük tehlikedir.** Öyle IŞİD’in Türkiye’ye dönmesinden söz etmiyorum. **Bizzat IŞİD ideolojisi ve yaşam anlayışının AKP eliyle toplumun dokularına nüfuz etmesinden söz ediyorum. ** O yüzden çoktandır unutulmuş bir tarzın, ideolojik eleştirinin artık yeniden hatırlanması gerekiyor. Doğrusu sahada çok şiddetli bir ideolojik mücadele yaşanıyor. Bu mücadelenin tarafları arasında uzlaşma zemini de mevcut değil. AKP çizgisi Kobane önlerinde ideolojik rengini ve bitişini çok net sergiledi. Tezkere alayı-valasıyla ömrünü uzatma çabasındadır. Ancak **ideolojik olarak tükenmiş gerici bir çizginin uzatmaları olabilir ama bitişi kaçınılmazdır!..** _____________________________________________________ *Wan Bağımsız Milletvekili* ## Okuyucu Yorumları
9268
yazarlar
Soma Katliamı: Ağla sevgili yurdum!
null
# Soma Katliamı: Ağla sevgili yurdum! Soma’da Türkiye tarihinin en büyük işçi katliamı yaşanıyor ve bir yandan da bu katliamı örtme ve önemsizleştirmeye dönük girişimler sürüyor. Ocakta tam olarak ne yaşandığı bilinmiyor. Önce trafo patlaması dendi. Bir önceki neden trafo patlaması olamayacağını yazdım. Nitekim gelişmeler bizi doğruluyor. Gizli bir kömür yanmasının, zamanında önlem alınmadığı için açık bir yangına dönüştüğü yönünde güçlü işaretler var. Anlaşılan böylesi gizli bir yanmanın ortaya çıkması durumunda olması gereken gaz izleme sistemleri çalışmamış ve/veya gerekli önlemler alınmamış. Sonuçta tahliye işlemleri zamanında başlatılmamış. Bir diğer ifadeyle, eğer bu bilgiler doğruysa trafo patlamasından daha vahim bir ihmal ile karşı karşıyayız. Neden bu gizli yanma tespit edilememiş, neden zamanında önlem alınmamış ve tahliye başlatılmamıştır. Acaba bu sorunun yanıtı Soma A. Ş. Patronunun açıklamasında mı saklı? Soma işletmesinde Türkiye Kömür İşletmelerinin (TKİ) 140 dolara ürettiği bir ton kömürü 24 dolara üretmekle övünen Soma A.Ş.’nin sırrı nedir? Madencilik gibi en tehlikeli sektörde maliyetlerin bu derece düşmesinde bir bit yeniği olmalı. Bu bit yeniğinin başında işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin alınmaması gelir. Ocakta tam olarak kaç işçinin bulunduğu hala açıklanamıyor. Ocakta kaçak işçilerden ve çocuk işçilerden söz ediliyor. En modern teknoloji takip eden şirket işçi sayısı veremiyor. Ocaktan bilgi alınamıyor. Ölü sayısı gizleniyor. Mümkün olduğunca geciktirilerek kamuoyu alıştırılmaya çalışılıyor. Soma’da ölüm üzerinden bile yalan söyleniyor. **Kan donduran açıklamalar** Bir yandan şirket patronunun şirketin denetlendiği ve 1. sınıf şirket olduğuna dair açıklamaları, öte yandan Başbakanın akıllara durgunluk veren açıklamaları: *"Bunlar olağan şeylerdir. Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında fıtratında bunlar var. hiç kaza olmayacak diye bir şey yok."* Hatırlanacak olursa bu minvalde açıklamalar daha önce de yapılmıştı. Çalışma eski Bakanı Dinçer Zonguldak’ta göçük altında kalan işçiler için "güzel öldüler" derken, Başbakan da "bu işin fıtratında ölüm var" demişti. Demek aynı yerdeyiz. İşçiler öldüğü ile kalıyor. Başbakan konuşmasında 1800 yıllar İngiltere’sinden örnekler vererek adeta Soma katliamının vahametini perdelemek istiyor. Ancak dünya iş cinayetlerini önleme yolunda büyük mesafeler aldı. Hiçbir demokratik ülkede ne Başbakan ne Çalışma Bakanı böylesi bir katliam karşısında "olur böyle vakalar" diyemiyor. Paşa paşa istifa etmek zorunda kalıyor. Türkiye ise işçi ölümlerinde liderliğini sürdürüyor. Defalarca yazdım. Taştan kalplere bir tesiri yok ama bir kez daha yazacağım. **Yanıltıyorsunuz, çarpıtıyorsunuz!** AB ülkelerinde 100 bin işçide 1.8, İngiltere’de 0.6 olan ölümlü işçi oranı Türkiye’de 15.5’tür. Gelin bunu karşılaştırın. Bırakın zaman makinesi binip 1800’lere gitmeyi. Bunlara yanıt verin! "Bunlar olağan şeylerdir" diyorsunuz. Peki neden özel sektörde işçi ölümleri kamunun 10 katından fazla. Zonguldak havzasında 2000-2012 yılları arasında özel ve taşeron ocaklarda devlet ocaklarına göre 12 kat daha fazla işçi ölümü yaşandı. Ve dahası 2002’den bu yana her yıl ortalama 1119 işçi iş cinayetleri sonucu yaşamını yitirdi. Ayda ortalama en az 100 işçi iş cinayeti sonucu ölüyor ve siz kalkmış 1800’ler İngiltere’sinden dem vuruyorsunuz! Demek "fıtrat" dediğiniz şey sermayenin fıtratıymış, kar hırsının fıtratıymış. Ve daha vahimi Çalışma hayatının birinci derece sorumlusu olan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı katliamdan tam 20 saat sonra lütfedip ortaya çıkıveriyor ve çocuk işçi çalıştırılmasına şaşıyor ve konuyu araştıracağını söylüyor. Bu yazılırken ölen işçilerin sayısının 350’lere yükseldiği söyleniyordu. Bir yandan "milli yas" ilan edilmiş öte yandan olur böyle vakalar deniyordu. Yası acılı annelere, babalara, eşlere, kardeşlere bırakın, yası onlar tutar. Siz hesap verin. Katliamdan yaralı kurtulan işçi sedyeye yerleştirilirken "*ayakkabılarımı çıkarayım mı, sedye kirlenmesin" *diyordu. Ve kravatlı ve takım elbiseli steril devlet erkanı Soma taziyesini yapmış, esvapları kirlenmeden geri dönüyordu. Ağla sevgili yurdum! **Ağla, ölen işçilerin anneleri önünde diz çöküp özür dileyen ve istifa eden bir bakanı, başbakanı bile olmayan ülkem. ** ## Okuyucu Yorumları
5456
yazarlar
10 Soruda Evlenme Ödeneği (Çeyiz Parası)
null
# 10 Soruda Evlenme Ödeneği (Çeyiz Parası) Sosyal güvenlik mevzuatında ölüm sigortası kolundan sağlanan yardımlardan birisi de evlenme ödeneğidir. Evlenme ödeneği kamuoyunda çeyiz parası olarak da ifade edilebilmektedir. Yazımızda evlenme ödeneği ile ilgili merak edilen ve çok sık sorulan sorulara cevap verilecektir. *Soru-1: Evlenme ödeneği nedir?* Evlenme ödeneği, sosyal güvenlik kapsamında anne veya babasında gelir/aylık alan kız çocuklarının evlenmeleri halinde yapılan parasal yardımı ifade etmektedir. *Soru-2: Evlenme ödeneğinden kimler yararlanabilir?* Evlenme ödeneğinden anne veya babasından kız çocuğu olarak ölüm gelir veya aylığı alan kız çocukları yararlanabilmektedir. Erkek çocukların böyle bir hakkı bulunmamaktadır. Bu ödeneği almak için iki şart aranmaktadır. Bunlardan birincisi, ölüm gelir veya aylığı almak, ikincisi de bu gelir veya aylığı alırken evlenmiş olmaktır. *Soru-3: Dul eşler evlenme ödeneğinden yararlanabilirler mi?* Dul eşlerin tekrar evlenmeleri halinde evlenme ödeneği alması söz konusu değildir. *Soru-4: Evlenme ödeneğinin miktarı ne kadardır?* Evlenme ödeneğinin miktarı SGK’dan alınmakta olan en son gelir veya aylığının 2 yıllık tutarı, yani 24 katıdır. Bu miktar peşin ve bir defada verilmektedir. Örneğin, 600 TL ölüm aylığı alan bir kız çocuğuna evlendiğinde 14.400 TL evlenme ödeneği verilecektir. *Soru-5:Evlenme ödeneği alan kız çocuğunun ölüm aylığı veya geliri kesilecek mi?* Kız çocuğunun evlenmesi halinde SGK’dan almakta olduğu gelir veya aylığı kesilmektedir. Aslında konunun, kesilmesi gereken gelir veya aylığın peşin ödenmesi nedeniyle 2 yıl geç kesilmesi anlamında değerlendirilmesi gerekir. *Soru-6:Kız çocuklarına evlenme ödeneği verilmesiyle aynı dosyadan aylık alan diğer hak sahiplerinin aylık miktarlarında bir değişiklik olacak mıdır?* Kız çocuğuna aslında iki yıllık gelir veya aylığı peşin olarak verildiğinden, varsa aynı dosyadan gelir veya aylık alan anne, kardeş ve dede-ninenin gelir ve aylıklarının artma durumu evlenme tarihinden itibaren ikinci yılın sonunda gerçekleşecektir. *Soru-7:Evlenme ödeneği alan kız çocuğu iki yıl dolmadan boşanırsa ölüm gelir veya aylığı tekrar bağlanır mı?* Kız çocuğunun boşanması halinde tekrar gelir ve aylığı 2 yıl tamamlandıktan sonra bağlanmaktadır. Çünkü, iki yıllık gelir veya aylığını peşin alınmıştır. *Soru-8:Evlenme ödeneği alan kız çocuğu iki yıl sonra boşanır ve çalışmaya da başlarsa gelir veya aylığı tekrar bağlanır mı?* Kız çocuklarına ölüm gelir veya aylık bağlanması şartları arasında "çalışmama" hali de sayıldığından, bu durumda olan kız çocuğuna tekrar gelir ve aylık bağlanmayacak, ancak işten ayrılması durumunda gelir ve aylık bağlanması söz konusu olacaktır. *Soru-9:Evlenme ödeneği alan kız çocuğu sağlık yardımlarından yararlanabilir mi?* Evlenme yardımı alan kız çocuğu, eşinde dolayı sağlık yardımlarından yararlanamıyorsa, kendisi üzerinden 2 yıl boyunca sağlık yardımlarından da yararlanabilecektir. *Soru-10:Ölüm gelir veya aylığı alan kız çocukları evlenme ödeneğinden yararlana bilmek için ne yapmaları gerekir?* Kız çocuklarının evlenme ödeneğinden yararlanabilmeleri için talepte bulunmaları gerekmektedir. Başka bir ifadeyle, SGK talep olmadan evlenme ödeneği ödememektedir. Ayrıca, bu ödeneğin 5 yıl içerisinde talep edilmemesi durumunda bu ödeneğin alınması hakkı ortadan kalkmaktadır. Bu ödenek için bulunulan yerdeki SGK İl Müdürlüğü veya Sosyal Güvenlik Merkez Müdürlüklerine başvurulması gerekmektedir. ## Okuyucu Yorumları
5608
yazarlar
12 Eylül’den 12 Eylül’e
null
# 12 Eylül’den 12 Eylül’e 32 Yıl geçmiş aradan. On bir aylık oğulcuğumu, memleketimi, şehrimi, evimi, yakınlarımı, arkadaşlarımı, yirmi mücadele yılını ve kırk yaşımı arkamda bırakıp yabancı ülkelere kaçtığımdan bu yana 32 yıl geçmiş. Bunca yıl sonra bile, ne zaman hatırlasam göğsümün orta yerinde, tuz basılmış bıçak yarası gibi bir sızı. Bugün 12 Eylül. Yine bilançolar çıkarılacak. 12 Eylül 1980 darbesinde kaç kişi asıldı, kaç kişi işkence gördü, öldürüldü, kaç kişi zindanlara atıldı, kaç kişi hapishanelerde kaç yıl çürüdü, kaç kişi işinden oldu, kaç ocak, kaç aile dağıldı, kalem kalem sıralanacak. Yaşanan acılar, yok olan hayatlar, silinen yıllar, yarım kalan aşklar, yarılmış yürekler, yitirilmiş güzellikler rakamlara dökülecek, insan "tane" olacak, acılar yıkımlar "tane" ile sayılacak. Tıpkı içinde yaşadığımız savaşta ölen Türk ve Kürt çocukların; anlı şanlı devlet yetkililerinin, bakanların, komutanların nutuklarında, açıklamalarında utanıp sıkılmadan "tane" diye anıldığı gibi. Ölülerimizin tane ile sayıldığı, kaç "tane" öldürüldüğü ile övünüldüğü korkunç bir ülke oldu burası. 12 Eylül darbesinden sonra ölümden, zulümden kaçmak için yurt dışına çıkan 40 bine yakın insandan biriydim. Hakkımda, sadece yazdığım yazılar nedeneyli 27 yıl hapis cezası isteniyordu, örgütsel aidiyetim nedeniyle de sokaklara asılan fotoğraflarla aranıyordum. 12 Mart müdahalesinde işkencenin, hapishanenin tadını tatmıştım. "Bir daha asla" demiştim, "bir daha beni yakalayamayacaklar." Almanya’ya iltica edip siyasî mülteci olduğumda, önceleri ağır geldi. Mülteci sığınmacı demek, sığıntı gibi hissedersiniz kendinizi. Hepimiz, çevreye en fazla uyum sağlayanlarımız bile insanı kemiren sığıntı olma, öteki olma duygusundan kolay kolay kurtulamamıştır. Bu yüzdendir belki, mülteci yerine sürgün sözünü yeğlememiz. Yurt dışında geçirdiğim 12 yıl boyunca, kendimi hep zamanda ve mekânda sürgün hissettim: Yitik bir zaman, yaşamınızdan koparılan, çalınan koskoca bir dilim. Darbenin ardından arkadaşlarımız, yoldaşlarımız öldürülürken, işkence görürken, zindanlarda çürürken, sürgün bir ayrıcalıktı yine de. O ayrıcalığa sahip olmanın, kaçıp sıyırtmış olmanın vicdanıma, yüreğime yüklediği ağırlık, eksiklenme duygusu yıllarca terk etmedi beni. Darbede bebek olan oğlum şimdi 33 yaşında. Sürgünde yaşarken ona Türkiye’yi anlatırdık. Enternasyonalisttik, milliyetçiliği reddetmiştik, dünya vatandaşıydık falan ama memleket dedin mi, işte orada akan sular dururdu. Bir gün yuvaya döndüğümüzde yabancılaşmasın, yadırgamasın, dönmeye itiraz etmesin diye, hiç tanımadığı ülkesini oğlumuza sevdirmek için çabalardık. Kendisine anlatılanlara kansa Türkiye’de çileklerin karpuz kadar, dağların dondurmadan, evlerin çikolatadan olduğunu; çocuklara sokaklarda oyuncak dağıtıldığını, okullarda oyun oynandığına sanabilirdi. Peki Türkiye bu kadar güzel de biz neden buradayız, diye sorduğunda, "Kaka amcalar zorla geldiler, ülkemizi bizden aldılar. Bizi sevmiyorlardı, hapse atmak, öldürmek istiyorlardı, bu yüzden kaka amcalar gidene kadar Türkiye’ye dönemiyoruz" derdik. Çocuk bakışlarından gölgeler geçer, "Ben büyüyünce gidip o kaka amcaları kovarım" diye teselli ederdi bizi. ## **Kaka Amcaları Kovabildik mi?** Şimdi, 32 yıl sonra, kaka amcaları kovabildik mi diye soruyorum kendi kendime. Bakıyorum da, 1980 12 Eylülü’nün "Kaka Amcaları" kimi ölerek, kimi yaşlanarak, hatta hâlâ yaşayan kimileri hakkında davalar açılarak piyasadan çekilmiş de olsalar "kakalıklar" olduğu gibi duruyor. O kaka amcalar gidiyor, yerlerini yenileri alıyor. Onları mahkemelerde ya da toplumsal vicdanda mahkûm etmek için yola çıktıklarını iddia edenler, şimdi kaka yapma yetki ve ayrıcalığını kuşanıp, kakaların üstüne tüy dikmekle meşguller. Demek ki özüne inemediğimiz, çözemediğimiz, kurtulmayı başaramadığımız, gelenin gideni arattığı, kaka amcaların pisliklerini temizleme vaadiyle gelenlerin kendilerinin de pisliğe battığı bir durum, bu durumun altında da temel bir sorun var. 12 Eylül darbesi sıradan bir askerî darbe değildi. Bugünün çözümsüz görünen sorunlarının temelindeki toplumsal doku parçalanmasını, insanlarımızın değerlerini yitirip çürümesini, başka bir dünyanın mümkün olabileceği umutlarının sönmesini hazırlayan; toplumun derinliklerine sızarak fay hatları yaratan, toplumsal ve bireysel vicdanları tahrip eden bir saldırıydı. İttihatçı gelenekten devşirilmiş Türk-İslam senteziyle, devletçi faşizan otoriterlikle, vesayetçilikle, bunların tümünün özeti olan 12 Eylül Anayasası’yla tahkim edilmiş, yüz yıl süreceği hesaplanan melun bir projeydi. Ve ne yazık ki bir ölçüde başarıya ulaştı. 32 yıl sonra, hâlâ yarattığı ortamın sorunlarıyla boğuşuyoruz. 12 Eylül’ü aşamadık, çünkü 12 Eylül sadece bir darbe değil, bir zihniyetti ve o zihniyet devlete, kurumlara, insanların kafalarına genetik kod misâli kazınmış durumda. ## **AKP’nin İki 12 Eylül’ü** 2000’lerin başlarında Türkiye toplumu artık kendisine dar gelen bebeklik gömleğini parçalama, kafesinin parmaklıklarını aşma ihtiyacındaydı. 80 yıllık Kemalist Cumhuriyet’in askerî vesayetçi, devletçi, seçkinci, otoriter iklimi geniş kitleleri, palazlanan Anadolu burjuvazisini, Kürt halkını bunaltmaya çoktan başlamıştı. Rejimin dışından, İslamî kesimden gelen AKP, kendi sınıfsal tabanının itkisiyle değişim zorunluluğunu kavradı. Askerî vesayete, Cumhuriyet seçkinciliğine, halkın yaşam kültürü ve inançlarıyla ters düşen otoriter laikliğe, dünyaya kapanmaya (izolasyonizm) karşı olduğunu ilan ederek hükümet oldu. Yelkenlerini neo-liberal rüzgârlarla doldurup pragmatist siyasetlerle yol aldı. O günlerde de sezip bildiğimiz, şimdi ise kanıtlı ispatlı birden fazla darbe girişimi atlattı. Hükümet olmaktan iktidar olmaya giden süreçte askeri vesayetin belini kırdı, orduyu ve Cumhuriyet bürokratik oligarşisini bir yüzyıldır oturduğu iktidar sahipliği tahtından indirdi. Bu adımların bir evresinde 12 Eylül Anayasa referandumu gündeme geldi. Darbe anayasasının çeşitli maddelerinde yapılacak değişiklikler, kim ne amaçla yapıyor, nasıl kullanılacak, kime yarayacak gibi düşünce ve tereddütler bir yana, önerilen şekliyle 12 Eylül Anayasası’nın askerci, vesayetçi, otoriter özünde gedikler açacak, rejimin geriletilmesine doğru küçük de olsa adımlar attıracak türdendi. Geçici 15. maddenin kaldırılmasıyla 12 Eylülcülere yargı yolunun açılmasının sembolik değeri uygulamasından çok daha önemliydi. Referandum sonuçları, toplumun önemli çoğunluğunun 12 Eylül rejiminde somutlanan antidemokratik, baskıcı, otoriter dayatmalara karşı olduğunu gösteriyordu. Referandumdaki yüzde 42’lik "hayır" oylarının çok önemli bir bölümü de aslında 12 Eylül Anayasası’na desteği değil, AKP’ye hayır’ı ifade ediyordu. 2010 Anayasa referandumu AKP’nin ‘Birinci 12 Eylül’üydü. 12 Eylül zihniyetine vurulmuş utangaç bir ilk darbe, bir yol temizliği hareketiydi. Bu değişiklikler yurttaşı devlete kul sayan, kendi yurttaşına güvenmeyen, özgür ve eşit yurttaşlık kavramının yanından bile geçmeyen vesayetçi zihniyete doğrudan dokunmuyordu. Yani hiç yoktan iyiydi ama yeterli değildi. 12 Eylül rejiminin sona erdiğinin belgesi olacak özgürlükçü sivil anayasa yolunda küçük bir umut ışığı yakıyordu. O umut ışığına o kadar ihtiyacımız vardı ki, yeni anayasaya gerek yok diyen MHP ve bazı marjinal siyasal kanatlar dışında her kesimde anayasa tartışmaları, sivil anayasa çalışmaları başladı. Sonra......Sonra ne oldu? Bugüne, AKP’nin ‘İkinci 12 Eylül’üne gelindi. Vesayetçi seçkinci rejimin dışından gelip dip dalgalarla yükselen, yeni bir toplum ve sivil anayasa vaad eden AKP, 12 Eylül’ün özünü ve vesayet bayrağını teslim aldı. Generallerin ve oligarşik bürokrasinin sırtından çıkardığı vesayetçi, otoriter, antidemokratik urbaları giyindi. Tarzını, söylemini benimsedi. 12 Eylül zihniyetinin taşıyıcısı devletle buluştu. İktidarı bütünüyle ele geçirdikten sonra da hızla devletleşti. 12 Eylül’e teslim olmakla kalmadı, darbenin temelindeki zihniyeti tahkim de etti.Vasîler değişti vesayet değişmedi, cuntanın 5 generalinin yerini tek adam ( ve muhtemelen yakında Başkan) Tayyip Erdoğan aldı. Seçimlerde, değişim umudu ve vaatleriyle sağlanmış yüzde 50’lik oy, darbeci generallerin topunun tüfeğinin işleviyle donatıldı. Sivil otoritaryanizmin ateşli silahı haline getirildi. Yıllar önce, neden memleketimize dönemediğimizi soran minik oğluma "Çünkü kaka amcalar var, onlar bizi sevmiyor" diyordum. Bugün sorsaydı, "Kaka amcalar yine var, yine bizi sevmiyorlar" derdim. Neden yenemiyorsunuz onları diye sorduğunda da "Despotluğun, vesayetçiliğin, adaletsizliğin her biçimine, kimden gelirse gelsin, ayrım gözetmeden, çifte standart kullanmadan, her kesimden, her siyasetten, her düşünce ve inançtan sivil demokratik güçlerin birliğini sağlayarak kararlılıkla mücadele edemedik. Kendimiz de yeterince demokrat, koşulsuz özgürlükçü, amasız eşitlikçi olamadık" diye cevap verirdim. Bi’at kültürüyle yetiştirilmiş; şeyh, şef, önder, başkan otoritelerine sığınmayı güvenli liman saymış, bize bir eli sopalı lazım zihniyetini içselleştirmiş, kodumu oturtan zorbayı lider kabul eden bir toplumda demokrasi bilincinin yerleşmesi geç ve güç oluyor. O bilinç yerleşene kadar 12 Eylüller sürecek, kaka amcaların biri gidip yerine öteki gelecek. Yine de bir gün....Bir gün mutlaka. ## Okuyucu Yorumları
3852
yazarlar
1924, 1961 ve 1982 anayasalarında milletvekili yemini
null
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yarın yemin töreni yapılacak. Milletvekili yemin törenleri, 20 Ekim 1991 seçimlerine SHP çatısı altında giren **Leyla Zana** 'nın, 6 Kasım 1991'de yapılan yemin törenindeki sözlerinden beri "kazasız belasız" atlatılmaya çalışılan TBMM faaliyetleri arasına girmiş bulunuyor. 18 Nisan 1999 seçimlerinde Fazilet Partisi'nden İstanbul Milletvekili seçilen **Merve Kavakçı** 'nın başörtüsüyle milletvekili yemini etme girişimi üzerine yaşananlar da malum. Son olarak, BDP'nin desteklediği bağımsız milletvekilleri Anayasa'daki yemin metninin "şoven" bir anlayışı yansıttığını, bu metne sadık kalmayacaklarını açıkladılar. Bu açıklamalar, beklendiği üzere tartışma yarattı. Örneğin MHP'li **Özcan Yeniçeri**, 1980 darbesi öncesinde CHP hükümetinde Bayındırlık ve İskan Bakanlığı yapan **Şerafettin Elçi** 'ye "Daha önce de etmediniz mi bu yemini" diye çıkıştı. Elçi, belli ki 1961 Anayasası'ndaki yemin metninin 1982 metni ile aynı olduğunu varsayan Yeniçeri'ye "O zaman halkın mutluluğu için yemin ediyorduk" dedi ve kayda değer bir yanıt alamadı. Burada, Leyla Zana'nın 6 Kasım 1991'deki yemin törenindeki konuşmasına ilişkin olarak yaygın düşülen bir yanlışa işaret edelim. Zana'nın, ilk kez milletvekili seçildiği 1991 seçimlerinden sonra TBMM'de ettiği yemin Kürtçe değildi. Zana, yemin metnini Türkçe okuduktan sonra Kürtçe "Bu yemini Türk ve Kürt halklarının kardeşliği adına ediyorum" dedi ve kıyamet ve kıyamet bu bölüm üzerine toptu. Zana’nın bu sözlerinden sonra ne dendiğini anlamamalarına rağmen milletvekillerinin önemli bir bölümü adeta çıldırmış, Leyla Zana ve arkadaşlarının 10 yıl sürecek cezaevi çilesi için geriye sayım başlamıştı... Neyse, konumuz bu değil, konumuz milletvekili yemininin, cumhuriyetin kuruluşunun ardından bugüne kadar geçirdiği evrim.**1921 Anayasası'nda yemin yoktu ** Toplam 23 maddeden oluşan 1921 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunu, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk anayasasıdır. Zira cumhuriyetin ilanı yeni bir anayasa ile yapılmamış, 29 Ekim 1923'te, 1921 Anayasası'nın 1. maddesine "Türkiye Devletinin şekli Hükümeti Cumhuriyettir" ilavesinin yapılmasıyla yetinilmiştir. Kurtuluş Savaşı'nı yönetmek üzere toplanan Meclis'te kabul edilen 1921 Anayasası, olağanüstü gündem nedeniyle klasik metinlerdeki ayrımlara sahip olmayan, bu arada "milletvekili yemini" veya "andı" da içermeyen bir metindi. **'Vallahi sadakatten ayrılmayacağım'** Cumhuriyet döneminde yapılan ilk anayasa 20 Temmuz 1924 tarihini taşıyor. Milletvekili andı, ilk kez 1924'te anayasa metinlerine dahil oldu. Yemin metni, yine "Teşkilâtı Esasiye Kanunu" adını taşıyan 1924 Anayasası'nın "Vazifei Teşriiye", yani "Yasama Görevi" başlığını taşıyan ikinci faslında düzenleniyor, özel bir başlık taşımıyordu. 1924 Anayasası'nın milletvekili andını düzenleyen 16. maddesi şöyleydi: **-** MADDE 16 MADDE 16 ** Mebuslar Meclise iltihak ettiklerinde şu şekilde tahlif olunurlar:** "Vatan ve Milletin saadet ve selâmetine ve milletin bilâ kaydü şart hâkimiyetine mugayir bir gaye takip etmiyeceğime ve Cumhuriyet esaslarına sadakattan ayrılmıyacağıma vallahi." Arapça "tahlif" kelimesinin "and içirme, yemin ettirme" anlamına geldiğini not ederek devam edelim. 36 yıl yürürlükte kalarak Cumhuriyet tarihinin en uzun ömürlü anayasası olan 1924 Anayasası'ndaki bu yemin metni, 10 Nisan 1928’de bir kelimeden ibaret büyük bir değişiklik geçirdi. İçinden "vallahi" kelimesi çıkarılan metin, bu tarihte şöyle düzenlendi: **Mebuslar Meclise iltihak ettiklerinde şu şekilde tahlif olunurlar:** MADDE 16 - MADDE 16 - "Vatan ve milletin saadet ve selâmetine ve milletin bilâ kaydüşart hâkimiyetine mugayir bir gaye takip etmiyeceğime ve cumhuriyet esaslarına sadakattan ayrılmıyacağıma namusum üzerine söz veririm." Aynı tarihte, "Türkiye Devletinin dini, dini İslamdır" ifadesi ile din işlerini TBMM'nin görevleri arasında sayan hükmün de anayasadan çıkarıldığını not edelim. **1961: Halkın mutluluğu için…** 1924 Anayasası 27 Mayıs 1960 darbesiyle tarihe gömüldü. 1961 Anayasası'nda milletvekili yemini 77. maddede düzenlendi. "Andiçme" başlığını taşıyan bu maddede de kısa bir metinle yetinildi. Birlikte okuyalım: **Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri görevlerine başlarken şöyle and içerler:** MADDE 77 - MADDE 77 - "Devletin bağımsızlığını, vatanın ve milletin bütünlüğünü koruyacağıma; Milletin kayıtsız şartsız egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma ve halkın mutluluğu için çalışacağıma namusum üzerine söz veririm." **1982'de Anayasası'nın tartışılan metni** Özgürlüklere karşı ideolojisi, "tekçi" saplantısı, bir anayasada bulunması asla gerekmeyen ayrıntılarla bunaltan uzunluğu ve berbat Türkçesiyle cumhuriyet tarihinin en kötü anayasası olan 1982 Anayasası'nın bu özellikleri yemin metninde de gözlenir. Yürürlükteki anayasamızın "Andiçme" başlığını taşıyan 81. Maddesi, milletvekili yeminini şöyle belirliyor: M M **ADDE 81**. – Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, göreve başlarken aşağıdaki şekilde andiçerler: "Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine andiçerim." **Danışma Meclisi: 1961'e bir şeyler ekledik** Görüldüğü üzere, 1924 ile 1961 anayasalarında özetle "vatana, millete, cumhuriyete ve millet egemenliğine sadakat" sözü ile yetinilen milletvekili yeminleri 12 Eylül 1980 darbesini yapanlar tarafından yeterli bulunmadı. 1982 Anayasası'nın "Andiçme" başlığını taşıyan 81. maddesinin gerekçesine ilişkin olarak iki resmi metin bulunuyor. Birincisi, anayasa taslağını hazırlayan Danışma Meclisi Anayasa Komisyonu'na, ikincisi darbeci generallerin oluşturduğu Milli Güvenlik Konseyi'ne bağlı Anayasa Komisyonu'na ait olan bu gerekçeleri peş peşe okuyalım. Danışma Meclisi komisyonunun gerekçesi aşağıdaki ifadeleri taşıyor. Metni, Türkçe hatalarıyla birlikte aynen aktarıyorum: "Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyelerinin göreve başlarken yapacakları and 1961 Anayasasının 77'inci maddesindeki esaslar göz önünde tutularak bazı kavramlarla genişletilmiştir. Milletvekillerinin and içmede bunlara da bağlı kalmalarının göreve başlarken uygun olacağı düşünülmüş ve bu nedenle bölünmez bütünlük, toplum huzuru, milli dayanışma, sosyal adalet, insan haklarına ve temel özgürlüklerden yararlanması ülküsü, hukukun üstünlüğü prensibi and metnine dahil edilmiştir." **MGK: Atatürk ilkelerini ekledik** Şimdi de, madde metnine son şeklini veren generallere bağlı Anayasa Komisyonu'nun gerekçesini okuyalım: "Danışma Meclisince kabul edilen andiçme kenar başlıklı 89'uncu maddede yer alan 'Atatürk inkılaplarına' sözcükleri Atatürk'ün benimsediği ve uyguladığı ilkelere de yer verilmek ve bu ilkelere bağlı kılınmayı sağlamak amacıyla 'Atatürk ilke ve inkılaplarına' şeklinde değiştirilmek suretiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin göreve başlarken yapacakları andiçmeye daha etkin bir anlam verilmiştir." **59 kelime, 11 bağlaç!** 1924 ve 1961 metinlerinden hemen her alanda radikal bir şekilde ayrılan 1982 Anayasası’nda, milletvekili yemininde de "aşırı" bir üslup benimsendi. Temeli "söz vermek" gibi bir gönüllü eyleme dayanan andiçmede bile toplumu ayrıştıran bir metin karşısındayız. Birbirine 11 adet "ve" bağlacı ve 7 virgül ile bağlanmış tam 59 kelimenin doldurulduğu tek cümlelik bu yemin, parlamentoya giren milletin kimi temsilcilerine "zorla" söz verdiren bir metin olarak yarın bir kez daha okunacak. O müstesna Türkçesiyle… İhtimal çok sayıda milletvekilini tek ayağı üzerine dikerek!.. ## Okuyucu Yorumları
5653
yazarlar
65 yaş (muhtaçlık) aylığından kimler, nasıl yararlanabilir?
null
# 65 yaş (muhtaçlık) aylığından kimler, nasıl yararlanabilir? Sosyal güvenlik sistemimizde emekli aylıkları ve diğer yardımlar yönünden **"primli**" ve **"primsiz"** olmak üzere iki sistem uygulanmaktadır. **Primli sistem;** çalışma ve çalışma süresince ödenen primlerin karşılığı olarak sosyal güvenlik sisteminden sağlanan her türlü yardımı ifade etmektedir. **Primsiz sistem ise,** herhangi bir çalışma ve prim ödemesi olmaksızın belli görevlerde bulunmuş, devlete yararlı işler yapmış ya da gelirden yoksun kişilere belli şartlar altında sağlanan yardımları kapsamaktadır ki, **"muhtaçlık aylığı"** ya da kamuoyunda ** "65 yaş aylığı"** olarak ifade edilen yardım türü de bu kapsamda değerlendirilmektedir. Muhtaçlık veya 65 Yaş Aylığı, 1/7/1976 tarihli ve 2022 sayılı 65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşları ile Özürlü ve Muhtaç Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Kanunla düzenlenmiştir. ## **Aylıktan yararlanabilecek olan kimseler** Söz konusu aylıktan, -T.C. vatandaşlığına haiz, -65 yaşını doldurmuş olan, -Sosyal Güvenlik Kurumundan (SSK, Emekli Sandığı ve Bağ-Kur kapsamında) gelir ve aylık hakkından yararlanmayan, -Sosyal Güvenlik Kurumuna her ne altında olursa olsun prim ödemeyen, -2022 sayılı Kanunda belirtilen muhtaçlık sınırından az geliri olan kişiler, yararlanabilmektedir. ## **Başvuru yeri ve şekli** Yukarıda belirtilen şartları taşıyanların, öncelikle bulundukları yerdeki il veya ilçe sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarına başvurmaları ve daha sonra bu vakıflardan alacakları "muhtaçlık belgesi" ile Sosyal Güvenlik Kurumuna başvurması gerekmektedir. ## **Başvuru için gerekli belgeler** ** -Başvuru Formu:** Bu form, il ve ilçe sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarından temin edilebilmektedir. Bu formda yer alan aylık istek dilekçesinin, aylık talebinde bulunan kişi tarafından doldurulup imzalanması gerekmektedir. Bu formda yer alan " Muhtaçlık Belgesi ise ilgili vakıfça doldurulmaktadır. -**Vasilik Kararı:** Eğer aylık talebi vasi tarafından yapılacaksa mahkemeden alınmış vasilik kararının da mutlaka başvuruya eklenmesi gerekmektedir. ## **Aylık bağlama süreci** Öncelikle, başvuru formu il veya ilçe sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarına teslim edilmektedir. Daha sonra, sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarınca kişi hakkında inceleme yapılarak, başvuruda bulunanın muhtaç olup olmadığına karar verilmekte ve başvuru sahibinin muhtaç olduğuna karar vermesi halinde de başvuru evrakı Sosyal Güvenlik Kurumuna gönderilmektedir. ## **Aylık miktarı** Bağlanan yaşlı, özürlü ve özürlü yakını aylıkları 2022 sayılı Kanunun 1 inci maddesinde belirtilen gösterge rakamının (1620) memur aylık katsayısı ile çarpımı sonucu hesaplanmaktadır. Buna göre; 2012 yılının ikinci altı ayı için 65 yaş aylığı **337,75 TL**’dir. ## **Aylıklarında özel olarak artış yapılanlar** 2022 sayılı Kanuna göre yaşlılık aylığı bağlanmış olanlardan, %70 ve üzeri özürlü olduklarını yetkili hastanelerden alacakları özürlü sağlık kurulu raporu ile belgeleyenlerin aylıkları, yaşlılık aylığı için belirlenen aylık tutarının %300' üne çıkartılmaktadır. ## **65 yaş aylığının ödeme şekli ve zamanı** Aylık bağlama işlemleri tamamlandıktan sonra, ilk ödeme, Türkiye genelindeki T.C. Ziraat Bankası şubeleri tarafından, daha sonraki ödemeler ise Türkiye genelindeki PTT şubeleri kanalıyla Mart, Haziran, Eylül, Aralık olmak üzere üçer aylık dönemler halinde ödenmektedir. ## **Aylık ödeme günleri** Ödemelerde oluşabilecek yığılmaları önlemek amacıyla; -Doğum tarihinin son rakamı 0 - 5 olan kişilere her dönemin 5 inci günü. -Doğum tarihinin son rakamı 1 - 6 olan kişilere her dönemin 6 ıncı günü. -Doğum tarihinin son rakamı 2 - 7 olan kişilere her dönemin 7 inci günü. -Doğum tarihinin son rakamı 3 - 8 olan kişilere her dönemin 8 inci günü. -Doğum tarihinin son rakamı 4 - 9 olan kişilere her dönemin 9 uncu günü. ödeme yapılmaktadır. ## **Aylığın konutta ödenmesi** 2022 sayılı Kanuna göre yaşlılık aylığı almakta olanlar SGK’ya bir dilekçe ile başvurmaları halinde, dönem aylığı ödemeleri PTT aracılığıyla evlerinde yapılmakta ve bunun için de ayrıca bir ücret talep edilmemektedir. ## **Aylığı kesilme durumu** Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından verilen aylıklar; ölüm, feragat, muhtaçlığın kalkması, vatandaşlıktan çıkma, aylığın 2 yıl boyunca aralıksız olarak alınmaması ve SGK' dan gelir, aylık alınması veya prim ödenmesi durumlarında kesilmektedir. ## **Aylığın kesilmesine yönelik bildirim yükümlülüğü** 2022 sayılı kanuna göre aylık almakta olanlar ile aylık sahiplerinin eş, anne, baba, vasi, kayyum, veli veya vekilleri, aylık kesilmesini gerektiren durumları 3 (üç) ay içinde SGK’ya bildirmeleri gerekmektedir. Bu yükümlülüğe uymayarak yanlış ve yersiz aylık tahsilinde bulunanlara ödenmiş olan aylıklar veya aylık farkları kanuni faizi ile birlikte borç olarak tahakkuk ettirilmektedir. ## **Ceza kovuşturması** Aylık almak amacıyla gerçeğe uygun olmayan belgel düzenleyen ve kullananlar hakkında genel hükümlere göre ceza kovuşturması yapılması için Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunulmaktadır. Bu belgeleri düzenleyenlerin kamu görevlisi olması durumunda haklarında ayrıca idari soruşturma da açılmaktadır. ## **Aylık alanların muayene ve tedavileri** 2022 sayılı Kanuna göre aylık bağlananların sağlık yardımları SGK tarafından genel sağlık sigortası kapsamında sağlanmaktadır. ## Okuyucu Yorumları
5675
yazarlar
Ahmet Kekeç'i üzebildiğime çok memnun oldum
null
# Ahmet Kekeç'i üzebildiğime çok memnun oldum Ahmet Kekeç’in benim yazıma cevabını ("Ben bu klan saldırısıyla nasıl baş edeceğim?") okuyunca bir ümit olduğunu düşündüm. Bizim matbuatta pek rastlamadığımız bir şey yapmış çünkü, hatasını kabul etmiş. Fakat aklıyla yaptığını (hatasını kabul etme erdemini) egosuyla yıkmış. Yıkmasaydı, keşke yıkmasaydı, cevabı beş, altı satırdan ibaret, ama ibret verici bir yazı olacaktı; Türk medyasına önemli bir ders vermiş olacaktı. Anladığım kadarıyla, Ahmet Kekeç, bilmediği konuları hissiyatıyla doldurmayı huy edinmiş. Beni şu veya bu "klan"la anarak kendini bile kandıramaz, beni bilmeyenleri ancak... Kekeç, mertçe hatasını kabul edip çekilmek yerine, başkalarına olur olmaz günahlar yakıştırarak (yaraştırmacı gazeteciliğinin bir örneği ve anlaşılabilir bir psikolojik durum) kendi günahını kamufle etmeye çalışıyor. En iyisi, Ahmet Kekeç’in yazısını ve durumunu bir gözden geçirelim. *"Mustafa Alp Dağıstanlı’ya gelince...* *"Esasında itiraz etmeyeceğimiz, her türlü "karşı çıkışın" zait kaçacağı bir yazı yazmış. Muhatabını incitmek (itibarsızlaştırmak) cehdiyle kaleme alınmış olsa da, büyük ölçüde altına imza atacağım bir yazı..."* Güzel. Bence durumu anlatıyor bu cümle. Eğer bu cümledeki gibi hatasını kabul etme erdeminde kalmış olsaydı, "muhatabını incitme (itibarsızlaştırma)" çabam boşa çıkmış olacaktı ve Kekeç büyük bir itibar kazanacaktı. Ben de şu anda yazdığım yazı yerine onu yücelten başka bir yazı yazacaktım. Fakat bu erdem basamağında aklı egosuna takılmış ve aşağı yuvarlanmış: *"Fakat, Dağıstanlı’nın karnının şişi var...* *"Bu şiş inmedi ve Ahmet Kekeç’e çakmak için aradığı fırsatı dokuz yıl sonra buldu... Pek sabırlıymış.* *"Biz vaktiyle bu arkadaşla ‘editoryal bağımsızlık’, ‘etik’, şu bu, güzel güzel söyleşir dururduk... Meraklısı arşive girip baksın, ‘kelamın sefaleti’ diye üst perdeden atıp tutan Mustafa Alp Dağıstanlı’nın o güzelim hallerini görsün... Ve, dokuz yıl beklemeye değip değmediğinin değerlendirmesini yapsın."* Ahmet Kekeç, gerçekten bazı şeyleri yanlış hatırlıyor veya hissiyatıyla dolduruyor boş bulduğu yerleri. Karnımın şişi olması ve "dokuz" yıl "çakmak için beklemiş" olmam da bunlardan biri. Sözünü ettiği "söyleşip durmamız" dokuz değil yedi sene önceydi, Eylül 2005. Okuruna ettiği tavsiyeye kendi uysaydı, doğru tarihin yanı sıra başka şeyler de görecekti. "O güzellim hallerimi" o iki yazıda mesela şöyle tarif etmiş Kekeç: "Benim ilgimi hassaten, Mustafa Alp Dağıstanlı’nın söyledikleri çekti. "Kendisini tanımıyorum. İsmini duymuşluğum var. Bir önemli televizyon kanalında önemli bir görev ifa ettiğini biliyorum. Zaten yazısında bol bol, ‘editoryal çalışma’, ‘sayfaların görsel tasarımı’, ‘haber analizi’ gibi ifadeler geçiyor. Mesleğin içinde, üstelik göbeğinde bulunan bir arkadaşımız. Bu yazıya oturmadan önce soruşturdum, ‘fevkaladenin fevkinde’ bir gazeteci olduğunu söylediler. Eyvallah." Veya: "Dağıstanlı Medyatava’da cevap vermiş. Hemen belirteyim, son derece müeddep ve sağlam bir yazı." Neyse, biz yine bugüne dönelim... *"Mustafa Alp Dağıstanlı’nın, içinde ‘namus, ahlak, dürüstlük ve zekâ’ geçen ifadelerini, o ifadelerdeki açık tahkir çabasını kınadığımı, hakkıma düşen ‘hakaretleri’ aynen kendisine iade ettiğimi belirteyim."* Benim sempatik bulduğum ve Ahmet Kekeç’in o kof heyheylenmesinin altında normal bir insan gördüğüm cümlelerinden biri de bu. Şunu neden görmüyor acaba Ahmet Kekeç: Benim bu "açık tahkir"imin hedefi, kendisinin de yazmaktan pişmanlık duyduğu, eleştirilerime tamamen katıldığı yazısı. Hâlâ o yazının yukarıda saydığım o dört kritere uymadığını düşünüyorum ve pişmanlığı, Ahmet Kekeç’in de zaten öyle düşündüğünü gösteriyor. Ahmet Kekeç’in namussuz, ahlaksız, zekâsız ve dürüst olmadığını söylemiyorum. Tanımıyorum kendisini ve beni de ilgilendirmiyor işin o tarafı. *"Başkalarını namus ve ahlaktan sigaya çekenlerin, en az sigaya çekilenler kadar "namuslu" ve "ahlaklı" bir yazarlık tutumunu, haysiyetli bir siyasal pozisyonu temellük etmeleri gerekir ki, Mustafa Alp Dağıstanlı arkadaşımız kendisini sınayabileceğimiz alanlardan kaçmakla, o alanlarda fazla görünmemekle maruf bir arkadaşımızdır... Dolayısıyla, namuslu ve ahlaklı kalmayı başarmış bir kişidir."* Gayet sorunlu, ama gayet sorumsuzca yazılmış bir cümle. Ahmet Kekeç, benim itirazımın, peki "açık tahkir çabam"ın sebebini anlamamış. Ben fikirlerinden dolayı bir şey demiyorum ki Kekeç’e. Benzer düşünüyor olsaydık da (bazı konularda benzer düşünüyoruzdur zaten belki) aynı eleştiriyi yapacaktım. O yazıyı yazma yöntemine itiraz ediyorum. Söylemediği şeyleri birisine söyletmesine, hafızasının boş yerlerini hissiyatıyla doldurmasına... Dolayısıyla, onun siyasal pozisyonuyla ilgili değildim. Fakat kendisi, benim siyasal pozisyonumun haysiyetli olmadığını ima ediyor. Net bir şey diyemiyor, çünkü sınayabileceği alanlardan kaçıyormuşum. Nedir bu alanlar acaba? Söylese bir cevap verebileceğim belki. Ben şu kadarını söyleyeyim o zaman: Uzun bir zamana yayılan yazılarımda "siyasal pozisyonumu" herkes gayet net olarak görebilir. Ve Ahmet Kekeç’in de, bazılarına katlımasa da, en azından haysiyetsiz bulmayacağına eminim. *"Mustafa Alp Dağıstanlı’nın haklı olduğu taraf şu:* *"Murat Belge’yi eleştirirken ölçüsüz davrandım.* *"İncitme kastım yoktu ama değer verdiğim, siyasal yaklaşımlarını büyük ölçüde benimsediğim ve benim için her zaman ‘öğretici’ olmuş bir büyük insanı incittim... (...) Bugün olsa, o yazıyı başka türlü yazardım."* İşte Ahmet Kekeç’e sempati beslememi sağlayan birkaç cümle de bunlar. Ama dediğim gibi, mesele "ölçüsüz eleştiri" değil, o beni bir gazeteci olarak, bir gazetecilik sorunu olarak hiç ilgilendirmeyecek bir şey. Ben o yazıda da, burada da Ahmet Kekeç’in siyasal pozisyonunu sorgulamıyorum, Murat Belge’nin siyasal pozisyonuyla da ilgili değilim. O yazıyı gazetecilik açısından kabul edilemez buluyorum. Şu anda söz konusu ettiğim yazısında da örnekleri göründüğü gibi, kanıt göstermeden kimseyi suçlayamazsınız. Entelektüel sorumluluk bunu gerektirir. Ahmet Kekeç, "Bugün olsa, o yazıyı başka türlü yazardım" diyor. Eyvallah. Fakat buradan sadece onun değil, gazetelerin de çıkarması gereken büyük bir ders var, Ahmet Kekeç’in, yedi yıl önceki o söyleşmelerimizde, çok üzerinde durduğum için hafiften takıldığı editörlük meselesi. O yazısına bir editör, gerçek bir editör baksaydı Kekeç bu nedamet cümlesini yazmak zorunda kalmayacaktı ve doğrusu da oydu. Bizim gazete ve televizyon yöneticilerimiz, galiba, sadece sansürlenecek bir şey var mı gözüyle bakıyorlar yazılara. Ahmet Kekeç arkadaşımızın bütün bu "süreç"te bir ders aldığını sanıyorum, görüyorum. Hatasını kabul etmesini, hele şu berbat Türk medya ortamında cesaret sayıyorum. Cesaret biraz utanmış, ama olsun. Sözünü ettiği için şunu da daha net olarak söyleyeyim: Yazısını, daha doğrusu, o yazıdaki tutumunu çok ağır eleştirdiğim için üzüldüğünü görüyorum. O yazı o ağır eleştiriyi, Ahmet Kekeç de üzülmeyi hak etmişti. Ve bu iyi bir şey. Ben üzmedim Ahmet Kekeç’i, üzülmesine vesile oldum. Olgunlaştırıcı ve olumlu bir şey, yazdığı o berbat yazı yüzünden üzülmesi. Ama benim kastım Ahmet Kekeç’in kişiliğine değildi. Son söz olarak, peki, yedi yıl önceki o "güzel güzel söyleşip durmamız"ın hatırına sığınarak şunu isteyeyim: O yazılardan birinde, gazetecilerin "otorite" ile kurdukları ilişkiyi kurcalamamı tavsiye ediyordu. Ben de şimdi aynı şeyi Ahmet’ten istiyorum, özellikle "sizin" cenahın iktidarla, tabii özellikle AKP iktidarıyla, kurduğu ilişkiyi kurcalayabilir misin? İstersen beraber de kurcalayabiliriz. *** HAMİŞ: Ahmet Kekeç, "güzelim hallerimi" göstereceğini düşündüğü o yazıların linkini veya başlağını vermemiş, ben vereyim de merak eden okur bir baksın, bakalım ne görecek: ## Okuyucu Yorumları
5479
yazarlar
Arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim
null
# Arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim Elinde yalnızca çekiç olduğu için tüm sorunları çivi olarak gören zihniyetin en nadide örneklerinden, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, partisinin MKYK toplantısında, Sedat Selim Ay’ın atamasını "doğru ve insani bulmadıklarını" söyleyen Ayşenur Bahçekapılı ve Ayşe Böhürler’e. "O kadın, bir arkadaşı ile bunu tezgâhladı. Daha önce itirafçı idi, sonra iftiracı oldu," demiş. ‘O kadın’ işkence ve tecavüz mağduru Asiye Güzel Zeybek. Toplantıda, İşişleri Bakanı’nı savunarak konunun on beş yıl sonra gündeme taşınmasının ‘manidar’ olduğu söyleyen Başbakan Erdoğan, "Gündem Özel" adlı programda konuya son noktayı koymuş: "Arkadaşımızı yedirtmeyiz!" Sayın Başbakan Erdoğan ve yol arkadaşları. Sayın Başbakana, Asiye’nin 2000 yılında basılmış ‘İşkencede Bir Tecavüz Öyküsü’ adlı kitabını hatırlatmak isterim. "Bir takım ciddi tezgâhlar, kumpaslar, organizasyonlar var" şeklindeki beyanatını yeniden düşünmesi için. "Hezeyan" diyemiyorum çünkü başbakan neyin ne olduğunu çok iyi biliyor, kanımca. Bu inkârın ve yok saymanın gerisinde, işkencenin ve zulmün ‘hak edilmiş’ bir şey olduğunu düşünen artık her nasılsa öyle bir ruh hali var işte. Ama Asiye’nin kitabı ile başlamışken yine o yıllara denk gelen önemli bir çalışmayı daha Başbakanımıza hatırlatalım:Sema Pişkinsüt’ün ‘Filistin Askısından Fezlekeye’ adlı kitabı. Meclis kütüphanesinde mutlaka vardır ama muhtemelen göz atma ihtiyacı duyulmamıştır. İçinde bulunduğumuz dönemde, Asiye’nin kitabıyla birlikte okunmasında büyük yarar var. Zira olası yeni atamalarınız için eşsiz bir kaynak teşkil edebilir. Bu çalışmanın kaynağı -belki çok itibar etmeyeceksiniz ama- gayet resmi. TBMM’de 20. ve 21. dönemlerde milletvekilliği yapmış ve İnsan Hakları Komisyonu Başkanlığı yaptığı ekiple birlikte TBMM tarihindeki en kapsamlı ‘insan hakları ihlalleri’ çalışmasına imza atmış Sema Pişkinsüt tarafından hazırlanmış. Kendisi, bu çalışmaları karşılığında DSP ve şürekası tarafından çarçabuk derdest edilmişti. Hatırlarsınız. Aralarında, yardımcısı FP'li Mehmet Bekaroğlu ile ANAP'lı Emre Kocaoğlu gibi isimlerin bulunduğu ekip 1999 Eylül’ündeUlucanlar Cezaevi’nde yaşanan ve on mahkumun ölümüyle sonuçlanan olayları inceleyen raporun da o dönem TBMM’de görüşülmesini sağlamıştı. Bütün bunların öncesinde Sema Pişkinsüt’ün ‘Susurluk Komisyonu’nda da yoğun emek harcadığınıhatırlayalım. 12 Eylül askeri darbesinden sonra çığırından çıkan devlet şiddetinin 90’lı yıllarda daha da hız kazanarak cezaevlerinin uluorta mezbahalara dönüştürüldüğü bir dönemde, 1998-2000 yılları arasında,başkanlığını yaptığı İnsan Hakları Komisyonu, TBMM tarihinde belki de ilk defa -hâlâ bu ülkenin en büyük sorunlarından biri olan- devlet eliyle uygulanan ‘işkence ve şiddetin’ üzerine cesaretle gidebilmişti. Yaklaşık 4 bin 200 mahkumla yapılan görüşmeler, 980 mağdurun tanıklığı ve suç duyurusu ile sonuçlanan 9 ciltlik bir araştırma. Ve o araştırmalardan derlenen bir kitap. Kitabı okuduğumda benim aklımda yer eden -dehşete düşüren- en önemli beyan dönemin İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Ahmet Pek’in "Emir verirsek kötü muameleyi önleriz ama o zaman da müthiş suç patlaması olur," sözleri olmuştu. Ahmet Pek dün yapılan açıklamalardan öğrendiğimiz kadarıyla Iğdır Valiliğine atanmış... Sema Pişkinsüt, 2000 yılı mart ayında Küçükköy Karakolu’nda ‘bulunan’ Filistin askısını meclise kadar taşımıştı hani, hatırlarsınız. Dönemin İstanbul Valisi Erol Çakır, teşhir edilen işkence aletiyle ilgili, "Birileri bir sopa bulmuş büyütmeye gerek yok. Dış kaynaklı bu tür çalışmaları önemsememek lazım," diye görüş bildirmişti. Yine dönemin Kayseri Valisi Nihat Canpolat, ''İnsan hakları insan olana gösterilir!'' çıkışını yapmıştı. Aynı yıllarda Denizli Valisi, Yusuf Ziya Göksu polislere, ''Huzursuzluk çıkartanın bacaklarının kırılması için sizlere tam yetki veriyorum!'' demişti. Ne kadar tanıdık değil mi? Ama asıl hatırlamamız gereken kişi dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk. Çünkü ‘fezleke’ kısmı onun eseri. Zaten kendisi de bildiğimiz gibi Türkiye Cumhuriyeti tarihine ‘Hayata Dönüş’ operasyonlarının baş mimarı olarak adını altın harflerle yazdırmış bir zat. Operasyonlar sonrasında açıklama yaparken mahkumları ‘etkisiz’ hale getirdiklerini müjdeleyen ve kayıplarla ilgili "beklediğimizin çok altında" diye savunma yapan değerli devlet adamı. Kendisinin takdiri ile Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Pişkinsüt hakkında ‘adli soruşturma konusundaki bilgi ve belgeyi soruşturma makamına vermediği’ gerekçesiyle, dokunulmazlığının kaldırılması istemiyle fezleke hazırlamıştı. Bütün baskılara cesaretle göğüs geren Sema Pişkinsüt raporda işkence gördükleri ve kötü muameleye maruz kaldıkları konusunda ayrıntılı ifade veren mağdurların isimlerini ifşa etmemişti. "Komisyon aracılığı ile ve komisyona güven duyarak gördükleri kötü muamele ve işkencelerle ilgili yer, zaman, eşkal tanımlamaları yaparak suç duyurusunda bulunmuşlardır, bu bilgi soruşturma açılması için yeterlidir," diyerek ‘koltuğunu’ tehlikeye atmış ama geri adım atmamıştı. Hikmet Sami Türk, "Komisyon Başkanı’nın sözünü ettiği hükümlü ve tutukluların kimliğinin saklı tutulacağı yolundaki taahhüdün hiçbir hukuki geçerliliği yoktur," demiş ve bize bugün de hiç yabancı gelmeyen o eşsiz tespitini eklemişti. "Sayın Pişkinsüt’ün, yasa dışı örgütler ve onların sözcüleri ile aynı doğrultuda görüş açıklaması son derece ilginçtir. Kendisi terör örgütlerinin ağzıyla konuşmakta ve şov yapmaktadır." Nihayetinde haklarında suç duyurusunda bulunulan ‘devlet görevlileri’ hakkında ‘takipsizlik, delil yetersizliği, zaman aşımı, inandırıcılıktan uzak olma, ceza tayinine mahal yoktur’ vb. gerekçelerle herhangi bir ceza uygulamasına gidilmemişti. Şimdilerde terfi ettiklerine tanıklık ediyoruz. Ve etmeye de devam edeceğiz. Öyle görünüyor. Hazırlanılan raporları Genel Kurulda tartışılması için Meclis Başkanlığı'na sunan, ancak karşılığında İnsan Hakları Komisyonu Başkanlığı görevine son verilen Pişkinsüt’ün yerine MHP’li Hüseyin Akgül komisyon başkanlığına getirilince meclis büyük bir nefes almıştı. Kendisine defalarca iletilen faili meçhul raporlarını meclis genel kurulundan uzak tutan Çiller gibi, Ecevit’in başbakanlığındaki koalisyon hükümeti de bu raporları Genel Kurul’a taşımaya yanaşmamış, bizzat temsil ettiği DSP, görevinden azledilen Pişkinsüt’e sahip çıkmamıştı. Daha sonra Ecevit’e karşı aday olduğu DSP kongresinde, konuşma hakkı delegelerin oylaması ile engellenen, hakkında cadı avı başlatılan, ‘hain’likle suçlanan Sema Pişkinsüt,‘demokrat ve sol’ bir parti tarafından bir an bile tereddüt edilmeden kurban edilmişti. Tarihler, isimler, ideolojiler, yetkeler değişiyor ama iktidarın ruhu ve dili değişmiyor. Ölüm listeleri, operasyonlar, infazlarda kullanılan devlet silahları, faili meçhul cinayetler, ifşa edilemeyen uyuşturucu ağları ve aklanamayan kara paralar, politik ve ekonomik rant amaçlı organizasyonlar. ‘Kazara’ ortaya çıkmış bir büyük skandallaortalığa saçılan ancak hiç bir şekilde dokunamayacağınız, her şeyi devlet adına, ‘vatanseverlik’ bilinciyle yapmış olan adamlar ve onların ördüğü duvar. Hani şu ‘adaletin’ lastik bir top gibi çarparak her seferinde geri sektiği duvar. Ve o duvarın arkasındaki, konforlu, korunaklı, ulaşılmaz hayatlarıyla ölümsüzler... Başına gelen her olayda Sema Pişkinsüt’ün ısrarla altını çizdiği -benim dikkatimi çeken- bir inancı var. "Kamuoyunun takdirine bırakıyorum. Kamuoyu anlayacaktır. Kamuoyu karar verecektir. Kamuoyu her şeyi görüyor..." diyor. Bunca yıl ve bunca tecrübeden sonra hâlâ "kamuoyuna güveniyorum" inancını koruyabilmiş midir merak ediyorum. Tüm zamanların en iyi duvarcı ustası Mehmet Ağar, şimdi cezaevinde Kürt sorunu üzerine çalışıyormuş. Ziyaretçilerinden vakit buldukça. Kendisinden canhıraş bir iç hesaplaşma beklemiyoruz elbette. Ama kendisine cezaevinde de gösterilen ilgi, alâka ve hürmet üzerine Sema Pişkinsüt’ün hayat anlayışında ne gibi değişiklikler olmuştur? O çalıştığı hastanede bir doktor olarak hâlâ kamuya hizmet ederken, Mehmet Ağar’ın kapısını aşındıran ‘kamu’ hakkındaki güven duygusunu muhafaza edebiliyor mudur? Son tahlilde Başbakanımız araştırmış, ikna olmuş ve karar vermiş: "Polis müdürümü yemeye kalkıyorlar. Kusura bakmasınlar yedirmeyiz. '' Şiddetin devlet eliyle meşrulaştırılması, kutsanması, koruma altına alınması.Biz bunu nasıl anlayalım istersiniz? Nasıl açıklayalım? Şiddet karşısında sessiz kalmak, zalimle sessiz mutabakat. Siz bu kapanı üstümüze kapatarak bizden kendi dramlarımızı ‘sessizce’ kendi kendimize yaşayıp tüketmemizi bekliyorsunuz Başbakanım. Biliyoruz. Yol arkadaşlarınız ve siz. Şemdinli’deki operasyonlar ikinci haftasını bitirirken Beşir Atalay "Bir yerlerde önemli bir şey, bir tespit olursa çalışma yapılır. TSK orada operasyon yapıyor. Şu anda o bölgede o manada tespitler var. Operasyonlar verimli bir şekilde devam ediyor," diyor. Son derece‘verimli’ bir açıklama. Kendisine "Şemdinli’de pek çok ölüm olduğu iddia ediliyor" deme gafletinde bulunan Ayşe Böhürler’i "Yok öyle bir şey! Kaynağın Fırat Haber Ajansı mı?" diye azarlayanbir Başbakan. Ve milletin vekili de olsalar bir çırpıda paylanarak susturulmak gibi bir kadere mahkûm olan kadınlar. Başbakanın "Yok öyle bir şey!" çıkışı bana 2011 Haziranında basına yansıyan o ‘vahim’ karşılaşmayı hatırlattı. Geçtiğimiz seçimlerde Çankaya'da seçim çalışması yapan DSP milletvekili adayı Hikmet Sami Türk’ün ‘rastlantı eseri’ karşısına çıkan Veli Saçılık ile aralarında geçen diyalog: - Beni hatırladınız mı? Adım Veli Saçılık. - Yok hatırlayamadım. - Nasıl hatırlamazsınız? Benim kolumu kopardınız. - Yok öyle birşey! Olmadı… - 2000 yılındaki hayata dönüş operasyonunda cezaevlerine operasyon düzenlediniz. O operasyonda kepçeyle kolumu koparttınız. - Öyle bir şey olmadı. Cezaevlerinde isyan vardı, isyanı bastırmak için operasyon oldu. - Sizce çok mu tehlikeli görünüyorum? - Niye öyle olsun tabii ki görünmüyorsunuz. Ama sorumlular cezalandırılmıştır. - Kepçe operatörü dahil kimse ceza almadı bende AİHM’e başvurdum. - Umarım kazanırsınız hakkınızı alırsınız… ... Benim Fırat Haber Ajansı kaynaklı herhangi bir bilgim, argümanım ya da iddiam yok Sayın Başbakan. Benim kaynağım insan. İleride bir gün sizin de ‘rastlantı eseri’ karşınıza çıkabilecek olan ‘insan’. ## Okuyucu Yorumları
2752
yazarlar
Ben Kürt Olsaydım...
null
- A + Anamızı, babamızı, doğduğumuz yeri, doğduğumuz çağı, cinsiyetimizi, ırkımızı, dinimizi, rengimizi, fiziğimizi biz seçmiyoruz. Soyumuzdan devraldığımız genetik kodlara da hakim değiliz. Dünyaya geldiğimizde, seçme özgürlüğümüz yok. Sıfır özgürlük hali... İnsan yaşamının anlamı ve bütün çabası bu sıfır özgürlüğü geliştirebilmek, doğuşta sahip olmadığımız seçim hakkını ve iyiyi seçme olanağını elde edebilmektir. Bu çabanın her adımında karşımıza yine doğuş koşullarımız çıkar. O koşullar kimimizin özgürleşme ve iyiye yönelme çabalarını destekler, kimimizinkini de köstekler. İnsanın seçme özgürlüğüne sahip olmamasının sonucu olan eşitsizliklere dinlerin verdiği cevap Tanrı katında eşitlik, özgürlük ve mutluluktur. Bu dünyada çeken öteki dünyada ödüllendirilecektir. Beş parmağın beşi de bir değildir zaten. Modern zamanlara, ideolojiler çağına gelince; liberal-kapitalist ideoloji, sıfır noktasındaki seçme olanağı ve özgürlük yokluğunu dinlere benzer biçimde kabullenir; eşitsizliği ve eşit olmayanların sözde rekabetini, altta kalanın canı çıksın mantığıyla, gelişmenin ana gücü olarak görmeye kadar vardırır işi. Sıfır noktasındaki felsefi ve varoluşsal özgürlük yokluğunu ve eşitsizliği hesaba katmaz, daha doğrusu bunu veri kabul eder ve giderilmesine yönelik toplumsal düzenlemeleri reddeder. Sosyalist ideolojinin amacı ve özü ise, sıfır noktasındaki eşitsizlik ve mutlak özgürlük yoksunluğunu tesbit edip kabullenmek yerine; insanın kendi seçimi olmayan dünyaya gelme koşullarını aşacak bir sistem yaratmaktır. Bu yüzden de, insanın kendi kaderine sahip çıkma, doğarken yoksun olduğu özgürlüğü adım adım kazanma, kendi kendinin efendisi olma mücadelesini (insanlığın halen çok başında olduğu o mücadelenin bütün yalpalamalarına, yenilgilerine, arayışlarına rağmen), özgürlük ve eşitlik üzerine bina eder. *** Son günlerin ve ne zamandır bütün günlerin en önemli konusu Kürt sorunu. CHP’de neler olup bittiği, MHP ile Başbakan’ın atışmaları, ya da başörtüsü özgürlüğü gibi gündemimizi kaplayan konuların hepsiyle doğrudan ya da dolaylı bağı olan; çözülmedikçe, Kürdüyle, Türküyle toplumca huzur bulamayacağımız; kanın, ölümlerin, acıların bitmeyeceği; birbirimizle kucaklaşamayacağımız, birbirimize güven duyamayacağımız, demokrasiyi geliştiremeyeceğimiz, özgürlükleri kazanamayacağımız, toplumumuzu çözülmekten, cepheleşmekten kurtaramayacağımız, birlikte yaşayamayacağımız bir ana sorun bu. Vardığımız noktada, kimileri fark etmese, hatta tam aksini düşünse bile toplumun geniş kesimleri çözümün zorunluğunu kavramış durumda. Bir yıl öncesinde, hatta altı ay öncesinde bile telaffuz edilmesinden ürkülen kavramlar, çözüm önerileri, yorumlar semt kahvelerinden üniversite sempozyumlarına, dolmuş muhabbetlerinden gazete köşelerine, devletin en üst katlarından yerel mülki erkâna, komutanlara, valilere kadar herkes tarafından konuşulup tartışılıyor. Daha da önemlisi bir süre öncesine kadar sadece tabu değil aynı zamanda da vatan hainliği sayılan çözüm önerileri, çözüme giden yolda gerekli temaslar, Kürt siyasal hareketinin silahlı kesimlerinin kaygıları ve talepleri giderek daha geniş kesimlerde meşruiyet ve olabilirlik kazanıyor. Televizyonlarda, yeminli Kürt düşmanlığı ile tanınan kimi ırkçı-milliyetçi kafalar, savaşı ve tenkil’i tek çözüm gören "starteji uzmanları" bile, özde olmasa da üslupta daha dikkatliler. Toplumun içine girdiği derin değişimin önümüze koyduğu çözmemiz gereken sorunlar önyargılarımızı aşındırıyor, beynimizdeki ve yüreğimizdeki direnç noktalarını yumuşatıyor. Sorunun çözümüne dönük olan, bir süre öncesine kadar "cızzz" ya da "diline biber sürerim" tepkileriyle karşılanan öneriler, kavramlar; hele de kitlelerin güvenini kazanmış, "olağan vatan haini" sayılamayacak siyasetçilerin, kanaat önderlerinin, saygın uzmanların ağzından duyuldu mu ikna gücü artıyor, yaygınlaşması hızlanıyor. Bireyler gibi kitleler de sevdikleri, inandıkları, lider bildikleri, saygı duydukları insanlara daha fazla güvenirler. Onların söylediklerini daha kolay özümserler. Hepimiz böyleyizdir. Sorunun çözümü için Abdullah Öcalan’la, Kandil’le, yani Kürt halkının büyük bölümünün ve Kürt siyasal hareketinin önder kabul ettiği kişilerle diyalog ve müzakere, Kürt kimliğinin tanınması, dağdan inip ovada siyaset yapılabilmesi için gerekli koşulların sağlanması, Kürtçe üzerindeki yasakların kalkması, anadilde eğitim, ve en önemlisi yeni anayasada yurttaş/ vatandaş tanımının etnik aidiyet üzerinden değil Türkiyelilik üzerinden yapılması, toplumun belli kesimlerinin henüz içlerine tam sindirememelerine rağmen, -kışkırtıcıların etkilerinden kurtuldukları ölçüde-, eskisi kadar tepki vermedikleri konular. Tabii ki savaştan, çatışmadan, asmaktan, kesmekten başka dil bilmeyen, yüzyıl öncesinin fikir ve söylemleriyle siyaset yapmaya çalışan, bunu da ancak kitleleri Kürtlere karşı kışkırtmakla, ülkede iç savaş havasını ve iç düşman algısını diri tutmakla başarabileceklerini sanan çevreler, bu gelişmelere direniyorlar; barışı provoke etmek için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar, koymayacaklar da. Benim asıl söylemek istediğim, Kürtlerle Türklerin gönüllü birliğinden ve barışçı çözümden yana olan, iktidarıyla muhalefetiyle bütün siyasal partilerin, kanatların, odakların büyük ve gerçekten de tarihi bir sorumluluğa sahip oldukları. Onların ağızlarından çıkacak her yapıcı söz, onuru kırılmış ve hakları çiğnenmiş bir halkın yüreğine iyi gelecek. Sözde kalmayıp uygulamaya dönüşecek her onarıcı söylem ve önlem, duygusallıktan ve oy hesabından ibaret olmayan her kucaklama, halka dalga dalga yayılır. Sadece Kürt halkına değil Türk halkına da. Yeter ki söz içten olsun ve güven versin. Yazının başlığına ve başına dönersem; hani o çok sözü edilen ama uygulamakta, içselleştirmekte güçlük çektiğimiz empati var ya. Kürtlerle empati kurmanın yolu; ne istiyorlar, neden dağa çıkıyorlar, neden anadilde eğitimin peşindeler, neden güvensizler, neden giderek yürekleri soğuyor, uzaklaşıyorlar bizlerden, ne istiyorlar sorularına cevap ararken, bir an "Ben Kürt olsaydım ve o bölgede doğup, o koşullarda yaşasaydım ne yapardım?" diye sormaktan geçiyor. Ben kendi payıma bu soruyu sorduktan ve cevabını açık yüreklilikle verdikten sonra kavradım Kürt sorununu. Sadece kafamla, siyaseten değil, yüreğimle, vicdanımla kavradım. Başta Başbakan’a ve toplumu etkileme gücündeki bütün siyasetçilere, kanaat önderlerine öneriyorum: Önce, "Ben Kürt olsaydım" diye düşünsünler, sonra bir sürü gereksiz laf ve duygusallık yerine, konuşmalarına öyle başlasınlar. O zaman eğer samimilerse, eğer gerçekten çözümden yanalarsa "Ben Kürt olsaydım, ben burada doğup, burada bu koşullarda yaşasaydım, sizler gibi mücadele ederdim haklarım için...." diye sürdüreceklerdir konuşmalarını. Doğduğumuz yeri, bölgeyi, aileyi biz seçmiyoruz. Sayın Recep Tayyip Erdoğan Hakkâri’nin ya da Dersim’in bir köyünde doğmuş Kürt asıllı Alevi olabilirdi. Dedesinin köy meydanında çırılçıplak soyulup yerde kurbağa adımına zorlandığına, babasının Diyarbakır hapishanesinde pislik çukurunda işkence gördüğüne, Köpek Jo’ya selam durmaya mecbur tutulduğuna, Türkçe bilmeyen emmisinin İstiklal marşını baştan sona ezbere okuyamadığı için falakaya yatırıldığına, işkence gördüğüne şahit olmuş olabilirdi. Hapse düştüğünde, anası Türkçe bilmediği, dili yasaklı olduğu için anasının horlandığını, görüşe izin verilmediğini yaşamış olabilirdi. Sayın Erdoğan orada doğup o koşullarda yetişseydi Türkiye’nin başbakanı olmak yerine dağa çıkardı büyük ihtimalle. Sadece Erdoğan için değil, herkes, hepimiz için söz konusu bu. "Ben Kürt doğsaydım" diye fısıldayalım kendi kendimize; kafamız, yüreğimiz, vicdanımız genişleyecek, göreceksiniz. İnsanın seçme özgürlüğüne sahip olmamasının sonucu olan eşitsizliklere dinlerin verdiği cevap Tanrı katında eşitlik, özgürlük ve mutluluktur. Bu dünyada çeken öteki dünyada ödüllendirilecektir. Beş parmağın beşi de bir değildir zaten. Modern zamanlara, ideolojiler çağına gelince; liberal-kapitalist ideoloji, sıfır noktasındaki seçme olanağı ve özgürlük yokluğunu dinlere benzer biçimde kabullenir; eşitsizliği ve eşit olmayanların sözde rekabetini, altta kalanın canı çıksın mantığıyla, gelişmenin ana gücü olarak görmeye kadar vardırır işi. Sıfır noktasındaki felsefi ve varoluşsal özgürlük yokluğunu ve eşitsizliği hesaba katmaz, daha doğrusu bunu veri kabul eder ve giderilmesine yönelik toplumsal düzenlemeleri reddeder. Sosyalist ideolojinin amacı ve özü ise, sıfır noktasındaki eşitsizlik ve mutlak özgürlük yoksunluğunu tesbit edip kabullenmek yerine; insanın kendi seçimi olmayan dünyaya gelme koşullarını aşacak bir sistem yaratmaktır. Bu yüzden de, insanın kendi kaderine sahip çıkma, doğarken yoksun olduğu özgürlüğü adım adım kazanma, kendi kendinin efendisi olma mücadelesini (insanlığın halen çok başında olduğu o mücadelenin bütün yalpalamalarına, yenilgilerine, arayışlarına rağmen), özgürlük ve eşitlik üzerine bina eder. *** Son günlerin ve ne zamandır bütün günlerin en önemli konusu Kürt sorunu. CHP’de neler olup bittiği, MHP ile Başbakan’ın atışmaları, ya da başörtüsü özgürlüğü gibi gündemimizi kaplayan konuların hepsiyle doğrudan ya da dolaylı bağı olan; çözülmedikçe, Kürdüyle, Türküyle toplumca huzur bulamayacağımız; kanın, ölümlerin, acıların bitmeyeceği; birbirimizle kucaklaşamayacağımız, birbirimize güven duyamayacağımız, demokrasiyi geliştiremeyeceğimiz, özgürlükleri kazanamayacağımız, toplumumuzu çözülmekten, cepheleşmekten kurtaramayacağımız, birlikte yaşayamayacağımız bir ana sorun bu. Vardığımız noktada, kimileri fark etmese, hatta tam aksini düşünse bile toplumun geniş kesimleri çözümün zorunluğunu kavramış durumda. Bir yıl öncesinde, hatta altı ay öncesinde bile telaffuz edilmesinden ürkülen kavramlar, çözüm önerileri, yorumlar semt kahvelerinden üniversite sempozyumlarına, dolmuş muhabbetlerinden gazete köşelerine, devletin en üst katlarından yerel mülki erkâna, komutanlara, valilere kadar herkes tarafından konuşulup tartışılıyor. Daha da önemlisi bir süre öncesine kadar sadece tabu değil aynı zamanda da vatan hainliği sayılan çözüm önerileri, çözüme giden yolda gerekli temaslar, Kürt siyasal hareketinin silahlı kesimlerinin kaygıları ve talepleri giderek daha geniş kesimlerde meşruiyet ve olabilirlik kazanıyor. Televizyonlarda, yeminli Kürt düşmanlığı ile tanınan kimi ırkçı-milliyetçi kafalar, savaşı ve tenkil’i tek çözüm gören "starteji uzmanları" bile, özde olmasa da üslupta daha dikkatliler. Toplumun içine girdiği derin değişimin önümüze koyduğu çözmemiz gereken sorunlar önyargılarımızı aşındırıyor, beynimizdeki ve yüreğimizdeki direnç noktalarını yumuşatıyor. Sorunun çözümüne dönük olan, bir süre öncesine kadar "cızzz" ya da "diline biber sürerim" tepkileriyle karşılanan öneriler, kavramlar; hele de kitlelerin güvenini kazanmış, "olağan vatan haini" sayılamayacak siyasetçilerin, kanaat önderlerinin, saygın uzmanların ağzından duyuldu mu ikna gücü artıyor, yaygınlaşması hızlanıyor. Bireyler gibi kitleler de sevdikleri, inandıkları, lider bildikleri, saygı duydukları insanlara daha fazla güvenirler. Onların söylediklerini daha kolay özümserler. Hepimiz böyleyizdir. Sorunun çözümü için Abdullah Öcalan’la, Kandil’le, yani Kürt halkının büyük bölümünün ve Kürt siyasal hareketinin önder kabul ettiği kişilerle diyalog ve müzakere, Kürt kimliğinin tanınması, dağdan inip ovada siyaset yapılabilmesi için gerekli koşulların sağlanması, Kürtçe üzerindeki yasakların kalkması, anadilde eğitim, ve en önemlisi yeni anayasada yurttaş/ vatandaş tanımının etnik aidiyet üzerinden değil Türkiyelilik üzerinden yapılması, toplumun belli kesimlerinin henüz içlerine tam sindirememelerine rağmen, -kışkırtıcıların etkilerinden kurtuldukları ölçüde-, eskisi kadar tepki vermedikleri konular. Tabii ki savaştan, çatışmadan, asmaktan, kesmekten başka dil bilmeyen, yüzyıl öncesinin fikir ve söylemleriyle siyaset yapmaya çalışan, bunu da ancak kitleleri Kürtlere karşı kışkırtmakla, ülkede iç savaş havasını ve iç düşman algısını diri tutmakla başarabileceklerini sanan çevreler, bu gelişmelere direniyorlar; barışı provoke etmek için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar, koymayacaklar da. Benim asıl söylemek istediğim, Kürtlerle Türklerin gönüllü birliğinden ve barışçı çözümden yana olan, iktidarıyla muhalefetiyle bütün siyasal partilerin, kanatların, odakların büyük ve gerçekten de tarihi bir sorumluluğa sahip oldukları. Onların ağızlarından çıkacak her yapıcı söz, onuru kırılmış ve hakları çiğnenmiş bir halkın yüreğine iyi gelecek. Sözde kalmayıp uygulamaya dönüşecek her onarıcı söylem ve önlem, duygusallıktan ve oy hesabından ibaret olmayan her kucaklama, halka dalga dalga yayılır. Sadece Kürt halkına değil Türk halkına da. Yeter ki söz içten olsun ve güven versin. Yazının başlığına ve başına dönersem; hani o çok sözü edilen ama uygulamakta, içselleştirmekte güçlük çektiğimiz empati var ya. Kürtlerle empati kurmanın yolu; ne istiyorlar, neden dağa çıkıyorlar, neden anadilde eğitimin peşindeler, neden güvensizler, neden giderek yürekleri soğuyor, uzaklaşıyorlar bizlerden, ne istiyorlar sorularına cevap ararken, bir an "Ben Kürt olsaydım ve o bölgede doğup, o koşullarda yaşasaydım ne yapardım?" diye sormaktan geçiyor. Ben kendi payıma bu soruyu sorduktan ve cevabını açık yüreklilikle verdikten sonra kavradım Kürt sorununu. Sadece kafamla, siyaseten değil, yüreğimle, vicdanımla kavradım. Başta Başbakan’a ve toplumu etkileme gücündeki bütün siyasetçilere, kanaat önderlerine öneriyorum: Önce, "Ben Kürt olsaydım" diye düşünsünler, sonra bir sürü gereksiz laf ve duygusallık yerine, konuşmalarına öyle başlasınlar. O zaman eğer samimilerse, eğer gerçekten çözümden yanalarsa "Ben Kürt olsaydım, ben burada doğup, burada bu koşullarda yaşasaydım, sizler gibi mücadele ederdim haklarım için...." diye sürdüreceklerdir konuşmalarını. Doğduğumuz yeri, bölgeyi, aileyi biz seçmiyoruz. Sayın Recep Tayyip Erdoğan Hakkâri’nin ya da Dersim’in bir köyünde doğmuş Kürt asıllı Alevi olabilirdi. Dedesinin köy meydanında çırılçıplak soyulup yerde kurbağa adımına zorlandığına, babasının Diyarbakır hapishanesinde pislik çukurunda işkence gördüğüne, Köpek Jo’ya selam durmaya mecbur tutulduğuna, Türkçe bilmeyen emmisinin İstiklal marşını baştan sona ezbere okuyamadığı için falakaya yatırıldığına, işkence gördüğüne şahit olmuş olabilirdi. Hapse düştüğünde, anası Türkçe bilmediği, dili yasaklı olduğu için anasının horlandığını, görüşe izin verilmediğini yaşamış olabilirdi. Sayın Erdoğan orada doğup o koşullarda yetişseydi Türkiye’nin başbakanı olmak yerine dağa çıkardı büyük ihtimalle. Sadece Erdoğan için değil, herkes, hepimiz için söz konusu bu. "Ben Kürt doğsaydım" diye fısıldayalım kendi kendimize; kafamız, yüreğimiz, vicdanımız genişleyecek, göreceksiniz. ## Okuyucu Yorumları
8840
yazarlar
Benim oyum kime, hangi partiye?
null
# Benim oyum kime, hangi partiye? Dahaönce AK Parti'ye de oy çıkan 'bizim mahalle'de 30 Mart'taki kritik seçim için ne düşünülüyor, hedef ne? Gezi ve 17 Aralık mahallede nasıl bir mutabakat yarattı? Ve benim oyum kime, hangi partiye? Hayatımda ilk kez adını koyarak açıklıyorum... 30 Mart’ta, gelecek pazar günü son derece kritik bir seçim var. Sandık başı yapılacak. Kendi kendime soruyorum. **Benim oyum kime, hangi partiye?..** Bugüne kadar her seçimde oyumun rengini elbette belli ettim. Ama adını koyarak kime, hangi partiye atacağımı da söylemedim. Neden?.. Oysa yapabilirdim. Yıllardır neredeyse her Allah’ın günü siyasal tercihlerini açığa vuran bir gazeteci olarak, seçim zamanı gelince oyumu da açıklayabilirdim. Şaşırtıcı olmazdı. Bizim mesleğimizin büyüklerinden rahmetli **Metin Toker** her seçim öncesi hangi partiye oy vereceğini gerekçeleriyle birlikte kendi köşesinde açıklardı. İlgiyle okunurdu. Metin Abi’nin o yazılarını ben de beklerdim seçim zamanları... ## **'Benim mahalle'deki tartışma: Oylar bölünmesin!** 1960’larda oy kullanmaya başladım. Kısa adı **TİP** olan Türkiye İşçi Partisi... **Ecevit** ’in CHP’si... **Erdal İnönü** ’nün SHP’si... 2002 genel seçimlerinde biraz da **Kemal Derviş **nedeniyle **Baykal** ’ın CHP’si... 2002 sonrasındaki seçimlerde ise, oyum her seferinde İstanbul’daki kendi seçim bölgemde ‘**bağımsız adaylar** ’a gitti. 30 Mart’ta ne yapacağım? Çevreme bakıyorum. Bundan önce oyunu CHP’ye vermemiş olanların söylediklerine kulak kabartıyorum. Tartışmalarda siyasal kutuplaşmanın, cepheleşmenin tüm izleri var. Genellikle iki sözcükte özetlenebilir: **Oylar bölünmesin!** Şu sıralarda benim dünyamda -ya da ‘**benim mahalle** ’de- bütün tartışmalar gelip bu noktada düğümleniyor. ## **Artık tek hedef var** Geçmiş seçimlerde, bu ‘**mahalle** ’de oyunu **AK Parti** ’ye de, bağımsızlara ya da **Kürt ** adaylara da, **CHP** ’ye de atanlar var. **Gezi **ve ** 17 Aralık** yaşanmamış olsa ‘bizim mahalle’de oylar yine yukarıdaki gibi bölünürdü. **AK Parti** ’ye giden oylar da olurdu. Ama şu rahatça söylenebilir: İstanbul'da **Mustafa Sarıgül** ’den çok **Sırrı Süreyya Önder ** çıkardı ‘bizim mahalle’nin sandığından... Tekrar altını çiziyorum: **Gezi **ve ** 17 Aralık** bu havayı radikal biçimde değiştirdi. Artık tek bir hedef var: **Tayyip Erdoğan!** ## **Bizim mahalledeki genel mutabakat** Demokrasi ve hukuku hiçe sayan, ‘**farklı hayat tarzları** ’na tahammül edemeyen, hayatın değişik renklerine en ufak bir saygısı olmayan, toplumu bugüne kadar olmadık şekilde **biz-siz **diye ayıran ve bazen sivrileşen **nefret dili** ile uçlara iten bir **Tayyip Erdoğan** ’dan kurtulmak artık **baş hedef** olarak benimsenmiş durumda. Erdoğan’ın söylem ve politikalarıyla Türkiye’yi istikrarsızlık ve karanlığa çektiğine dair genel bir mutabakat var ‘**bizim mahalle** ’de... Kimse hayal kurmuyor. **Tayyip Erdoğan** ’ın seçim sandığından yine birinci sırada çıkacağı bilinmekte. Ama ne kadar oy alacak? 2011’in altında mı kalacak? Kalacaksa, nereye kadar düşecek oyları? Asıl mesele gelip bu sorularda düğümlendiği için de slogan şöyle atılıyor: **Erdoğan karşısında oylar bölünmesin!** ## **Elleri CHP'ye oy vermeye gitmeyenlerin düşüncesi** ** Oylar bölünmesin** sıcak bir konu. **CHP** ’ye, **Kılıçdaroğlu** ’na, **Sarıgül** ’e yakın geçmişe kadar eleştirel bakanların büyük çoğunluğu 30 Mart için kararını vermiş görünüyor. Gelecek pazar günü İstanbul’da sandık başı yapıp oylarını **CHP ve Mustafa Sarıgül ** için kullanacaklar. Dedikleri şu: **- İktidar partisinin oylarındaki bir düşüş, yalnız Türkiye’nin değil, AK Parti’nin de Tayyip Erdoğan’dan kurtuluşunu hızlandırır.** Yakın zamana kadar elleri CHP ve Sarıgül’e oy vermeye gitmeyenlerde artık böyle bir kararlılık dikkati çekiyor. ## **Hayatımda ilk kez adını koyuyorum** İyi güzel. Ama lafı yine uzattın **Hasan Cemal**. Ayrıca, senin oyunun rengi de belli. O zaman niye adını koymuyorsun? Haklısın birader. Ben de hayatımda ilk kez bir seçimde oyumun adını koyuyorum: **30 Mart’ta sandığa gidip oyumu CHP ve Mustafa Sarıgül’e atacağım.** ** Twitter: **@HSNCML ## Okuyucu Yorumları
4993
yazarlar
Bireysel Katılım Yatırımcısı (melek yatırımcı) nedir, ne değildir?
null
# Bireysel Katılım Yatırımcısı (melek yatırımcı) nedir, ne değildir? Dün Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, son teşvik mevzuatında hakkında özel bir düzenlemeye yer verilmemiş olan İstanbul Finans Merkezi Projesiyle ilgili teşvik tedbirlerini açıkladığı bir basın toplantısı düzenledi. Her ikisi de "iç tasarruf açığını kapatmayı" hedefleyen bu iki teşvik paketinin neden birleştirilerek tek bir basın toplantısıyla sunulmadığını not ederek, basın toplantısında özel bir önem atfedilen "melek yatırımcı" (Bireysel Katılım Yatırımcısı) meselesini T24 okuruna aktaralım. ## **Neden melek?** "Melek" terimi ilk olarak tiyatroya parasal destek sağlayan zenginler için kullanılmış. Kimi kaynaklarda terimin bu haliyle ilk kullanıldığı yer olarak Broadway, kimi kaynaklardaysa İngiltere telaffuz ediliyor. Terim,finans dünyasında ilk olarak 1978 yılında William Wetzel tarafından kullanıldı. New Hampshire Üniversitesinde profesör olan Wetzel, ABD’de müteşebbislerin başlangıç sermayesini nasıl bulduklarını ortaya koyan bir rapor yazmış vesonrasında müteşebbisleri başlangıçta destekleyen yatırımcılar için melek tabirini kullanmaya başlamış. Benim bildiğim melekeler risk almaz ve bu dünyada bir beklentiyle yardım etmezler. O anlamda finans dünyasındaki kullanımıyla melek "teolojik" bir mana taşımıyor. Sadece yatırımcılar için kullanılmış bir sıfat.Kaynağı da Wetzel’e göre girişim sermayesi pratiğinde bu tür yatırımcıların görünmeyen bir "segment" oluşturması. ## **Melek yatırımcılar genelde kimlerden oluşuyor?** Küçük müteşebbis veya müteşebbis ruhlu birisi, aklında para kazanılacak bir fikri–projesi var, ama parası yok ve bankadan kredi alamıyor. Çünkü henüz ne kredibilitesi var, ne de teminatı. Banka, projeyi beğense de kredi veremiyor, çünkü ortada öz kaynak yok.Tahvil de ihraç edemiyor, çünkü ya ortada şirket yok ya da başlangıç sermayesi. Melek yatırımcı, işte bu tür yeni bir fikir, bir buluş veyabir teknoloji geliştirmiş, ancak bunu ticari bir ürün haline getirmek için yeterince parası olmayan müteşebbis veya müteşebbis adaylarını öz kaynakla finanse eden yatırımcılara deniyor. İlk uygulaması ABD’de olduğu için bunların genelde iş hayatından elini–eteğini çekmiş eski müteşebbisler ve servet sahibi emekli profesyoneller (eski CEO gibi) olduğu söyleniyor. Ancak halen aktif müteşebbis olmak veya iş hayatında olmak, melek yatırımcı olmaya engel değil. ## **Başlangıç sermayesini ne amaçla veriyorlar?** Bu dünyada getiri elde etmek için. Verdikleri paraya "çekirdek fon" (seedfunding) da deniyor, başlangıç sermayesi (start-upcapital) de, köprü sermayesi de (bridgecapital). Karşılığında ya şirkete başlangıçta ortak oluyorlar veya belli bir süre sonra isterlerse kendilerine ortaklık hakkı veren bir borçlanma senedi (tahvil) alarak borç veriyorlar.Buna hisse senedine çevrilebilir tahvil de diyebiliriz. Melek yatırımcılığın dikkat çekmesinin nedeni özellikle internet üzerinden kısa sürede çok yüksek miktarlarda para kazandıran ilginç projeler. Örnek: Facebook, Twitter, Google, Yahoo, Amazon... ## **Girişim sermayesinden farkı ne?** Girişim sermayesi (privateequity) bir tür yatırım ortaklığı. Bu ortaklığın da amacı büyüme ve para kazanma potansiyeli olan işlere sermaye koyarak yatırım yapmak.Bunlar da düşük maliyetle veya henüz hiç kredi alamayacak, tahvil çıkaramayacak veya hisse senedi ihraç edemeyecek kadar başlangıç aşamasındaki müteşebbislere çekirdek sermayeve/veya başlangıç sermayesi sağlıyor. Amaç, burada da risk alarak yüksek getiri elde etmek. Risk sermayesinde "para" birden fazla yatırımcıdan geliyor. Bunlar zengin şahıslar da olabilir,vakıflar da, yatırım bankaları da, diğer finansal kurumlar da… Ancak ortada bir fon ve bu fonu yöneten profesyonel uzman bir ekip var. Yatırım yaptıklarında şirkete borç vermek yerine ortak oluyor ve özellikle stratejik şirket kararlarında söz sahibi oluyorlar. Melek yatırımcılardan farklı olarak müteşebbislere yönetim desteği de veriyorlar. Ülkemizde bu tür yatırım yapan şirketlere "girişim sermayesi şirketleri yatırım ortaklığı" deniyor. Sermaye Piyasası Kanununa göre Girişim Sermayesi Yatırım Ortaklıkları, Sermaye Piyasası Kurulu'nun izniyle kuruluyor. Girişim sermayesinde başkalarının parasıyla yatırım yapılırken, melek yatırımcı sermaye veya borç olarak kendi parasını yatırıyor. Yatırım yapan ilkinde bir tüzel şahıs, diğerindeyse gerçek şahıs. Hal böyleyken, ABD’de melek yatırımcıların grup oluşturmaları mümkün. Bu arada gündelik kullanımda sık karşılaşılan terminolojik bir karmaşaya da açıklık getirelim: Ülkemizde girişim sermayesi (privateequity) ve risk sermayesi (venturecapital) diye iki ayrı finansal yapının var olduğu şeklinde yanlış bir algı var. Bunun bir nedeni de Sermaye Piyasası Kanunu ve tebliğlerinde başlangıçta "risk sermayesi" teriminin kullanılmış olması ve daha sonra risk sermayesi yerine aynı anlama gelmek üzere "girişim sermayesi" teriminin kullanılmaya başlanması. İki kavram arasındaki fark SPK’nın bilgilendirme kitapçıklarındaki haliyle şöyle: "İngilizcede "PrivateEquity" olarak adlandırılan "girişim sermayesi" kavramı ise "risk sermayesi" kavramını da kapsayacak şekilde, fikirlere ve henüz başlangıç aşamasındaki yeni kurulmuş şirketlere yapılan yatırımların yanında, satın almaları, yeniden yapılandırmaları ve büyüme stratejisi güden genellikle 3-10 yıllık şirketlere yapılan büyüme ve genişleme yatırımlarını da kapsayacak şekilde kullanılmaktadır." Özetle, amaç ve hukuki statü bakımında ülkemizde "risk sermayesi" ile "girişim sermayesi" arasında fark yok. Ancak "literatürde" melek yatırımcılığın, henüz müteşebbis adayının veya yeni müteşebbisin parlak fikriyle ilgili henüz somut bir icraata geçmediği aşamaya yönelik bir finansman modeli olduğunu; risk sermayesinin, şirketin hayat döngüsünde daha çok başlangıç aşamasına, giriş sermayesininse daha ileri aşamalarına yönelik bir finansman modeli olduğunu söyleyebiliriz. Doğal olarak yatırım tutarları da bu sıraya göre artıyor. ## **Mikro Kredi Sisteminden ve Katılım Bankalarından farkı ne?** Mikro kredi finansmanı da bundan altı yıl kadar önce çok popülerdi. Mikro kredide de müteşebbis veya müteşebbis adayı başlangıç sermayesine ihtiyaç duyar. Onun da yeterli öz kaynağı yok. Ancak, aldığı şey kredi, verense yine banka. Yani çekirdek sermaye banka kredisinden oluşuyor. Arada ortaklık yok. Katılım Bankaları tasarruf sahiplerinden topladıkları fonları, faizsiz finansman prensipleri çerçevesinde ticaret ve sanayide değerlendirerek, oluşan kâr veya zararı tasarruf sahipleriyle paylaşıyor. Ticaretin ve sanayinin ihtiyaç duyduğu, hammadde, emtia, gayrimenkul, makine ve teçhizatın temini, mal alım satımının finansmanı yoluyla sağlanıyor. Yani, yine modelde kredi veren bir banka ve kurulu bir şirket var. Arada bir ortaklık ilişkisi yok. Melek yatırımcılıktaysa esas olan,yeni kurulan bir şirkete başlangıçta veya belli bir aşamadan sonra ortak olmak. Melek yatırımcı bir banka olamaz, çünkübaşkasının parasını değil, kendi parasını yatırıyor. ## **Ülkemizde melek yatırımcılarla ilgili bir mevzuat var mı?** Ülkemizde halen melek yatırımcılarla ilgili yasal bir düzenleme yok. Ali Babacan’ın sunumunda melek yatırımcılık için "Bireysel Katılım Sermayesi" tabiri kullanılmış. Sunuma göre Bireysel Katılım Yatırımcısı (BKY), kişisel varlığını, tecrübe ve birikimini başlangıç veya gelişim aşamasındaki girişimlere aktaran kişileri; Bireysel Katılım Sermayesi (BKS) ise, BKY’lerin şirketlere aktardığı sermayeyi ifade ediyor. Henüz okumadığımız tasarıda yer alan düzenlemeyle; "finansmana erişim sıkıntısı çeken erken aşama şirketler için yeni bir finansal enstrüman oluşturulması, bu piyasada belli bir davranış kültürünün ve etik kuralların hakim kılınması ve profesyonelliğin artırılması, BKS’nin kurumsallaştırılarak girişimcilerin güven duyacağı bir finans piyasası haline getirilmesi, devlet destekleri ile BKS yatırımlarının cazip hale getirilmesi" hedefleniyor. Ayrıca BKY’lerinSPK izniyle değil, Hazine Müsteşarlığı’ndan alınacak lisansla kurulacakları anlaşılıyor.Sunumdan anlaşıldığı kadarıyla, bir girişimci ve BKS sahibi bir ortaklık kuracak. Ortaklığı kuran ve BKS sahibi iki ortak eğer sunumda anlatılan teşvik tedbirlerinden yararlanmak istiyorlarsa en az iki yıl süreyle ortaklığı sürdürecekler. BKS sahibi, ortaklık için koyduğu sermayenin yüzde 75'ini vergimatrahından indirebilecek. Eğerortaklık, Bilim ve Teknoloji Bakanlığı tarafından desteklenen bir projeyi hayata geçirmek için kurulmuşsa koyduğu sermayenin yüzde 100'ünü indirebilecek. BYS’deazami katkı 1 milyon lira olacak. Halen ABD’de melek yatırımcılarla ilgili bilgileri, belirli bir ücret karşılığında, abonelik usulüyle çalışan internet siteleri üzerinden pazarlayan organizasyonlar var. Ülkemizde de bunun bir örneği bulunuyor. Melek Yatırımcılar Derneği’nin amaçlarına şu linkten ulaşmak mümkün: Tıklayın ## **Melek yatırımcılık riskli midir?** Evet, çok risklidir. 2007 yılında ABD’de yapılan bir akademik çalışmada melek yatırımcıların %52 oranında zarar ettiklerini göstermiş. ## **İstanbul’u Finans Merkezi yapmaya yeter mi?** İstanbul zaten bir finans merkezi.Bakınız "İstanbul dünya finans merkezleri arasında kaçıncı sırada?" başlıklı yazımız. Ancak İstanbul 77 küresel finans merkezi şehir arasında 61. sırada. Kişisel kanaatimize göre görünür bir gelecekte, örneğin 2023 yılına kadar, münhasıran söz konusu sunumda anlatılan teşvik tedbirleriyle veya çok daha fazlasıyla, İstanbul’u ilk 20’ye sokmak mümkün değil. ## **TTK ertelenir mi?** BKS ile amaçlanan finans piyasalarında"belli bir davranış kültürünün ve etik kuralların hâkim kılınması ve profesyonelliğin artırılması, BKS’nin kurumsallaştırılarak girişimcilerin güven duyacağı bir finans piyasası haline getirilmesi" ise yeniTTK’nın ertelenmemesi ve KOBİ’ler öne sürülerek kuralların gevşetilmemesi gerekiyor. ## Okuyucu Yorumları
4406
yazarlar
'Cübbeli Ahmet kadın konusunda söz dinlemez!..'
null
# 'Cübbeli Ahmet kadın konusunda söz dinlemez!..' Nakşibendi tarikatının önemli kollarından biri olan İsmailağa cemaatinin geleneksel Çarşamba görüntüleri dışında medyaya son yıllardaki en önemli yansıması, Erzincan soruşturması olmuştu. Malum, CHP Denizli Milletvekili seçilmeden önce Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı olarak İsmailağa cemaatine yönelik olarak "izinsiz eğitim faaliyeti ve yardım" gibi meseleler üzerinde odaklanan bir soruşturma yürüten **İlhan Cihaner** 'in başına, makam odası ile evine baskın yapılması ve tutuklanması dahil, gelmeyen kalmamıştı. Cemaat uzunca bir süreden beri, İsmailağa'nın ciddi sağlık sorunları bulunan 81 yaşındaki lideri **Mahmut Ustaosmanoğlu** 'nun yerine geçme arzusu bilinen "**Cübbeli Ahmet Hoca** " ile gündemden düşmüyor. Aslında, İsmailağa cemaatinin önemli bir bölümünün hoşlandığı bir durum değil bu. Hatta, "Cübbeli Ahmet Hoca" olarak şöhret yapan ve "çete, fuhuş, insan ticareti" gibi iddialarla tutuklanan **Ahmet Mahmut Ünlü ** için cemaat içinde çok önceden düşülmüş suçlayıcı kayıtlar var. O kadar ki, bu kayıtlar, "Cübbeli Ahmet'in kadın konusunda söz dinlemediğine" kadar uzanıyor. Hatta, tutuklamayla sonuçlanan son operasyondan yaklaşık iki yıl önce düşülen bu kayıtlar, Ünlü'nün, daha birkaç yıl öncesinden başına geleceklerden çekinip, "montaj görüntüler ortaya çıkarsa inanmayın" diyerek "ön almaya çalıştığı" mesajlarını da içeriyor. Birazdan o kayıtları paylaşacağım. 'Loser cemaat' görüntüsü İsmailağa cemaati; medyaya yansıyan sarıklı, şalvarlı, çarşaflı görüntülerde verilmeye çalışılan izlenimin aksine kendi içine kapalı bir cemaat. İsmailağa'nın, son yıllarda yükselen İslamcı gruplar karşısında adeta bir "loser cemaat" görüntüsü vermesi, "asr-ı saadet"i arayan bu cemaatin kendi halindeliğinden de kaynaklanıyor. Özellikle Nurcu gruplarda öne çıkan devletle açıktan çatışmama geleneğine karşın İsmailağa radikal görüşlere sahip bir cemaat. "Demokrasiye, kız çocuklarının okutulmasına karşı olduklarını" kamuoyundan esirgemiyor, İslami terminolojideki ifadesiyle "takiye" yapmaya gerek görmüyorlar. Nitekim **Fethullah Gülen** cemaati ve AKP'yi "şeriatı sulandırmak"la suçluyorlar. Bazı cemaat temsilcilerinin, "İsmailağa'nın merkeze çekilerek Gülen cemaati içinde eritilmeye çalışıldığı" yolunda açıklamaları var. Bu açıklamalar, "Gülen cemaati ve AKP'nin ılımlı İslam'ın birer projesi oldukları" iddiasını da kapsıyor. Cemaati merkeze çekmeye çalışan kişi olarak da, Başbakan **Tayyip Erdoğan** 'ın adını telaffuz ediyorlar. Cemaatin son yıllardaki önemli gündemi, Mahmut Ustaosmanoğlu'ndan sonra kimin başa geçeceği ve bu bağlamda "Cübbeli Ahmet Hoca"nın icraatı. Birazdan hatırlatacağım açıklamalar, "Cübbeli Ahmet Hoca"nın gerek serveti, gerekse kadınlarla ilişkilerinin, cemaatin içinde uzun bir süreden beri tartışıldığını gösteriyor. "İnsan ticareti ve taciz" boyutunda bir seyri yoksa Cübbeli Ahmet Hoca'nın insanlarla ilişkilerini kendi özel hayatı kapsamında gördüğümüzün altını çizelim. **Cemaati Cübbeli Ahmet'i gerçekten savunuyor mu?** " Cübbeli Ahmet Hoca'nın zekât paralarını yediği" suçlamasına kadar uzanan cemaat içindeki bu tartışmayı, üzerinde komplo teorileri de yürütülen güncel gelişmelerin daha sağlıklı değerlendirilebilmesi için aşağıda aktarıyorum. Yıllardır süren bu tartışma, İsmailağa cemaatinin son operasyon karşısında bir bütün olarak Cübbeli Ahmet Hoca'yı savunduğu izlenimi vermeye çalışanların gerçeği saptırmaya çalıştıklarını ortaya koyması açısından da önem taşıyor. Bu bağlamda, T24'ün son gelişmeleri değerlendirmek üzere görüşlerini almak istediği bazı cemaat temsilcilerinin "sessiz kalmayı daha doğru bulduklarını" ilettiklerini not edelim. Alıntı yaptığım söyleşiyi, İsmailağa cemaatinin lideri Mahmut Ustaosmanoğlu'nun yeğeni **Saadettin Ustaosmanoğlu** ile T24'ün kurucu editörlerinden **Selin Ongun** yapmıştı. İlk ve ortaokul sonrası medrese eğitimi alan Saadettin Ustaosmanoğlu, cemaatin entelektüellerinden biri olarak biliniyor. Ustaosmanoğlu, 1999-2005 yılları arasında İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi (İBDA-C) davasından Metris, Kartal ve Bolu F Tipi cezaevlerinde yattı. Cezaevine girmeden önce Furkan dergisini çıkaran Saadettin Ustaosmanoğlu daha sonra Yeni Furkan dergisinin Genel Yayın Yönetmenliği'ni üstlendi. 21 Şubat 2010'da **T24** 'te yayımlanmaya başlanan Saadettin Ustaosmanoğlu'nun "Cübbeli Ahmet Hoca"ya ilişkin açıklamaları aşağıda. Bakın Ustaosmanoğlu, daha o zaman "Akıbeti iyi görünmüyor, zamanla mevzuların detayına girilebilir" sözleriyle durumuna işaret ettiği "Cübbeli Ahmet" için neler söylüyor: **'Zekât paralarını yemekle suçlandı'** - Elinizde Cübbeli Ahmet Hoca ile ilgili istihbarat olduğunu söylemiştiniz. Açıklamadınız; bildiğiniz nedir? - Elinizde Cübbeli Ahmet Hoca ile ilgili istihbarat olduğunu söylemiştiniz. Açıklamadınız; bildiğiniz nedir? Sitemizde yazdık. Emr-i Bil –ma’ruf grubundan hatırı sayılır bir büyüğümüz, ismini anlaşılır nedenlerle açıklamadık, Efendi Hazretleri’nin (Mahmut Ustaosmanoğlu) yanında Cübbeli’ye "Zekât paralarını yiyorsun bunu yapma" diyor. - Cübbeli’nin cemaatin yardım paralarını kişisel amaçlarla kullandığına dair kanıtınız var mı? - Cübbeli’nin cemaatin yardım paralarını kişisel amaçlarla kullandığına dair kanıtınız var mı? Cemaatin parasını kullanamaz, zira para vakfın parasıdır ve devlet kontrolündedir; nasıl kullansın. Biz burada Cübbeli’nin şahsi zaaflarına parmak basıyoruz. 'Fakirim diyor, 500 bin dolara daire alıyor' Sizce Cübbeli zekât paralarını yedi mi? 'Fakirim diyor, 500 bin dolara daire alıyor' Sizce Cübbeli zekât paralarını yedi mi? Zekât paralarını yediğini hocasının yanında söyleyen kişiden bahsediyorum. Yaşlı bir kimsenin belirli bir garazı yokken biri hakkında böyle şeyler söylemesi kimin dikkatini çekmez. Mümkün olsa da sizi bu kişiyle tanıştırabilsem. Kaldı ki Cübbeli’nin zaaflarıyla ilgili mevzular çokça bilinen şeyler kabilindedir. - Servetinin kaynağı nedir? - Servetinin kaynağı nedir? Servetinin kaynağını bilemem. Kendisinin fakir olduğunu söylüyor. Ama 500 bin dolara daire aldığı da kendi ifadesi. Demek ki fakirlik de izafi; nereden baktığınıza bağlı. Tabii bunlar işin teferruat boyutu, mesele fikrin ahlakıyla alakalı. Kainâtın Efendisi buyuruyor: "Kişinin namazına orucuna bakmayın, dinar ve dirhemle yaptığı alışverişle bakın." Yani, maddeye hangi zaviyeden bakıyor, bu önemli. Cübbeli’nin yakınlarında bulunanlardan birinin sözü, meselenin özü: "Hacca gittiğimde dua ettim; Ya Rabbi Cübbeli Hoca’mın kalbinden para sevgisini al. Geldim gördüm ki duam kabul olmamış." **'Zamanla mevzuların detayına girilebilir...'** - Bu iddialar doğru ise cemaat lideri ne yapar; Cübbeli, Mahmut Ustaosmanoğlu’nu takmıyor o halde? - Bu iddialar doğru ise cemaat lideri ne yapar; Cübbeli, Mahmut Ustaosmanoğlu’nu takmıyor o halde? Tasavvufi cemaatlerde "Benim gücüm var, ben her şeyi yaparım" diye bir şey yoktur. Bir maslahat vardır; şeyh, mürşid-i kamil, sizi kalbinden düşürdüğü an bittiniz. Burası ne şirket, ne de siyasi parti. Burada, "Yanlış yaptın seni işten atıyoruz, işini iyi yaptın prim veriyoruz" mantığı yoktur. Misal vereyim; önceden Cübbeli Ahmet Hoca’dan daha kuvvetli biri vardı, nefsine uydu, biraz ileri gitti. Cemaatten birileri Efendi Hazretleri’ne bu kişinin usulsüzlüklerini şikâyet ettiğinde, Efendi Hazretleri şikâyet edileni yanına çağırıp, "Omzuma masaj yap" dedi. Haliyle şikâyetçiler manzara karşısında şaşkınlığa uğradılar. Ardından bir ay içinde Efendi Hazretleri kibâr-ı kelamla kendisini kovdu. Cübbeli bunları iyi bilir, dikkat etmeli. Efendi Hazretleri’nin maslahat icabı yapıp ettikleri vardır, kimse yanlış anlamamalı. Mümin ferasetiyle bakamayanlar yanar. İsterse âlim olsun. Cübbelli’nin de bu manada akıbeti iyi görünmüyor. Zamanla mevzuların detayına girilebilir. **'Tedirgindi, 'montaj görüntülere inanmayın' diyordu'** - Mahmut Ustaosmanoğlu’nun geri çekilmesinden sonra cemaatte Cübbeli Ahmet Hoca kadar sivrilen biri oldu mu? - Mahmut Ustaosmanoğlu’nun geri çekilmesinden sonra cemaatte Cübbeli Ahmet Hoca kadar sivrilen biri oldu mu? Hayır. Ama unutmayın, ciddiyetiyle kendini ispat eden cemaatimizin iki önemli ismi şehit edildi. Teşbihte hata olmaz; Cübbeli de ciddiyetiyle ortada olan biri olsaydı onu da tepelerlerdi. Onun yalpalayan gidişatını fark edenler hadiseye müdahil olup onu kurtlar vadisine çektiler. Halbuki Cübbeli Ahmet de kendi içinde güzel hizmetler yapıyordu, orada kalmalıydı. Kurtlar vadisinde ne işin var? - "Cübbeli hakkında istihbaratımız var" açıklamanızın tek dayanağı Emr-i Bil ma’ruf grubundan bir kişinin "Cü - "Cübbeli hakkında istihbaratımız var" açıklamanızın tek dayanağı Emr-i Bil ma’ruf grubundan bir kişinin "Cü **bb** **eli zek** **â** ** t paralarını yiyor" iddiası mı?** Hayır. Ama şöyle de bakmak birçok şeyin ipucu manasına gelir; bir kişi, koca bir cemaati maskaralaştırıyorsa, Allah Resulü’ne "korkak, sahtekâr" diyen biri karşısında yılışıyorsa, bu suç bizdeki bilgilerin yanında hafif kalır. Bizdeki bilginin kaynağı da zannediyorum Cübbeli ile oynuyor. Bu sebeple olsa gerek, vaazlarında, "Hakkımda çıkacak montaj görüntülere inanana hakkımı helâl etmem" diyor. Kendinden emin olmama tavrı. Bu konudaki tedirginliğini daha farklı zaviyelerden de gördük. - Nedir o zaviyeler? - Nedir o zaviyeler? Konuşmadığımız şeyleri konuşmaya başladık; neden? Bekledik. Fakat artık durum kangrenleşti, toparlanamaz hale geldi. Bundan böyle konuşuyoruz; konuşacağız. Mesele sadece Cübbeli olmamalı. Cübbeli burada sadece bir atlama taşı olabilir. Asıl konu, Cübbeli gibilerin üzerinden kotarılmaya çalışan meselelerdir. Gizli, açık. Mesela hiç gereği yokken Cübbeli bizi Genelkurmay’a niçin ispiyonlar? Onun gözünde biz münafık veya kâfir miyiz? Cübbeli şunu cevaplasın; cemaate mensup Büyük Doğu İbda fikriyatına mensup müslümanlar için, "Genelkurmay onların tasfiyesi için bizi kullansın" diye haber gönderdi mi, göndermedi mi? Kendi düşüncesinde olmayanlarla bile kardeş olabilen Cübbeli neden iki senedir kendisine soracağımız bir soru için telefonlarımıza cevap vermez? Kibir mi, suçluluk duygusu mu? **‘Genelkurmay beni kullansın demiş’** - Kim ile ne haberi göndermiş; somutlaştırır mısınız? - Kim ile ne haberi göndermiş; somutlaştırır mısınız? Cübbeli’nin bu söylediği kişilerin isimleri, zamanı hepsi bizim elimizde. Kendisinin sohbetine gelen asker kişilere… (İddiasını somutlaştırması için ısrar ediyoruz; Ustaosmanoğlu "Ordudan emekli kişiler" demekle yetiniyor) Benim ideolojik görüşüm bellidir; ama ben hayatımda illegalitenin i’sini bilmem. Benim suçum, 28 Şubat’ta herkes kaçarken İsmailağa’yı savunmak için televizyona çıkmaktı. Ve bunun cezasını çektim. Evet ben İBDA fikriyatına mensubum. Bakın, terörden bahsetmiyorum. O ayrı bir tartışma. Ama sen İBDA fikriyatını okumadan, anlamadan neyi nereden tasfiye ettiriyorsun? - Cübbeli’nin İBDA ile bağlantısı var mı? - Cübbeli’nin İBDA ile bağlantısı var mı? İBDA ile bağlantısı olması için **Salih Mirzabeyoğlu** ’nun her biri şaheser olan kitaplarını okumuş olması gerekir. İnsan bilmediği şeyin düşmanıdır. Cübbeli de bilmediği bir şey için şikâyet teşebbüsünde bulunmuş ki, bu onun ilim adamlığı sıfatına yakışmıyor. Bir konu da şu; bilmediğiniz için bir şeye düşman olabilirsiniz. Ama o konuda dik duramazsanız haysiyetiniz zedelenir. Bu minvalde bir misal vereyim; biz Metris cezaevindeyiz, bir telefon geldi Almanya’dan. Arayan, "Cübbeli burada İBDA hakkında ileri geri konuşuyor" diyor. Cemaatten bir hocayı arayıp; "Biz burada can pazarında yaşıyoruz, operasyon sonucu 1 ölü 20 ağır yaralıyla ayrıldık Metris’ten, o Almanya’da keyfe keder konuşuyor, söyleyin ahlaksızlık yapmasın" dedim. Cübbeli döndüğünde cezaevine süt ve yoğurt göndermeye başladı. Madem aleyhimize konuşuyorsun, o zaman bu yoğurt, süt ne? Bir başka hadise; Bandırma Cezaevi. Kendisi de orada yatarken bir gün koridorda bir arkadaşımızı, "Bak bu arkadaş İBDA’cıdır" diye tanıştırıyorlar. Tabii hemen şempanze tavırları içinde ellerini sıvazlayarak, "İBDA’cılar bizim Ehl-i Sünnet kardeşlerimizdir" diyor. İnsanda biraz haysiyet, feraset, dik durma ameliyesi gerçekleşmiş olsa bu duruma düşer mi? Bir yandan "Genelkurmay’a, bunları beni kullanarak tepeleyin" mesajı, diğer yandan süt yoğurt gönderme ameliyesi. Dava adamlığı başka bir şeydir, herkes bunu hiç değilse asgari derece öğrenmeli. Aksi, kurtlar vadisinde parçalanmaktır. Veya medya maymununa döndürülmek. - Cübbeli Ahmet ile Mahmut Ustaosmanoğlu arasında akrabalık ilişkisi var mı? - Cübbeli Ahmet ile Mahmut Ustaosmanoğlu arasında akrabalık ilişkisi var mı? Yok, şeyh-mürid ilişkisi var. Tasavvufi tarikatlarda akrabalık ilişkisi de önemli değildir. **'Demirel de geldi, Türkeş de, Ecevit de, Baykal da...'** - Dış dünyaya ihtiyatlı yaklaşan, Nakşiliği son derece disiplinli uygulayan İsmailağa cemaati son dönemde oldukça medyatik. Bu durum Cübbeli Ahmet Hoca’nın bireysel inisiyatifi mi; neden böyle bir açılıma ihtiyaç duyuldu? - Dış dünyaya ihtiyatlı yaklaşan, Nakşiliği son derece disiplinli uygulayan İsmailağa cemaati son dönemde oldukça medyatik. Bu durum Cübbeli Ahmet Hoca’nın bireysel inisiyatifi mi; neden böyle bir açılıma ihtiyaç duyuldu? Burada mevzu nerede başladı; buna kimse bakmıyor. Tarikatın başındaki Efendi Hazretleri Mahmut Ustaosmanoğlu, hakikaten mürşid-i kamil olduğu için bugüne kadar bu cemaati hiçbir yere bulaştırmaksızın getirmeyi başarmıştı. Bugün ne oldu; Mesele Efendi Hazretleri’nin hastalığı nedeniyle geri çekilmesi, akraba-i taallukat içindeki birtakım hususi işlerin dışarıdan kurcalanması, o kurcalanan işlere siyasi partilerin maydanoz olmasıdır. - Daha açık konuşur musunuz? - Daha açık konuşur musunuz? Aileleri ile birlikte 5 milyon ile 10 milyon arasına tekabül eden bir cemaatten söz ediyoruz. Dolayısıyla siyasi partiler cemaatimize her zaman talip olur. Bugüne kadar Efendi Hazretleri’ne bütün parti liderleri gelmiştir. Demirel gelmiştir, Türkeş gelmiştir, Muhsin Yazıcıoğlu gelmiştir, Ecevit gelmiştir, Baykal gelmiştir, Başbakan da gelmiştir. Fakat bu talip olma cemaatte böyle bir savrulmayı hiç gerektirmedi. - Nasıl bir savrulma? - Nasıl bir savrulma? Şöyle ifade edeyim; normalde cemaat taban itibariyle Saadet’e yakındır. Fakat AK Parti’den sonra mevzunun şekli değişti. Çoğunluk AK Parti’ye oy verdi. Ama burada bizim eleştirdiğimiz konu, cemaati temsil makamında olduğu intibaı ile Cübbeli’nin "Bu cemaat Saadet’lidir" tenezzülünde bulunması. Hülasa "İsmailağa açılım yaptı" diye bir şey yok. Cübbeli’nin şahsında açılıma sürüklenmek istenen bir cemaat var. - Cübbeli Ahmet, tabanın Saadet’e yönelmesi için kaldıraç olabilir mi? - Cübbeli Ahmet, tabanın Saadet’e yönelmesi için kaldıraç olabilir mi? Hayır, olamaz. Olsaydı AK Parti buradan bu kadar oy almazdı. **'Cübbeli Gülen'i övmüştür, bir över, bir söver...'** - (O günlerde) Ş - (O günlerde) Ş **öyle bir denklem kuruldu; "Cübbeli, Fettullah Gülen’e karşı. Mahmut Hocacılar ve Cübbeli arasındaki kavganın bir nedeni de bu?"** Komik. Cübbeli vaazlarında Fethullah Gülen’i övmüştür. Bir över, bir söver, sonra da çıkıp Moral FM’de özür diler. Said-i Nursi Hazretleri’ni ayrı tutarak bazı şeyleri konuşmak lazım, yoksa işler karışıyor, zira Said-i Nursi’ye bağlı birçok cemaat var. Cübbeli Ahmet hadisesi ise ayrı bir psikolojik vakıa. Ağzına geleni söyler, sonra çıkar özür diler, ama aynı mevzuu hakkında yine rucû etmeyeceğine dair kimse garanti veremez. Muhakemesi ve mantalitesi zayıftır ve bir diyalektik sahibi değildir. Bunca savrulmanın sebebi bu. Nakşibendi büyüklerinden Esseyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri’nin şu sözü birçok düğümleri çözücüdür: " İlim insanın cehaletini giderir ahmaklığını gidermez." Anlaşılıyor herhalde? - Aynı şey değil tabii ama şöyle bir benzetmeye hak verir misiniz; "CHP’nin tutumundan memnun olmayan, ama kerhen destek verenler gibi İsmailağa cemaati de, hiç değilse bizdenler, deyip AKP’ye oy veriyor?" - Aynı şey değil tabii ama şöyle bir benzetmeye hak verir misiniz; "CHP’nin tutumundan memnun olmayan, ama kerhen destek verenler gibi İsmailağa cemaati de, hiç değilse bizdenler, deyip AKP’ye oy veriyor?" İlk bakışta böyle değildi, ama şimdilerde böyle bir durum oluşmaya başladı. - Neden? - Neden? Yine Cübbeli’den örnek vereceğim, ama mevzuu tam da bu. O istediği kadar televizyona çıkıp "Kızlarımızı da okuturuz" desin, riyakârlık yapmadan konuşalım; bizim insanımız, "Benim bu rejime emanet edecek kızım yok" diyor. Şimdi bu sekiz yıllık eğitim hadisesinde çocuklarını okula göndermedikleri için birileri geldiğinde ödleri kopuyor. Bir de ikna etmek için türbanlı hanımları gönderiyorlar. Ama insanımız korkuyor ve korktukça nefret duyguları kabarmaya başladı. Bunu Başbakan bilsin. "Ben Kur’an ve sünnete göre ilim isterim" diyor insanımız, ama AK Parti burada rejime alet oluyor. - Siz demokrasiye karşı mısınız? - Siz demokrasiye karşı mısınız? Tabii ki karşıyız. - Gülen cemaatine ve AKP’ye de size göre şeriat istemedikleri için mi karşısınız? - Gülen cemaatine ve AKP’ye de size göre şeriat istemedikleri için mi karşısınız? Şeriatı sulandırdıkları için karşıyız. Şeriat istiyorlar tabii ki. Tabanı tamamen samimidir. Şeriat istiyorlar, fakat onları dejenere etmek için hazırlanan tezgâha düşüyorlar. Yoksa bir müslüman kendi yaratıcısının nizamına nasıl karşı olabilir? **'Gülen cemaatine acıma duygusuyla bakıyorum'** - Gülen cemaatini kıskanıyor musunuz siz? - Gülen cemaatini kıskanıyor musunuz siz? Ne münasebet! Küçümseme manasında değil ama onlara biraz acıma duygusuyla baktığımı söyleyebilirim; üst düzeydekilere. Ilımlı İslam’ın mimarlarıdırlar. Bu açılım, mesela AKP’de şöyle bir şeye sebep oldu. Masanın öbür tarafına geçip oturanlar önce sekreterleriyle evlendiler. Adam parayı buldu, ne yapacağını bilmiyor. Çünkü fikri altyapısı yok, bu kez ne oldu; sonradan görme İslam sosyetesi. - Hangisini daha yakın bulmanız olası; liberalleri mi; ulusalcıları mı? - Hangisini daha yakın bulmanız olası; liberalleri mi; ulusalcıları mı? İki taraftan da benimsediğimiz insanlar var. İlk aklıma gelenler Rasim Ozan Kütahyalı, öbür taraftan Serdar Akinan. Ama bizim taifeden Mehmet Metiner’i izlerken hicap duyuyorum. **'Cübbeli, kadın konusunda da söz dinlemeyen biri’** - Örtülü yazarlar? - Örtülü yazarlar? Her toplulukta olduğu gibi burada da kısmi şeyler yaşanır. Ama takvaya meyilli yaşama gayreti, diğer topluluklara göre hata payını küçültür. Şayet bir toplulukta, bir cemaatte, bir partide, bir teşkilatta yozlaşma varsa dikkatler orada o ülkenin rejimine teksif edilmeli. Yoksa hadiselerin anlatımından horoz dövüşü görüntüsü çıkar. Kadın konusunda da Cübbeli söz dinlemeyen biri olarak bilinir. Kendi ifadesiyle söyleyelim; "Efendi Hazretleri bana dedi ki, vaaz etme talebe okut. Dinlemedim, başıma şu iş geldi; ikinci evliliğini yapma, dedi, dinlemedim başıma şu iş geldi; külliye yapma dedi, dinlemedim hapse düştüm." Buna rağmen Efendi hazretlerinden emir alıp her şeyi yapıyormuş gibi davranması iki yüzlülük değil mi? Böyle bir kişinin kadın konusundaki düşüncelerini de tahmin edebilirsiniz. Kadın ve Cübbeli; altı çizilmeli. - Mahmut Ustaosmanoğlu’ndan sonra cemaatin başına kim geçecek? - Mahmut Ustaosmanoğlu’ndan sonra cemaatin başına kim geçecek? Efendi hazretleri ruhani bir işaretle manevi bir miras bırakıp, bir kişiyi işaret etmez "Benim vekilim şudur" demezse, biri çıkar "Benim" der, öbürü "Hayır benim" diyebilir, ama kervan yürür. Mana iklimlerinden esen rüzgârların kokusunu alabilmektir mesele. Gerisi teferruata girer. - Var mı işaret ettiği biri? - Var mı işaret ettiği biri? İsmini açıklayamayacağım bir büyüğümüz vardı, ama o kişinin "Yapamam, yaşlıyım" dediği söyleniyor. Gerçekten böyle bir şey olup olmadığını da bilmiyoruz. Ya Cübbeli için söylenenler? Ya Cübbeli için söylenenler? Efendi hazretlerinin vekâlet bakımından Cübbeli’yi göstermediği çok net. Hiç kimsenin de böyle bir iddiası yok. Kendisi de iddia etmiyor zaten. "Ben Efendi hazretlerinin emriyle şunu şunu yaptım"ın dışında bir iddiası yok. Siz neden cübbe ve sarık giymiyorsunuz? Siz neden cübbe ve sarık giymiyorsunuz? Hiç giymedim. İnşallah bundan sonra giyerim. Burada şunu da not etmek isterim. Bazı kişiler benim Cübbeli’ye rakip olmaya çalıştığımı, bu sebeple ona saldırdığımı falan zannediyorlar, böyle bir şeye tevessül küçüklük olur, bana bir şey kazandırmaz. Ama cübbe sarık sorunuz vesilesiyle bildireyim; böyle bir niyet aklımın ucundan geçseydi, cübbe sarık giyerek bu işe soyunurdum, zira bizim cemaatimizde bu mesele, cübbe sarık, prim yapar. Ben de böyle bir fırsatı değerlendirmeyecek kadar enayi biri değilim. Yapmadığıma göre? Demek dert başka. Biz kimsenin şahsına da düşmanlık beslemeyiz, ahlakımız buna müsaade etmez. Ancak gördüğümüz kötü amellere düşman oluruz ki, bu da o amelin sahibi için bir kazançtır. Özellikle Cübbeli’nin Teke Tek programında kâinatın efendisine ve sahibine yapılan hakaretlere ses çıkarmaması bizleri çileden çıkardı. Yoksa Cübbeli’nin faaliyetlerine nasıl karşı çıkarız? Allah rızası için yaptığı her işte de arkasında dururuz. Yeter ki bu kadar savrulmasın. Derdimiz anlaşılıyor herhalde. USTAOSMANOĞLU SÖYLEŞİSİNİN TAM METNİ USTAOSMANOĞLU SÖYLEŞİSİNİN TAM METNİ ## Okuyucu Yorumları
2737
yazarlar
Deprem öncesi yapılması gerekenler
null
# Deprem öncesi yapılması gerekenler Son olarak merkez üssü Saroz Körfezi olan 5.5 şiddetinde yaşanan depremle birlikte geçtiğmiz aylarda Türkiye'de ‘hissedilen’ deprem sayısında artış oldu. T24 okurlarının depremlere karşı kendilerini koruyabilmeleri için bir deprem kılavuzu hazırladık. 5 ana başlık altında ele alınan bu rehberde, deprem esnasında ve sonrasında tehlikelerden korunabilmek için uygulamanız gerekenler anlatılıyor. 1- Deprem öncesi yapılması gerekenler Hedefinizi belirleyin • Risk Analizi çalışması yapın. Bu çalışma sonucunda herhangi bir afete karşılık önlemler, hazırlık, müdahale ve İyileştirme çalışmalarının her biri için ayrı planlar yapın. • Bulunduğunuz yerde sizin ve birlikte olduğunuz diğer insanların alacakları bireysel önlemleri belirleyin. • Binanızın depreme dayanıp dayanamayacağını kontrol ettirin. • Alt yapı hasarlarını önlemek için çalışmalar yapın. Doğal gaz, su, elektrik, kanalizasyon vb. alt yapı tesisatlarını belli periyotlarla kontrol edin. Arızalı olanları tamir ettirin. Depremin tetikleyebileceği sel, heyelan ve yangın gibi tehlikelere karşı önlem alın. Bir eylem planı yapın ve uygulayın • Deprem sırasında nasıl davranacağınızın planını yapın • Yapmış olduğunuz planı çeşitli aralıklarla uygulayarak pekişmesini sağlayın. Böylece deprem sırasında ve sonrasında nasıl hareket edeceğiniz alışkanlık haline gelmiş olur. • Evinizin, işyerinizin ve okulunuzun tahliye planları için farklı senaryolar uygulayın. • Deprem sonrası evden çıkacaksanız nasıl çıkacağınızı, nereden çıkacağınızı ve dışarı çıktığınızda nerede toplanacağınızı önceden belirleyin Yapısal olmayan zararları önleyin • Panik olmayın. Panik yüzünden insanlar pencerelerden atlamakta, sağa sola koşturmaktadırlar. Kendilerine zarar vermektedirler. • Evinizde, işyerinizde ve okulunuzda jeneratör varsa, bunların otomatik olarak devreye girmesini önleyin • Bulunduğunuz mekanda üzerinize düştüğü zaman tehlike yaratabilecek gardrop, vitrin, kitaplık, portmanto gibi ağır eşyaları monte ettirin. Tavanlarda büyük avizeler varsa bunları daha sade şeylerle değiştirin. Vitrinlerde bulunan tehlike yaratabilecek cam eşyaları alt gözlere alın. Mutfak dolaplarının üst gözlerinde bulunan, çelik tencere, cam kavanoz gibi tehlike yaratabilecek cisimleri mutfak tezgahlarının altına yerleştirin. • Elektrik ve doğal gaz sistemlerinin p3+eriyodik kontrollerini yaptırın. • Binanızda hasar varsa, uzmanlara kontrol ettirerek, zarar gören yerleri onarın. • Bulunduğunuz yerde bina giriş kapılarının dışarı açılmasını sağlayın. Çünkü içeri doğru açılan kapılar panik sırasında sıkışmalara neden olmaktadır. • Tüp gazla çalışan banyo şofbenlerini kullanmadığınız zamanlar kapalı tutun. • Evinize yangın tüpü bulundurun. Yangınların büyük bir çoğunluğu ilk müdahalenin zamanında yapılmaması yüzünden büyümektedir. İlk yardım eğitimini alın • Ailenizin ve yakın çevrenizin en azından temel yaşam desteği verebilecek ilk yardım eğitimi almasını sağlayın. DEPREM ÇANTASI NASIL OLMALI? • Abartılı bir depreme çantası bulundurmayın. Deprem sonrası dışarı çıktığınızda hayatınızı idame ettirecek şekilde bir çanta planlayın. Çok ağır bir çantanın deprem sonrasında dışarı çıkışı zorlaştıracağınız unutmayın. Deprem çantasının sırt çantası olmasına özen gösterin. Dışarı çıkarken kullanacağımız fener ise alın feneri olsun. Böylece dışarı çıkarken iki elimiz de boşta kalacak ve daha rahat hareket edebileceksiniz. PANİK YAPMAYIN **(Sağlam ve sağlam olmayan planlar için farklı planlar yapın) ** • Binamızın durumu ne olursa olsun panik yapılmamalıdır. Deprem sırasında paniğe kapılmazsak hem kendimizin hem de yanımızda bulunanların yaşamlarını kurtarabilmek için daha sağlıklı kararlar verebiliriz. Bina sağlam değilse • İlk sarsıntının hissedildiği anda zemin katta olanlar, daha önce yapmış oldukları uygun olarak en kısa sürede dışarı çıkmalıdırlar. Diğer katta bulunanlar ise Eylem Planına göre daha önce evlerinin içinde belirlemiş oldukları korunma bölgelerine saklanacaklar. Bu korunma bölgeleri nereleri olmalıdır ? Bu bölgeler ağırlık merkezi düşük, geniş hacimli ve dayanıklı cicimlerin yanlarıdır. Bu cisimler ezilip büzülmekte ama kesinlikle yok olmamaktadırlar. • Yatak Odaları: Yatakların her iki yanına yatın. Kesinlikle yatağın altına saklanmayın üstünde kalmayın • Banyolar: Döküm küvetlerin ve çamaşır makinelerinin yanı. Küvetin içine girmeyin • Salonlarda: Çek yatların, varsa para kasalarının, içi kitap dolu sandıkların, eski masif çeyiz sandıklarının yanına yatılmalı. • Mutfaklar : Gölcük ve Düzce depremlerinde canlı çıkarılan insanların büyük bir çoğunluğu mutfaklardan çıkarılmıştır. Bunun nedeni. Buzdolabı, bulaşık makinesi ve fırından oluşan üçlü setin, mutfakları tamamen yok olmaktan kurtararak boşluklar meydana getirmesidir. Bu üç nesneden Buzdolabı biraz tehlikelidir. Nedeni de yüksek olmasında dolayı salınım yaparak düşmezi ve dibine saklananları ezmesidir. Duvara iki veya üç çivi çakılarak arkasındaki metal çerçevelerden iki metal telle sabitlenmesi halinde buzdolabı, mutfağın en koruyucu malzemesi haline gelmektedir. Bina sağlamsa ."Masaların altına girin" önerisinin temelinde binaların çok sağlam olması yatmaktadır. Masanın altına girerek sadece yukarıdan düşen cisimlerden korunabiliriz. Bina yıkılacak olursa masalar da bina ile birlikte yerle bir olmaktadır. Aynı şekilde kapı pervazları, kolon ve kirişler de can kurtarma yerine tam tersine insanların yaşamlarına mal olmaktadırlar. Marmara ve Düzce depremlerinde yüzlerce insan, bilinçli olarak bu tür yerlerde saklanmış ve tümü yaşamını kaybetmişti. Kolon ve kirişleri ise kurtarma çalışmaları sırasında bir çok insanın çıkarılmasını zorlaştırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Ayrıca bina yıkıldığı zaman üzerimize ilk düşecek cisimler de bunlardır. Deprem sırasında sarsıntı nedeniyle pencerelerden düşerek hayatınız kaybedebilirsiniz. Binanız yıkılmasa bile merdivenler zarar görebilir. Panik halinde dışarı çıkmaya çalışırken yıkılmış veya kısmen zarar görmüş merdivenlerden düşerek zarar görebilirsiniz. Bina dışındaki davranış tarzınız • Üzerimize düşebilecek cisimlerden (Elektrik telleri ve direkleri, pencereler, binalar, köprüler) uzak durmalıyız • Araba içindeyseniz, arabayı hemen güvenli bir yere çekin ve arabayı hemen terk edin. Meydana gelecek bir çökme arabayı hareket ettirebilir. • Araba bir köprü altında veya otoparkta iken depreme yakalanırsanız, hemen arabadan inerek arabanın yanına yatın. Arabanın içinde kalmayın. Arabanın metal aksanı yüzünden araba da ezilmekte ama yok olmamakta yani yanları yaşam boşluğu oluşturmaktadır. • Büyük marketlerde deprem sırasında ve sonrasında hemen çıkışa yönelmeyin. Durum kontrolü yaparak sakin bir şekilde kalabalıktan uzaklaşın. 3- Yıkılma riski olan binaların içindeki korunma bölgeleri Yaşam boşluğu: Geniş hacimli, ağırlık merkezi düşük, dayanıklı cisimler enkaz haline gelen binalarda, üzerlerine düşen kolun, kiriş veya tavan tarafından tamamen yok edilememektedir. Çamaşır makinesi, büro tipi buzdolabı, bulaşık makinesi vb. cisimler, çöken duvar, kiriş ve kolonların yönünü değiştirerek insanların nefes alarak yaşayabilecekleri boşluklar oluşturabilirler. İşte bu boşluklara Yaşam Boşluğu adını veriyoruz. Yaşam boşluklarında Kalabilmek için olabildiğince küçülerek yatmamız gerekir. Buradaki ana kural : YAT, TUTUN, KORUN olmalıdır. Yatak odası **Yatak Yanları :**Yatak odalarında deprem sırasında yatağın her iki yanına yatmak iyi bir korunma sağlayabilir. Enkaz altına gelen bir binada yatağın üst ve altı tamamen tahrip olurken yatak kenarlarında bir insanın korunacağı kadar yaşam boşluğu kalmaktadır. Yatakların yanlarına cenin pozisyonu alarak yatmak yatak odasında yapılacak en akılcı harekettir. Yurtlarda Ranza Yanları: Yurtlarda koruncak tek yer ranzaların yanlarıdır. İki katlı demir çerçeveli ranzalar da çökme sırasında tam yok olmamakta, kenarlarında yaşam boşlukları meydana gelmektedir. Banyolar **Döküm Küvetler :**Banyolarda bulunan döküm küvetlerin yanlarında önemli yaşam boşlukları oluşmaktadır. Deprem sırasında eğer banyodaysak bu tür küvetlerin yanına Cenin pozisyonunda yatmak yapılacak en sağlıklı harekettir. **Çamaşır Makineleri**: Üzerine düşen ağır cisimlerin baskısı altında ezilen, büzülen ama kesinlikle yok olmayan çamaşır makinelerinin dibine, cenin pozisyonu alınarak yatılmalıdır. Salonlar **Çekyat kenarları :**İçi eşya veya kitap dolu olan çekyatlar iyi bir korunma alanı yaratmaktadırlar. Üzerlerine düşen ağır cisimlere karşı esneyerek direnen çekyatların kenarlarında da önemli yaşam boşlukları oluşmaktadır. **Para Kasaları :**İşyerlerinin çoğunda ve bazı evlerde de bulunan çelik para kasaları önemli bir korunma alanıdır. Bu tür cisimlerin kenarlarında da kurtarma çalışmaları sırasında önemli yaşam boşlukları tespit edilmiştir. **Çeyiz Sandıkları**: İçi dolu olan eski çeyiz sandıkları da, düşen tavanları tutarak önemli yaşam boşlukları oluşmasına neden olmuşlardır. Mutfaklar 17 Ağustos ve 12 Kasım Kurtarma çalışmaları sırasında en fazla canlı, mutfaklardan çıkarılmıştır. Bulaşık Makineleri : Aynı çamaşır makinesi gibi bulaşık makinesi de direnmekte ve yanında önemli yaşam boşluklarının oluşmasına neden olmaktadır **Tek başına fazla koruyucu özelliği olmamakla birlikte, mutfak tezgahı içinde bulunan bulaşık makinesi ve buzdolabı ile birlikte çok büyük yaşam boşluklarını oluşmasına neden olmaktadır.** Fırınlar : Fırınlar : **Buzdolapları :**Salınımın artması nedeniyle devrilme tehlikesi olsa bile, iyi monte edildiği taktirde tek başına mutfağın önemli bir bölümünü ayakta tutacak özelliği sahiptir. 4- Deprem sonrası eylem planı Panik yok , Deprem sırasında olduğu gibi deprem sonrasında da bulunduğumuz mekanı terk ederken olabildiğince hızlı ama sakin hareket etmeliyiz. Panik yapmaya başladığınız andan itibaren artık hata yapmaya başlar ve yaşamımızı tehlikeye atarsınız. **Ateş yakmayın :**Deprem sonrasında kibrit, çakmak gibi patlamalara neden olabilecek nesneleri kullanmayın. Işık kaynağı olarak sadece fener kullanın. **Kontrol edin:**Dışarı çıkarken komşularınızı da kontrol edin. Bina yıkılmamış olsa bile her hangi birinin üzerine düşecek ağır bir cisim onun yaralanmasına neden olabilir. **Haber alın :**Radyo dinleyerek, yetkililerden deprem hakkında sağlıklı bilgiler almaya çalışın. **Artçı şoklara dikkat edin:**Ana şoktan sonra gelecek olan artçı şoklar hasar görmüş binaları yıkabilir. Binanıza girmeden önce çok iyi kontrol edin. Hasar varsa kesinlikle içeri girmeyin. **Binanızın önünden uzaklaşın :**Deprem sonrasında dışarı çıktıktan sonra binanızın önünde beklemeyin. Kafanıza her an bir tuğla düşebilir. Daha önce tespit ettiğiniz toplanma bölgesine gidin. Fısıltı gazetesine inanmayın Deprem öncesinde ve sonrasında sadece yetkililerin açıklamalarını dikkate alın. Depremi önceden saptamak günümüz teknolojisiyle imkansızdır. Bu nedenle kulağınız gelen deprem fısıltılarına inanarak onları yaymayın. Bu tür dedikodular paniğe yol açarak hayatın normale dönmesine engel olmaktadır. Telefonlarnızı kullanmayın Depremin ilk saatlerinde, acil durumla dışında sebebi ne olursa olsun telefonları kullanmayın, yakınlarınız aramayın. Depremin ilk saatleri acil müdahale ekiplerinin yönlendirilmesi açısında çok önemlidir. Deprem sonrası telefonlar kilitlendiği için arama kurtarma ekipleri haber almakta zorlanmaktadırlar. 5- Enkaz bilgileri Çöken bir binadan kurtulmuşsanız • Kendi binanızda ve yan binalarda enkaz altında yaralılar varsa, onlara yardım edin • Görünürde yaralı yoksa, enkazın belli yerlerinden içerde kimse var mı? diye bağırın • Ses aldığınız andan itibaren enkaz altındaki insanla diyaloğa girerek onunla konuşun ve moralini düzeltmeye çalışın • Arama - kurtarma ekipleri gelmeden canlı tespit ettiğiniz enkaz terk etmeyin. • Ekipler geldikten sonra çekilin ve ancak sizden yardım istenince yardım edin. Enkaz altında kalmışsanız 1. Moralinizi Bozmayın 2. Enkaz altında başka bir canlı varsa onunla konuşun, moraliniz düzerli. 3. Yapabilecek pozisyondaysanız Vücudunuzun altına halı veya kilim gibi şeyler çekmeye çalışın. 4. Duvara vurabilecek pozisyona gelmeye çalışın. 5. Elinizi duvara vurarak işaret verebilecek pozisyona gelmeye çalışın. 6. Sürekli bağırarak enerjinizi boşa harcamayın. 7. Enkaz üzerinde çalışanların seslerinin kesildiği an, Enkaz altında kalan insanların seslerini duyabilmek için gelişmiş aletlerle dinleme yapıldığı andır. Bu anda herkes susar ve enkaz altında kalan biri varsa ses duyulmaya çalışılır. İşte bu sessizlik anında her türlü gürültüyü yaparak aşağıda olduğunuza dair işaret verin. 8. Duvara vurabilecek haliniz yoksa bağırın veya duvarı tırmalayın. Dinleme c,hazları bunları hissedebilir 9. Kurtarma ekiplerinin size yaklaşmaya başladığını hissettiğiniz zaman onları yönlendirmeye çalışın. ## Okuyucu Yorumları
6259
yazarlar
Dikkat et Sinop, başın öne eğilmesin
null
# Dikkat et Sinop, başın öne eğilmesin BDP milletvekillerinin Sinop’ta kuşatıldığı haberini alınca **Sabahattin Ali** ’yi düşündüm. Sinop Cezaevi’nde geçirdiği günleri, oradan yazdığı mektupları, şiirleri, öyküleri... "Atatürk’e hakaret ettiği" gerekçesiyle 1932’de Konya’da tutuklanan Sabahattin Ali’ye verilen 12 aylık hapis cezası, temyiz başvurusunun ardından 14 aya çıkarılır. Yaklaşık beş ay Konya Cezaevi’nde yatan yazar 10 Mayıs 1933’te Sinop’a nakledilir. "Karadeniz Vapuru" ile mevcutlu olarak Sinop’a götürüldüğü gece, hayatının en kötü gecelerinden biridir.* "Niçin ölmemeli Ayşe; niçin hayat dedikleri bu korkulu rüyayı görmekte bu kadar ısrar etmeli"* diye yazar. Henüz** Aliye Hanım** ’la evlenmemiş, canından çok sevdiği kızı **Filiz** ’i eline almamıştır. Yeşil mürekkepli mektuplar* "İki Gözüm Ayşe" *diye başlar. Yüksek Muallim Mektebi öğrencisi olarak tanıdığı **Ayşe Sıtkı** ’ya cezaevinden mektuplar, öyküler, şiirler yazar. (*İki Gözüm Ayşe*, Bilgi Yayınevi, Ayşe Sıtkı İlhan– Doğan Akın) Cezaevinden ilk mektubu 15 Mayıs 1933’te gönderir. Biraz Sinop’u, biraz cezaevini anlatmaktadır: *"Sinop Hapishanesi fena değil, birkaç da ortamektep muallimi tanıdık çıktı.* *(...)* *Emniyet-i umumiye bermutad *(alışıldığı gibi D.A.) *Sinop polisini de seferber yapmışa benziyor. Böyle şeylerde pek hassas olduğum için en ufak tavırlardan bile hükümler çıkarabiliyorum ve anlıyorum ki hapishane müdürünün olsun, müdde-i umuminin olsun kulağı bükülmekte.* *Ne yaparlarsa yapsınlar, bana bu beş ayda tahammül ettiğimden daha kötüsünü yapamazlar, bana daha çok çektiremezler ya... Ha bir de çektirsinler... İş olacağına varır...* *Yalnız mademki ağır ceza reisi sizin dostunuz, kardeşin gelse de benim hakkımda bazı şeyler söylese ne iyi olurdu.* *(...)* *Sinop şehrini pek sevdim. Türkiye’nin klasik sahil şehirlerinin manzarasını arz ediyor.* *Fakat Ege sahilinin cazibesinden mahrum... Hapishane şehirden daha kalabalık.* *(...)* *Dalına binmeseler müdür bana çok yardım edecek gibi, fakat ahvali âlem *(dünyanın hali)* malum...* *Burada 14 tane de komünist var, ihtilattan memnu *(kimseyle görüşmelerine izin verilmeyen D.A.)*Tabii isimlerini bile ağzıma almıyorum, çünkü Konya Müdde-i Umumisi benim evrakıma ‘komünist mefkûreli’ ibaresini ilaveyi ihmal etmemiş...* *Zaten şimdilik şehirde de bizim komünist olduğumuza dair rivayetler feverana başlamış... Cehenneme bile gitsem beni rahat bırakmayacaklar...* *(...)* *Mektuplarınızı İhtisas Mahkemesi’nde Mübaşir Zeki adresine veya doğrudan doğruya hapishaneye yazınız.* *Bir fesatlık yazacak değilsiniz ya!.."* 13 Eylül 1933 tarihini taşıyan şu satırlar da, kısa Türkiye tarihi sayılır: *"Nazım’la *(Hikmet, D.A.)* ara sıra mektuplaşıyorum. Ayağı fena imiş. ‘Bursa meselesinden dört sene yersem cezam beş buçuk sene olacak, yatarım ama bizim bacak efendi yatabilecek mi bilmem?’ diyor ve sonra ‘hapishaneye iki ayaklı girdim, tek ayaklı çıkarım. Topallık kötü şey, fakat kafanın ve yüreğin topallığı daha kötüdür. Kafa ile yürek sağlam bende...’ diye ilave ediyor. Çocuğa dehşetli acıyorum. Başına bu işlerin gelmesinin asıl sebebini sana çıkınca izah ederim, hayret edeceksin ve iğreneceksin..."* Sabahattin Ali, Cumhuriyet’in ilanının 10. yıldönümü vesilesiyle ilan edilen afla hapisten çıkar. Sinop Cezaevi’nden yazdığı "Hapishane Şarkısı" beşlemesi unutulmaz. Beşlemenin ilk şiiri *"Göklerde kartal gibiydim/ Kanatlarımdan vuruldum"* dizeleriyle başlar, üçüncüsü *"Burda çiçekler açmıyor/ Kuşlar süzülüp uçmuyor/ Yıldızlar ışık saçmıyor/ Geçmiyor günler geçmiyor"* dizeleriyle... Beşlemenin son şiiri, gönül ülkesinin istiklal marşlarından sayılır: *"Başın öne eğilmesin/ Aldırma gönül, aldırma..."* Türk romanına ilk kez sınıf kavramını getiren, eşsiz öyküler yazan, bestelenen şiirleri unutulmaz şarkılarda yaşayan Sabahattin Ali; bitmeyen soruşturma ve tutuklamalardan kurtulmak için yurtdışına kaçarken 1948 yılında öldürüldü. Henüz 41 yaşındaydı. Katil, eski inzibat başçavuşu olan ve sonraki yıllarda "Milli Emniyet tarafından vazifelendirildiğini" açıklayan **Ali Ertekin** ’di. Mahkemede *"Cinayeti milli duygularla işledim"* diyen Ertekin sadece dört yıl hapis cezasına çarptırıldı ve aynı yıl ilan edilen afla salıverildi! Tetikçi Ertekin’in "milli duyguları", en büyük yazarlarından birini katlettiği bu ülkeyi hâlâ utandırıyor. **Mustafa Suphi** ’den **Sabahattin Ali** ’ye, **Refik Halit Karay** ’dan **Ruhi Su** ve **Zekeriya Sertel** ’e on yıllar boyunca bu ülkenin yüz akı "fikir suçluları"nın sürüldüğü Sinop, fikirleri nedeniyle milletvekillerini linç etmeye kalkan bir saldırganlığın utancına sürgün edilmek isteniyor. Dikkat et Sinop... Başın öne eğilmesin!.. (T24 / Taraf - 21 Şubat 2013) ## Okuyucu Yorumları
4354
yazarlar
Ergenekon davasında ilk cezayı KİM alacak?
null
# Ergenekon davasında ilk cezayı KİM alacak? - A + Ergenekon soruşturması ve davaları süreci 12 Haziran 2007'de bir ihbar üzerine Ümraniye'de bir eve yapılan baskınla başladı. Aradan geçen yaklaşık 4,5 yılda seri gözaltı operasyonları ve tutuklama kararları birbirini izledi. Ancak çeşitli dalgalarda gözaltına ve yıllardır tutuklu olan hiç kimse hakkında hâlâ sonuçlanmış tek dava bile bulunmuyor. Ergenekon sürecinin önemli davalarından birisinin ilk duruşması 22 Kasım Salı günü yapıldı. ODA TV davası olarak bilinen bu davanın önde gelen sanıkları gazeteciler. Bu gazeteciler arasında bulunan ve yazdıkları kitap ve kitap taslakları nedeniyle tam 271 gün, yani yaklaşık 9 ay önce tutuklanan **Nedim Şener**ile ** Ahmet Şık,**25 Ağustos 2011'de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) başvurdular. İki meslektaşımız da, dilekçelerinde; gözaltına alınma, tutuklanma ve tutukluluk koşullarının Türkiye'nin de uymayı taahhüt ettiği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (AİHS) aykırı olduğunu, ifade ve basın özgürlüklerinin ihlal edildiğini dile getirdiler. Şener ve Şık'ın AİHM'ye yaptıkları başvuruların ortak noktasını, AİHS'nin "Özgürlük ve Güvenlik Hakkı" başlığını taşıyan 5. maddesi ile "İfade Özgürlüğü" başlığını taşıyan 10. maddesi oluşturuyor. Meslektaşlarımız, "somut kanıt olmaksızın" tutuklanmalarının ve kendilerine yöneltilen suçlamaların hangi kanıtlara dayandığı konusunda bilgi verilmemesinin AİHS'nin Türk vatandaşlarının da "özgürlük ve güvenlik hakkı"nı koruyan hükümlerine aykırı olduğunu vurguladılar. Başvurularda; Şener'in piyasada satılan kitabı ile Şık'ın henüz yayımlanmamış kitap çalışmasının "terör örgütü dokümanı" ve "terör örgütü üyeliğinin kanıtı" gibi değerlendirilmesinin ifade özgürlüğünün ihlali olduğu anlatıldı. **İç hukuktan üstün olan AİHS ne diyor?** Şener ve Şık'ın başvurusunda temel alınan ve Anayasa'nın 90. maddesine göre iç hukukumuzdan daha üstün bir statüsü bulunan AİHS'nin "Özgürlük ve Güvenlik Hakkı" başlıklı 5. maddesinin konumuzla ilgili hükümleri şöyle: "Herkesin kişi özgürlüğüne ve güvenliğine hakkı vardır. Yakalanan her kişiye, yakalama nedenleri ve kendisine yöneltilen her türlü suçlama en kısa zamanda ve anladığı bir dille bildirilir. Yakalanan veya tutulu durumda bulunan herkes(in) … makûl bir süre içinde yargılanmaya veya adli kovuşturma sırasında serbest bırakılmaya hakkı vardır. Yakalama veya tutuklu durumda bulunma nedeniyle özgürlüğünden yoksun kılınan herkes, özgürlük kısıtlamasının yasaya uygunluğu hakkında kısa bir süre içinde karar vermesi ve yasaya aykırı görülmesi halinde kendisini serbest bırakması için bir mahkemeye başvurma hakkına sahiptir. Bu madde hükümlerine aykırı olarak yapılmış bir yakalama veya tutulu kalma işleminin mağduru olan herkesin tazminat istemeye hakkı vardır." Şener ve Şık'ın başvurularında diğer dayanak olan "İfade Özgürlüğü" başlıklı AİHS'nin 10. maddesi de "Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir almak ve vermek özgürlüğünü de içerir" hükmüyle başlıyor. Madde, bu temel esası koyduktan sonra, ifade özgürlüğünün ancak "demokratik bir toplumda zorunlu tedbirler niteliğinde" görülebilecek gerekçelerle, örneğin "ulusal güvenlik" nedeniyle sınırlanabileceğini hükme bağlıyor. **AİHM 'açıklanması mümkün olmayan deliller'i soruyor** Tutuklandıktan ancak 8 ay sonra suçlanan diğer isimlerle birlikte ilk duruşmalarına çıkarılan iki meslektaşımızın başvurusu AİHM tarafından yaklaşık 2,5 ay içinde değerlendirildi ve Strasbourg geçen hafta Ankara'dan savunma istedi. Savunma için 14 hafta süre veren AİHM, Türkiye'den Şener ve Şık'ın gözaltı, tutuklanma ve tutukluluk koşullarının AİHS hükümlerine uygun olup olmadığı konusunda ayrıntılı bilgi istiyor, davacılara hangi nedenlerle suçlandıklarının açıklanıp açıklanmadığını soruyor. Bu nokta önemli, zira, Şener ve Şık tutuklandığında "Ergenekon terör örgütü üyeliği"yle itham edilmiş, ancak savunma hakları kısıtlanarak, kendilerine ve avukatlarına neden böyle suçlama yapıldığına ilişkin hiçbir kanıt sunulmamıştı. Operasyonu yürüten savcı **Zekeriya Öz**, tutuklamanın ardından yaptığı yazılı açıklamada, bu durumu "Ergenekon Terör Örgütü soruşturması kapsamında elde edilen ve soruşturmanın gizliliği nedeniyle bu aşamada açıklanması mümkün bulunmayan bir kısım delillerin değerlendirilmesi sonucu yapılması zorunlu hale gelen hukuksal bir işlemdir" ifadesiyle gerekçelendirmişti. Tutuklamadan yaklaşık 5 ay sonra, 26 Ağustos 2011'de açıklanan iddianamede bugüne kadar "o aşamada açıklanması mümkün olmayan bir delil"e rastlanmadı. Ceza Muhakemeleri Kanunu'nun tepe tepe kullanılan tuhaf hükümlerine göre durumu şöyle özetleyebiliriz: - Cinayet işlediğin için tutukluyoruz. - Nasıl işledim, kimi öldürdüm? - Açıklamamız mümkün değil! **Kitap ile terör örgütü üyeliği bağını açıklayın** AİHM, kalan 13 hafta içinde Ankara'dan gelecek cevapta, hükümeti eleştiren kitaplar ile "terör örgütü üyeliği" suçlaması arasında nasıl bir bağ kurulabildiği konusunda ikna edilmeyi de bekliyor. Ankara’nın "Bombadan bile tesirli kitaplar" olabileceği iddiasını Strasbourg’a izah etmesi gerekecek. Hükümet, AİHM'nin sorularını nasıl cevaplayacak, bilemiyoruz. Ancak hükümetin işi, biri Ankara'dan, diğeri de Strasbourg'dan kaynaklanan iki nedenle hiç de kolay değil. Ankara'dan kaynaklanan neden, peşin cezaya dönüşen tutuklamalar ile yargıdaki uygulamaların, bırakın muhalefeti, Köşk'ten hükümet üyelerine kadar uzanan geniş bir yelpazede eleştirilmesi. Cumhurbaşkanı **Abdullah Gül** 'ün, 1 Ekim'de TBMM'yi açış konuşmasını hatırlayın. Gül, o konuşmada "hukukun, siyasi üstünlük sağlamanın bir aracı olmadığını", "haksızlık ve adaletsizliğin hukuk kılıfına sarılmamasını", "tutuklulukların fiili cezaya dönüşmemesi gerektiğini" vurgulama ihtiyacı hissederken AİHM'nin Şener ve Şık için Ankara'ya yönelttiği sorulara da cevap vermiş olmuyor mu? **Erdoğan: Siyaseti bu yargının eline nasıl teslim edelim?** Başbakan **Tayyip Erdoğan** 'ın, bu yıl Mart ayında Rusya'dan dönerken milletvekili dokunulmazlıklarını savunmak için neler söylediğini hatırlayın. AİHM'nin sorguladığı Türk yargısı için bakın bu ülkenin Başbakanı neler söylemişti: "Siyasette kürsü masuniyeti farklı bir şey. Yasama organını yargının vicdanına terk etmiş oluruz. Bir başbakan olarak adım atsanız, bir savcı size karşı hissi baksa, hakkınızda dava açsa, bir ülkenin başbakanı o savcının elinde oyuncak olacak. Sincan Hâkimi Cumhurbaşkanı Abdullah Bey'i aldı, kendine göre dalgasını geçti. Benimle ilgili alt mahkemeler karar verdi. Aynı kişi MHP'den aday adayı. Siyaseti nasıl bunların eline teslim edeceksiniz?" "Siyasetin güvenmediği bir yargıya bu ülkenin gazetecileri, bilim insanları, öğrencileri, hülasa bütün vatandaşları neden teslim edilsin" sorusuna meşruiyet kazandıran bu sözler, yargının elindeki mevzuatı biçimlendiren Başbakan'a ait. **AB: İfade ve basın özgürlüğü kısıtlanıyor, endişeliyiz** Evet, AİHM'nin Şener ve Şık için cevap beklediği Ankara'nın işi Strasbourg'dan kaynaklanan nedenler yüzünden de zor, demiştik. Ankara'dan cevap bekleyen AİHM'nin genelde yargı, özelde Oda TV davası için kuvvetli bir kanaat notu bulunuyor. Hiç de iç açıcı olmayan o not, ekim ayında Avrupa Birliği'nin icra organı olan AB Komisyonu tarafından yayımlanan 2011 Türkiye İlerleme Raporu'nda maddeler halinde sıralanıyor. Şu satırlar o rapordan: - Rapor döneminde (Ekim 2010-Eylül 2011) basın özgürlüğü de dahil, ifade özgürlüğüne ilişkin endişeler dile getirilmiştir. - Rapor döneminde (Ekim 2010-Eylül 2011) basın özgürlüğü de dahil, ifade özgürlüğüne ilişkin endişeler dile getirilmiştir. - Türkiye’de darbe planı iddiasıyla açılan ilk dava olan *Balyoz*davası (…) iddanamede sözü edilen bazı delillere erişimin kısıtlanması, savunma hakkı ve adil yargılanma hakkı bakımından endişelere neden olmuştur. Tutuklama kararlarına ilişkin ayrıntılı gerekçeler gösterilmemesi savunma makamı tarafından dile getirilen bir diğer endişe kaynağıdır. **- Suç örgütü olduğu iddia edilen** *Ergenekon*ile ilgili dava devam etmiştir. (…) Medya mensuplarının söz konusu suç örgütüne dahil olduğu iddialarına ilişkin soruşturma, aralarında Ergenekon soruşturmasının önde gelen destekçilerinin de bulunduğu bazı gazetecilerin tutuklanmasıyla devam etmiştir. Mart 2011’de, tutuklu gazetecilerden biri tarafından (Ahmet Şık) yazılan yayımlanmamış bir kitabın kopyalarına "terör örgütü belgesi" olduğu gerekçesiyle mahkeme emriyle el konulmuştur. Yayımlanmamış bir kitaba suç delili olarak el konulması, Türkiye’deki basın özgürlüğü ve davanın meşruiyeti ile ilgili endişelere neden olmuştur**.** - Tutuklamalar ile iddianamelerin sunulması arasında geçen sürenin uzunluğu, iddia makamı tarafından sunulan delillere savunma makamının kısıtlı erişimi ve soruşturma emirlerinin gizliliği, etkili yargı güvencesinin tüm şüpheliler için sağlanması bakımından endişeleri artırmaktadır. **-** ** Ceza Muhakemesi Kanunu'nun tutuklamayla ilgili maddelerinin kapsamını aşan şekilde uygulanması, bazı durumlarda cezalandırıcı tedbirlerle benzer etkiye sahip olabileceğinden, aynı endişe, bu konu için de geçerlidir. Yargılama öncesi tutukluluk sürelerinin uzunluğu endişe sebebidir** **.** - Tutuklama ve gözaltının alternatifleri az kullanılırken, Ceza Muhakemesi Kanunu'nun tutuklamalara ilişkin maddeleri çoğunlukla cezai tedbirlerle aynı etkiye sahip olacak biçimde kullanılmıştır. - - **Yargılama öncesi tutukluluk uygulaması, kamu yararı bakımından kesin gereklilik içeren durumlarla sınırlı değildir. Terörle ilgili bazı davalarda, sanıkların ve avukatlarının suç kanıtlarına erişimine yargılama sürecinin erken safhalarında izin verilmemiştir.** - Adli kontrol yerine sık sık tutuklamaya başvurulması, bilgi, kanıt ve ifadelerin sızdırılması, dosyalara sınırlı erişim, tutukluluk kararlarına ve bu kararların gözden geçirilmesine ilişkin ayrıntılı gerekçeler gösterilmemesi endişe yaratmıştır. - - **Ekim 2010’dan bu yana (Eylül 2011) AİHM’ye toplam 7 bin 764 yeni başvuru yapılmıştır. Bunların önemli bir bölümü, adil yargılanma hakkı ve mülkiyet hakkının korunmasıyla ilgilidir.** - İfade özgürlüğünün çok sayıda ihlali ciddi endişe yaratmaktadır. Uygulamada basın özgürlüğü kısıtlanmıştır. Gazetecilerin hapsedilmesi ve Ergenekon soruşturmasıyla ilgili yayımlanmamış bir kitaba el konulması, bu endişeleri artırmıştır. Çok sayıda gazeteci hâlâ tutukludur. Kürt meselesi hakkında yazan birçok yazar ve gazeteci hakkında çok sayıda dava açılmıştır. Kürt meselesi hakkında haber yapan veya Kürtçe yayın yapan gazeteler üzerindeki baskı devam etmektedir. Bazı sol görüşlü ve Kürt gazeteciler, terörizm propagandası yapmaktan hüküm giymiştir. - Türk ceza mevzuatı son derece sorunlu olmaya devam etmektedir; ifade özgürlüğünün sınırlanmasında orantısız olarak kullanılmaya açıktır. (…) Terörle Mücadele Kanunu kapsamında terörizmin geniş tanımından kaynaklanan ifade özgürlüğü kısıtlamaları endişe yaratmaya devam etmektedir. - Türk ceza mevzuatı son derece sorunlu olmaya devam etmektedir; ifade özgürlüğünün sınırlanmasında orantısız olarak kullanılmaya açıktır. (…) Terörle Mücadele Kanunu kapsamında terörizmin geniş tanımından kaynaklanan ifade özgürlüğü kısıtlamaları endişe yaratmaya devam etmektedir. - Bir diğer önemli sorun ise, ifade özgürlüğü ihlallerine neden olan, mevcut yasal hükümlerin mahkemeler ve savcılar tarafından yorumlanmasında ve uygulanmasındaki orantısızlıktır. Ceza yargılamalarının ve tutukluluk sürelerinin çok uzun olması ve sonuçlanmamış davalarda sanıkların aleyhine kullanılan delillere erişim ile ilgili sorunlar var. Bunlar ve üst düzey hükümet ve devlet görevlileri ile ordu tarafından basına sıklıkla dava açılması, Türkiye’deki ifade özgürlüğü üzerinde olumsuz etki yaratmakta ve Türk medyasında geniş bir oto sansüre neden olmaktadır. Ceza yargılamalarının ve tutukluluk sürelerinin çok uzun olması ve sonuçlanmamış davalarda sanıkların aleyhine kullanılan delillere erişim ile ilgili sorunlar var. Bunlar ve üst düzey hükümet ve devlet görevlileri ile ordu tarafından basına sıklıkla dava açılması, Türkiye’deki ifade özgürlüğü üzerinde olumsuz etki yaratmakta ve Türk medyasında geniş bir oto sansüre neden olmaktadır. *konusunda, hassas addedilen konular da dahil, açık tartışmalar devam etmiştir. Bununla birlikte, gazeteciler, yazarlar, akademisyenler ve insan hakları savunucuları hakkında açılan çok sayıda davayla ve medya üzerindeki gereksiz baskılarla, ifade özgürlüğü uygulamada gözardı edilmekte ve bu durum endişelere sebep olmaktadır. Mevcut mevzuat, ifade özgürlüğünü AİHS’ye ve AİHM içtihadına uygun şekilde yeterince güvence altına almamakta ve yargının kısıtlayıcı yorumlarda bulunmasına izin vermektedir. Türkiye’deki yasal ve yargısal uygulamalar, mevzuat, cezai usuller ve siyasi tepkiler, bilgi ve fikirlerin serbestçe paylaşılması önündeki engellerdir.* İfade özgürlüğü İfade özgürlüğü **İlk cezayı kim alacak?** Evet, AB ve AİHM, "ekspres tutuklamaların peşin cezaya dönüştüğü" Türkiye'yi sorguluyor. Peki tutuklamalar nasıl peşin cezaya, bir "ön yargı"ya dönüştü? "Başbakan'ın da güvenmediği yargıya teslim edilip yıllardır tutuklu yargılanan insanların tahliye taleplerini defalarca reddeden mahkemelerin, beraat gereken durumlarda bu kararı nasıl alabilecekleri" sorusu, cevabı önümüze koyuyor! Artık başlıktaki soruya dönebiliriz; Ergenekon davalarında ilk cezayı kim alacak? Ergenekon sürecinde 4,5 yıldır sonuçlanmış tek dava bulunmazken önünde AB'nin hazırladığı kırık bir demokrasi karnesi olan AİHM, Şık ve Şener'in başvurusunu 2,5 ayda ele alıp Türkiye'yi sorguladığına göre cevap belli değil mi? Mevzuat ve yargının hali konusunda Cumhurbaşkanı ve Başbakan'ı Avrupa Birliği ile mutabakat içinde görünen Türkiye, bu gidişle Ergenekon nedeniyle ceza alan ilk sanık olacak. Yazık; Ergenekon, darbeye heveslenenlerden ilk kez hesap sorulmasını içeren tarihsel bir süreci AİHM'de sanık sandalyesine oturtmanın da adı olabildi bu ülkede! ## Okuyucu Yorumları
5624
yazarlar
Evde bakım ücretinden kimler, nasıl yararlanabilir?
null
# Evde bakım ücretinden kimler, nasıl yararlanabilir? Toplumumuzda bakıma muhtaç birçok ağır özürlü durumunda kişi bulunmaktadır. Sosyal Devlet anlayışı içerisinde bu kişilerin bakımlarının iyi bir şekilde sağlanması ve en azından durumlarının daha da kötüleşmemesi açısından bu kişilere bakacak kişileri de özendirmek amacıyla evde ağır özürlü yakınları bulunanlara "**evde bakım ücreti"** verilmektedir. ## **Kapsama giren kişiler** Başkasının yardımı ve bakımı olmadan, gündelik hayatını devam ettirmesi mümkün olmayan, yeme, içme, tuvalet ve temizlik vb. ihtiyaçlarını tek başına gideremeyen kişilerden, **"Özürlülere Verilecek Sağlık Kurulu Raporları Hakkındaki Yönetmelik"** gereğince özürlü sağlık kurulu raporu vermeye yetkili hastanelerden alacakları sağlık kurulu raporuyla ** "Ağır Özürlü"** olduklarını belgeleyen özürlüler evde bakım ücreti kapsamına girmektedir. ## **Evde bakım ücreti için gerekli belgeler** Evde bakım ücretinden yararlanabilmek için aşağıda belirtilen belgelerin hazırlanması gerekmektedir. -Tam teşekküllü devlet hastanelerinden alınmış en az % 51 oranında özürlü olduğunu gösteren raporun aslı -Evde yaşayan ve çalışan veya emekli olan herkesin maaş bordrosu -Malvarlığı varsa evde yaşayan herkesin tapu veya ruhsat fotokopisi -18 yaşını doldurmuş zihinsel engelliler için vasi kararı -2022 sayılı Kanundan yararlanılıyorsa maaş bordrosu -Tapu Sicil Müdürlüğünden evde yaşayan herkesin gayrimenkulleri olup olmadığına dair belge -Tarla, bağ ve bahçeden dolayı tarımsal geliri olup olmadığına dair Tarım İl/İlçe Müdürlüğünden belge - Hane halkı için Nüfus Müdürlüğünden alınan yerleşim kaydı. -Özürlünün varsa öğrenim durumunu gösterir belge -Anne-babasının boşanma durumunda varsa boşanma kararı -Özürlünün 2 adet vesikalık fotoğrafı -Evde yaşayan herkesin kimlik fotokopileri ve vergi dairesinden alınacak sicil yoklama belgesi -Vergi dairesinden sicil kaydı çıkanlar için muhasebecilerinden işletme hesap özeti ve vergi levhası fotokopisi -SGK’dan alınacak ve evde yaşayan herkes adına sicil yoklama belgesi. ## **Özürlü ile bakıcı arasındaki yakınlık şartı** Evde bakım ücretinden yararlanabilmek için özürlü kişiye bakıcılık yapacak olan kişi ile özürlü kişi arasında kan bağı olması gerekmektedir. Kan bağı olmayan kişiler bakıcı olarak kabul edilmemektedir. Ayrıca, bakıma muhtaç özürlüye bakacak olan akrabasının veya akrabası yok ise vasisinin aynı adreste ikamet etmesi şarttır. Ancak, bakıma muhtaç özürlüye bakacak kişinin bulunamaması halinde, bakım hizmetleri değerlendirme heyetinin de bakım hizmetinin verilmesinde sorun veya yetersizlik olmayacağına kanaat getirmesi şartıyla, bakım hizmeti her gün rahatlıkla gelinip gidilebilecek yakınlıktaki farklı adreste bulunan akraba tarafından da verilebilecektir. Bu durumda, bakıma muhtaç özürlünün 24 saat içindeki tüm ihtiyaçlarının giderilmesi ve fiilen en az 8 saat bakıma muhtaç özürlü ile birlikte olunması gerekmektedir. ## **Bakım ücretinden yararlanmak için müracaat yeri** Yukarıda belirtilen şartlara haiz olunması ve gerekli belgelerin tamamlanmasından sonra bakım hizmetini verecek olan kişi tarafından bulunulan yerdeki Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğüne başvurulması gerekmektedir. Özürlü kişinin kendisinin ayrıca müracaatta bulunmasına gerek bulunmamaktadır. Müracaat alındıktan sonra kişinin durumunun incelenip, sonrasında da ev ziyareti yapılmasını müteakip uygun görülmesi durumda kişiye evde bakım ücreti bağlanacaktır. ## **Evde bakım ücreti için aile geliri şartı** Evde bakım ücretinden yararlanabilmek için özürlünün kendisinin ve/veya varsa bakmakla yükümlü olduğu kişilerin gelirleri toplamı ailede içindeki kişi sayısına bölünmektedir. Buna göre, kişi başına düşen gelirin net asgari ücretin 2/3’ünden fazla olmaması gerekmektedir. 2012 yılı Temmuz-Aralık dönemi için baz alınan tutar 448,87 TL’dir. Bu hesaplama da asgari ücretin, asgari geçim indirimi öncesi neti esas alınmaktadır. ## **Evde bakım ücretinin miktarı** Evde bakım ücreti, asgari ücretin net miktarına göre belirlenmektedir. Buna göre, 2012 yılı Temmuz- Aralık döneminde evde bakım ücretinin aylık tutarı 673,30 TL dir. ## **Bakımın bireysel bakım planı çerçevesinde yapılması** Bakıma muhtaç özürlüye verilen bakım hizmeti, bakım hizmetleri değerlendirme heyetinin hazırladığı bireysel bakım planı doğrultusunda ve ihtiyaç duyulması halinde denetiminde yapılacaktır. ## **Birden fazla özürlüye bakım hizmeti verilmesi** Bir akraba, evde bakım hizmeti kapsamında bakıma muhtaç bir özürlüye veya bakmakla yükümlü olunan bireyler arasındaki aynı evde yaşayan bakıma muhtaç iki özürlüye bakım hizmeti verebilecektir. ## **İkametğahın değişmesi** Bakıma muhtaç özürlünün, ikamet adresinin değişmesi durumunda yeni ikamet adresi en geç 15 gün içinde Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğüne bildirilmek zorundadır. ## **Bakıma muhtaç özürlünün ölümü** Bakıma muhtaç özürlünün ölmesi durumunda, bakım hizmetini üstlenen kişi tarafından en geç 15 gün içinde durumun Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğüne bildirilmek zorundadır. Aksi takdirde hakkında hukuki ve idari işlemler yapılmaktadır. ## Okuyucu Yorumları
6746
yazarlar
Eximbank önlemleri hangi soruna çözüm olacak?
null
# Eximbank önlemleri hangi soruna çözüm olacak? 2012 yılında ekonomiyi soğutmak (yumuşak iniş) amacıyla bir dizi önlem aldık. Büyümeyi iç talepten çok dış talep sürüklesin istedik ve nitekim öyle oldu. Ancak dış dünyanın malum hali nedeniyle net ihracatın pozitif katkısına rağmen, 2013 yılında sadece yüzde 2.2 büyüdük. Bu rakam moralleri bozdu. 2013 yılında ülkemizin finanse etmek zorunda olduğu dış açığın boyutu malum. Teşvik yasası, kentsel dönüşüm, 2B arazilerinin satışı, Merkez Bankası’ndan peş peşe gelen faiz indirimleri, ikinci vergi barışı, BDDK’ya kredi genişlemesine izin vermesi için yapılan psikolojik baskı, bilahere bankalara kredi riskini almaları yönünde yapılan "tavsiyeler", son olarak da bankalara yıllık ücreti olmayan kredi kartı çıkarma zorunluluğu vs. hep, 2013 yılında yüzde 4 büyümek ve dış açığı zorlanmadan finanse edebilmek amacına matuf önlemlerdir. IMF’ye borcumuzu ödedik. Bu olumlu bir gelişme, ama unutulmamalı ki borç stokumuz azalmadı. Moody’s de ülke notumuzu yatırım yapılabilir seviyeye çıkardı. Bu da çok olumlu bir gelişme, ama unutulmamalı ki, halen büyürken cari açık üreten bir ekonomik yapımız var. Dahası var: İhracatımızın önemli bir kısmını yaptığımız **Avrupa Para Bölgesi 6 çeyrektir (1.5 yıl) resesyonda**. Geçen senenin son çeyreğinde yüzde 0.4, bu yılın ilk çeyreğinde yüzde 0.3 küçülen Fransa’nın da katılımıyla **17 ülkeli bölgenin 9’u resesyona girmiş oldu**! Açıkçası bölge için durum, 2008’den çok daha kötü! Muhtemeldir ki, bölge için 2011 – 2021 dönemi **"kayıp 10 yıl"** diye anılacak ve yapılan yanlışlar, 2020’li yılların uluslararası iktisat ders kitaplarında, entegrasyon teorisiyle ilgili konular için örnek olaylar arasında yer alacak. Şahsen ben yapılan yanlışları 2008 krizi öncesinde her ülkeye aynı reçeteyi (mali disiplin) uygulatan IMF politikalarına benzetiyorum. Bölge içinde birbirinden **farklı ekonomik yapılar** ve **kök nedenleri farklı** ** sorunlar için aynı reçete** uygulanıyor. Neyse, ülkemizin değerli iktisatçıları Prof. Dr. Korkut Boratav ve Prof. Dr. Yılmaz Akyüz haykırırken susanlar düşünsün. Anlaşılan hal böyle olunca, yani ihracatın net katkısının 2013 yılı için hedeflenen yüzde 4 büyüme oranına ulaşmak için de yeterli olmayacağı anlaşılınca, 2012 yılında ekonomiyi soğutmak amacıyla kontrol altında tutulan iç talebi artırıcı önlemler zorunluluk haline geldi. Faiz indirimleri sonrasında bankalara yönelik olarak **"risk alın, kredi verin, kredi faizlerini düşürün" **türü çıkışlar, kart ücreti almaksızın kredi kartı çıkarın türü açıklamalar, hep hane halkının daha fazla harcama yapmasını ve müteşebbisin daha fazla yatırım ve ticaret yapmasını sağlamaya yönelik çıkışlar. Bu noktada önemli bir konuya değinmekte fayda var: Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan BDDK’ya "kredi genişlemesine izin ver" diye çıkışınca, anında **"Basel II’ye uymak zorundayız" **cevabı gelmişti. Meseleyi Basel II çerçevesinden açacak olursak bankalara tavsiye edilen şey esasen şuydu: **"Sermaye artırmadan riskli müşterilere de kredi verin." ** Malum Basel II bankaların verdikleri riskli kredilerin en az yüzde 8’i kadar sermayeye sahip olmalarını zorunlu kılıyor. Hassasiyetlerinden anlıyoruz ki, BDDK’nın bu çıkışını Başbakan Yardımcısı Ali Babacan da destekliyor. Çünkü Babacan, T24 okurunun yakından takip ettiği gibi ** "her fırsatta kojonktürün değişmekte olduğu ve bu nedenle daha dikkatli olmamız gereken bir döneme giriyoruz" **türü uyarılarımıza daha uygun bir söylem sergiliyor. İki gün önce Babacan Eximbank önlemlerini açıkladı. İşte bu önlemler tam da bu noktada bankalara yönelik çıkışlar için yeni bir açılım getiriyor. Önce alınacak önlemlerle ilgili Babacan’ın demecine kulak verelim: *"Eximbank ile yapılan yeni çalışmalar arasında sadece faiz indirimi yok. Bununla birlikte getirilen bir çok yeni uygulama ihracatçının yüzünü güldürecek. Örneğin yeni uygulamalar arasında ‘Yurtiçi alacak sigortası’ gibi yeni uygulama, ihracatçının yurt içindeki alacaklarını dahi teminat altına alıyor. Eximbank, ihracatçıların yurt içinde alacağını sigorta altına alan ilk ve tek yerli kuruluşu oldu."* Küçük bir düzeltme yapalım. Henüz "olmadı", inşallah Haziran ayında olacak. Alacak sigortası özetle şöyle çalışıyor: Yurtdışında birileri sizden vadeli mal almak istiyor. Ne adamı tanıyorsunuz, ne de şirketini. Şirketin gerçek anlamda mali durumunu bilmeniz mümkün değil. Adam banka teminat mektubu vs. de vermek istemiyor. Neye güvenerek **vadeli** mal satacaksınız? İşte bu noktada **alacak sigortası hizmeti** veren şirketler devreye giriyor. Eldeki bilgileri paylaşıyorsunuz, sigorta şirketi araştırma yapıyor ve belli bir limit içinde kalmak şartıyla tanımadığınız yeni müşterinize vadeli mal satmaya başlayabiliyorsunuz. Adam kaçtı, mallarınıza el koydu, şirket iflas etti, savaş oldu, ambargo oldu, borcunu ödemedi, bu ve benzer durumlarda hemen devreye sigorta şirketi giriyor ve alacağınızı sigorta şirketinden tahsil ediyorsunuz. Bu hizmeti ihracatçılar için Türkiye’de sadece **Eximbank ** veriyordu. Oysa bu işi dünya çapında yapan dev şirketler var. Mesela **Coface** (Fransa), **Hermes** (Fransızlar kurmuştu ama, çoğunluk hissesi Almanlara geçti) ve **Atradius** (İspanya). Bu şirketler halen ülkemizde hem dış ticarette ihracatçılara, hem de iç ticarette satıcılara alacak sigortası hizmeti veriyor. Maalesef böyle bir hizmet veren hiçbir özel Türk şirketi yok. Bankalarımız iç ticarete münhasıran **Doğrudan Ödeme Sistemi** (Doğrudan Borçlandırma Sistemi de deniyor) hizmeti veriyor; ancak bunun için de müşterinizin teminat göstermesi ve göreli olarak yüksek faiz maliyetine katlanması gerekiyor. Bir de limit sorunu var. Bankanızın verdiği limit çerçevesinde müşterinize vadeli mal satabiliyorsunuz. Yani, yine devreye kredi riski nedeniyle Basel II giriyor. Yeri geldi, yeni TTK’yı sulandıranları anmadan geçmeyelim. Şimdi izninizle biraz geçmişe gidelim: __5 Mayıs 20011__ tarihli yazımızın başlığı şuydu: **"Ekonomi yönetimine iki acil önerim var..."** İkinci öneriyi aynen alıntı yapıyorum: *" 2) Kriz döneminde şirketlerin (müşterilerinizin) kredi sigorta limitleri düşer. Alacak sigortası şöyle çalışır: Müşteriniz size olan borcunu vadesinde ödemezse bedelin yaklaşık yüzde 90’ını sigorta şirketinden alırsınız. Sigorta güvencesi müşteriniz temerrüde düşünce çalışır. Kriz dönemlerinde birçok şirket temerrüde düşer. Temerrüde düşmese dahi, limitler azaldığı için müşteriniz sizden mal alamaz. Devletin buna da acil bir çözüm bulması gerekiyor. Devlet bir fon kurarak belli koşulları sağlayan mükelleflerin alacaklarını sigortalayabilir. Veya bu alacaklarla ilgili riski ben alıyorum, diyebilir. Bunun benzer örneği mevduata devlet güvencesidir."* 2011 yılında yaptığımız önerinin hayata geçmesi doğru ve yerinde olacak. Meraklısı için şunu da söyleyelim: 27 üyeli AB içinde alacak riski sorunu 4 EFTA ülkesini de kapsayacak şekilde SEPA (Single Euro Payments Area) adlı bir sistemle, geçen yılın Mart ayında çözüldü. SEPA bizdeki Doğrudan Ödeme Siteminin AB ülkeleri arasındaki ticarete uyarlanmış halidir. **Bir soru: Biz neden SEPA'ya dahil değiliz?** Öte yandan Başbakan’ın ABD ziyareti öncesinde ve ziyaret sırasında çok konuşulan, AB ve ABD arasında bu yıl imzalanması beklenen şu meşhur serbest ticaret anlaşması meselesine de değinmek isterim. T24 okuru yine herkesten önce bu konuyu __10.12.2012 tarihli__ ** "Batı nasıl bir süreçten geçiyor? TAFTA kurtuluş olabilir mi?"** başlıklı yazımızdan okudu. Alıntılayalım: ## *TAFTA Batı için bir çıkış yolu olabilir mi?* *TAFTA Batı için bir çıkış yolu olabilir mi?* *TAFTA (Trans Atlantic Free Trade Agreement) ABD ve AB arasında, müzakerelerine 2013 yılında başlanması planlanan bir serbest ticaret anlaşması. ABD ve AB toplamı dünya ekonomisinin neredeyse yarısına tekabül ediyor. Dünya ticaretinin üçte biri bu iki blok arasında yapılıyor. 2011 yılında Avrupa ABD’den Çin’in aldığında üç kat daha fazla mal satın aldı, ABD’ye Çin’in sattığından iki kat daha fazla mal sattı (...) * *Öte yandan iki tarafta da sorunlar benzer. İki taraf da büyüme ve istihdam yaratmak istiyor. Bunun için mal satmak zorundalar. AB Komisyonun tahminine göre TAFTA hayata geçerse bundan iki taraf da yarar sağlayacak. 2013’te anlaşmanın müzakerelerine başlanılacak. Muhtemelen Merkel bu anlaşmanın en büyük savunucusu olacak. Çünkü ABD’ye en fazla ihracatı Almanya yapıyor. Ayrıca AB’yi kurtaracak ve bir arada tutacak yeni bir umut işlevi de görecek bu anlaşma, Merkel’in seçimlerde işini kolaylaştırıcı bir işlev de görebilir.* *Bir OECD çalışmasına göre tarife dışı engellerin kaldırması iki tarafın da GSYİH’larını uzun dönemde yüzde 3,5 artıracak. Anlaşmanın faydası büyümeyle sınırlı değil. Mesela Avrupa’da üretilen ve ABD’ye ihraç edilen bir araba Avrupa’da test edilmişse, ABD de artık test edilmeyecek. Test edilmiş bir ilaç mesela, bir daha ABD’de test sürecinden geçip onay almayacak.* *TAFTA, esasen Batı’nın krizle zayıflayan lider duruşunu sağlamlaştırma ihtiyacının da bir sonucu. Mesele Çin’e karşı daha sağlam bir duruş sergilemek. Zorlasak şunu da diyebiliriz: TAFTA Batı’nın dirilişi ve ittifakı projesi de olabilir. Çünkü TAFTA hayata geçerse Batı, dünya düzeni için küresel standartlar tayin eden eski lider rolüne yeniden kavuşabilir. Gücü ve karar süreçlerini paylaşması gerekmez.* *TAFTA önemsenir ve hızlanırsa, şu anda bizim için önemi azalmış olan AB üyeliğinin çok önemli ve değerli olabileceği bir süreç başlayabilir. O nedenle Türkiye açısından bu TAFTA meselesini iyi izlemek gerektiği kanaatindeyim." * Bu arada, amatör bir iktisatçı olarak, T24 yazarlarının Türkiye’de **kaliteli demokrasi** konusundaki ısrarlı ve cesaretli yazılarının da ülke yönetiminde karşılığını bulmasını, sevindirici bir gelişme olarak not etmek isterim. Çünkü dış açığın finansmanı sorununun vehametine ve kapasite kullanım oranının durumuna bakılacak olursa, ufukta gayet mütevazı bir büyüme oranı görünmesine rağmen Moody’s’in not artırmasının, bence **çözüm süreci yolunda adılan cesur adımlar** dışında bir açıklaması yok. **Not: **Akil İnsanların ne yaptıklarını anlamakta zorlananlar 14 Ocak 2012 tarihli *"Modern devletler sorun çözmek için vardır."* başlıklı yazımıza bakabilir. ## Okuyucu Yorumları
5750
yazarlar
Fethullah Gülen'in hükümete ilettiği mektup
null
# Fethullah Gülen'in hükümete ilettiği mektup İslamcı aydın **Yusuf Kaplan**, Yeni Şafak’taki köşesinde **Fethullah Gülen** ile Pennsylvania’da yaptığı görüşmeye ilişkin olarak not ve izlenimlerini paylaştı. Kaplan’ın, Gülen’den aktardığı görüşler iki açıdan önem taşıyor. Bu iki noktayı irdelemeden önce, Kaplan’ın, Fethullah Gülen’in Kürt sorununa ilişkin hükümete serzenişini naklettiği satırları hatırlayalım: *"5 yıl önce, Kürt meselesi konusunda bölge halkıyla bütünleşmeyi, hemdert olmayı, insanlarımızın gönüllerini fethetmeyi sağlayacak bir öneride bulunduk hükümetimize. Bu öneriler dikkate alınmış olsaydı, mesele, Allah-u a'lem, bu noktalara gelmeyebilirdi."* Kaplan’ın Gülen’in bu sözlerini "**Ramazan el-Bûtî**’ye referansla" naklettiğinin altını çizelim. Bu sözler Kürt sorununun çözümüne ilişkin yaklaşımda AKP ile Gülen cemaatinin pozisyonlarının konjonktürel olarak değiştiğini de gösteriyor. Zira cemaat, MİT Müsteşarı **Hakan Fidan** ’ın özel yetkili savcılıkça, PKK temsilcileri ile aynı masaya oturduğu Oslo görüşmelerine ilişkin olarak ifadeye çağrılması sırasında AKP hükümeti ile ters düşmüştü. Başbakan **Tayyip Erdoğan**, "Devlet içinde başka bir devlet" benzetmesi yaparak Fidan’ı, yasa değişikliği de yaparak, savcılığa göndermezken cemaat bünyesindeki yayınlarda özel yetkili savcılığın girişimi desteklenmişti. Ancak Kaplan’ın Gülen’den yansıttığı son görüşler "Dağda ölen teröriste ağlamayan insan değildir" sözleriyle CHP ve MHP’nin yanı sıra Başbakan Erdoğan’ın da tepkisine neden olan Diyarbakır Emniyet Müdürü **Recep Güven** ’in yaklaşımına yakın düşüyor. Gülen’in "Bölge halkıyla bütünleşmeyi, insanların gönüllerini fethetmeyi" tavsiyesinin Kaplan’ın köşesine yansıdığı gün, Güven hakkında İçişleri Bakanlığı’nca inceleme başlatıldığı haberi geldi. Cemaat ve hükümet, Diyarbakır tartışmasında, MİT krizinde aldıkları pozisyonun aksi yönde bir noktada görünüyor. Gülen’in Kaplan aracılığıyla yansıyan görüşlerinde ikinci önemli nokta ise, Ramazan el-Bûtî’nin referans gösterilmesi. Kaplan’ın ifadesiyle Kürt alim Ramazan el-Bûtî, Suriye’de bir dönem Fethullah Gülen ile birlikte yaşamış, Esad ailesiyle yakın ilişkiler kurmuş önemli bir isim. ## Hükümete iletilen mektup Gülen hareketinin bünyesindeki isimlerle yaptığım görüşmelerde iki soru yönelttim: *1- Gülen, hükümete "5 yıl önce" Kürt meselesinin çözümü konusunda bir rapor mu sundu?* *2- Gülen’in Kürt meselesinin çözümü konusunda Ramazan el-Bûtî’ye referans verilerek görüşlerinin yansıtılması ne anlama geliyor? * İlk soru için aldığım cevap, Gülen’in hükümete herhangi bir rapor sunmadığı bilgisini içeriyor. Cemaat temsilcileri, "Rapor ve dosya verildiği yolunda bir temas bizim bilgimiz dahilinde değil. Ancak Hocaefendi uzun süreden beri Güneydoğu’ya gönderilecek devlet memurlarının özenle seçilmesi, bölgeyi sürgün yeri olarak gören görevlilerin gönderilmemesi, devletin memurunun, polisinin, doktorunun, savcısının, kısaca bütün temsilcilerinin halkı kucaklayacak bir yaklaşıma sahip olması gerektiğini söylüyor" dediler. Aynı isimlerden, Ramazan el-Bûtî referans gösterilmesinin nedenini sorduğumda ilginç bir cevap aldım. Cemaat temsilcileri bu konuda şu bilgileri verdiler: *"Ramazan el-Bûtî, Hocaefendi ile yakın ilişkileri olan birisi. Arap Baharı diye tırmanan süreçte el-Bûtî, Hocaefendi’ye bir mektup gönderdi. Bu mektupta Arap Baharı diye nitelenen süreç konusunda Arap dünyasının nabzına ilişkin görüşler vardı. Mektup, Arap Baharı karşısında Türkiye’nin aldığı pozisyon ve Arap alemindeki muhtemel sonuçları konusunda bölümler içeriyordu. Hocaefendi, bu mektubu içindeki mülahazalara ilişkin herhangi bir özel kanaat belli etmediği notuyla hükümet ile paylaştı."* Görüştüğüm isimler, "Gülen’in bu mektubu hükümetten kime ilettiği" sorusuna "Başbakan Yardımcısı **Bülent Arınç** " cevabını verdiler. Yeni Şafak’taki yazısına "Hocaefendi’yle görüşme, sorunlar ve sorular?" başlığını koyan Yusuf Kaplan ile ilgili bir noktaya da işaret edelim. Kaplan, Gülen cemaati konusunda rezervlerini hem Yeni Şafak’taki yazılarında, hem de **T24 **editörlerinden **Hazal Özvarış** ’a verdiği söyleşide kayda geçiren, doğru bildiğini söylemekten sakınmayan İslamcı bir entelektüel. Kaplan’ın rezervleri arasında; "Gülen cemaatinin de, AKP’nin de zafer sarhoşluğu içinde olduğu", "cemaat bünyesindeki Zaman ve STV’nin Ergenekon davalarına ilişkin haberlerinin Siyonist, zorba şebekelerin yayınlarından farksız olduğu, bu yayınlardaki dilin laikçi primitiflerin ürpertici ve Pravdavari dil ile örtüştüğü", "Türkçe Olimpiyatları’nda bir aşağılık kompleksi bulunduğu" iddiaları da yer alıyor. ## **Prof. Karaman’a göre Kuran’daki savaş emri ** Bu arada Gülen hareketi mahfillerinde hükümetin Suriye politikası bazı soru işaretleri ile ele alınırken "AKP’nin Hocaefendisi" diyebileceğimiz Prof. **Hayrettin Karaman** ’ın aksi yönde Yeni Şafak’ta yayımlanan yazısını da not edelim. Karaman, Yeni Şafak’ta yayımlanan (12 Ekim 2012) yazısında Fethullah Gülen’in de zaman zaman dile getirdiği "Sağ yanağına biri tokat atarsa ona karşılık verme, sol yanağını da ona çevir" yaklaşımına itiraz ediyor. Hz. İsa’ya izafe edilen bu sözün Kuran’da yer almadığını vurgulayan Karaman, "iktidar nasıl savaş için tezkere çıkarır" tepkilerine Kuran’dan ifadeler naklederek şöyle karşı çıkıyor: *"(…) Kur'an-ı Kerim böyle demiyor; zulmü ortadan kaldırmak, hakkı yerine getirmek, güçlünün zayıfı sömürmesini engellemek, haksız başkaldırmayı, isyanı, ihtilali önlemek için gerekirse savaşa izin veriyor veya duruma göre emrediyor…"* Velhasıl, hükümetin dersaneleri kapatma projesinde kendilerinin hedef alındığını düşünen Gülen cemaati ile AKP arasındaki Kürt sorunu hattında ilginç gelişmeler yaşanıyor... ## Okuyucu Yorumları
6907
yazarlar
Film geri sarılıyor; AKP’nin dinle imtihanı
null
# Film geri sarılıyor; AKP’nin dinle imtihanı İktidarpartisi, devletin tüm güçlerini arkasına almış, ama iktidarda değilmiş gibi davranıyor. Film geriye sarıldı. Ergenekon davası, Cumhuriyet mitingleri, 28 Şubat, 27 Mayıs, Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar gidiyoruz, geri adımlarla gidiyoruz. Film geri sarılıyor. Müslümanlarve Cumhuriyet arasında onarıldığı düşünülen yara yeniden kaşınıyor. Hem de cumhuriyet sınıflarının yaralandığı, kırılganlaştığı, mağdur olduğu bir ortamda. Müslümanlara mazlum kimliği biçiliyor. Ötekilere terörist muamelesi reva görülüyor. Cumhuriyetaydınları, laik kesimler, solcular, muhafazakârlar arasından çok kişi, düşünür, "biz - öteki" ayrımlarının aşılmasına katkıda bulundular. AKP iktidara gelmeden çok öncesine giden demokrasi sınavı verdiler. Otoriterlaikliğin, Kemalizmin eleştirileri, milliyetçiliğin, baskıcı devletin çözümlemeleri, demokrat düşünce tarihinin mirası zengindir. Gezi hareketi etrafında oluşan protestolar bu geleneğin ve demokrasi anlayışının derinleştirilmesini ifade etmektedir, derin devleti değil. İçki,kadın, faiz, Alevilik üzerinden, mutaassıp Sünni çoğunluk anlayışı dayatılmak isteniyor. Ahlaki temalar "muhafazakâr demokratlık" değil, geçmişin tutucu, "yobaz" kategorisini çağrıştırıyor. Kendi yarattığı yeni Müslüman sınıfların yeni hayat tarzlarını hiçe sayıyor. Toplum olarak yeni bir eşikteyiz. Gezi bir fırsattı, hepimiz için, gönüllerin alınması, öfkelerin dinmesi, mizahın çoğaltılması, daha çoğulcu, daha yaratıcı bir Türkiye için. Gezi'nin yerle bir edilmesi, genç, kadın, çocuk, doktor, avukat tanımadan uygulanan şiddet, otel lobilerine kadar süren kovalamaca, tutuklamalar, iktidarın inkâr sarmalına girdiğini gösteriyor. Türkiye demokrasisi kötü bir görüntü veriyor. Bu görüntüyü iktidarın kendisi veriyor. Sağır ve zalim bir iktidar görüntüsü kalabalıkla, sandıkla, seçimle silinemez. İktidar partisi, devletin tüm güçlerini arkasına almış, ama iktidarda değilmiş gibi davranıyor. Film geriye sarıldı. Ergenekon davası, Cumhuriyet mitingleri, 28 Şubat, 27 Mayıs, Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar gidiyoruz, geri adımlarla gidiyoruz. Film geri sarılıyor. Müslümanlar ve Cumhuriyet arasında onarıldığı düşünülen yara yeniden kaşınıyor. Hem de cumhuriyet sınıflarının yaralandığı, kırılganlaştığı, mağdur olduğu bir ortamda. Müslümanlara mazlum kimliği biçiliyor. Ötekilere terörist muamelesi reva görülüyor. Birbirine yabancı iki Türkiye’nin en yakınlaştığı, aradaki duvarların kalktığı, seküler ve dini sınırların törpülendiği bir dönemde laiklik ve İslamcılık karşıtlığı yeniden gündeme oturtuluyor. Birbirine karşı kuşku, derin güvensizlik bizi hızla bölünme, çatışma ortamına sürüklüyor. Eski Türkiye’nin refleksleri bumerang gibi gelip yüzümüze çarpıyor. Tüm bu olanlar adalet duygusunu zedeliyor, gerçeklik algısını bozuyor. ## AKP öncesinde verilen demokrasi sınavı Doğru değil, adil değil. Cumhuriyet aydınları, laik kesimler, solcular, muhafazakârlar arasından çok kişi, düşünür, "biz - öteki" ayrımlarının aşılmasına katkıda bulundular. AKP iktidara gelmeden çok öncesine giden demokrasi sınavı verdiler. Otoriter laikliğin, Kemalizmin eleştirileri, milliyetçiliğin, baskıcı devletin çözümlemeleri, demokrat düşünce tarihinin mirası zengindir. **İdris Küçükömer** ’den **Cemil Meriç** ’e kadar uzanan miras bugünün Türkiye’sini şekillendirmiştir. Gezi hareketi etrafında oluşan protestolar bu geleneğin ve demokrasi anlayışının derinleştirilmesini ifade etmektedir, derin devleti değil. Bugünkü İslamileşen siyasi söylem filmi geriye sarıyor. Doğru değil, adil değil. İslamcılık bugün dönüştü, kendi seçkinlerini yarattı. Müslüman aydınlar, İslami burjuvazi, örtülü gazeteciler, solcu Müslümanlar, İslamcılığın yeni yüzlerini, sınıflarını, seçkinlerini oluşturdular. İçki, kadın, faiz, Alevilik üzerinden, mutaassıp Sünni çoğunluk anlayışı ve İslami hayat tarzı dayatılmak isteniyor. Ahlaki temalar, "muhafazakâr demokratlık" değil, geçmişin dar, tutucu, "yobaz" kategorisini, yani dayatmacı ahlak anlayışını çağrıştırıyor. Kendi yarattığı yeni Müslüman sınıfların yeni hayat tarzlarını hiçe sayıyor. Gezi hareketi etrafında oluşan protestolar çoğulcu hayat tarzlarına saygıyı talep etti. Müslüman kalemlerden destek geldi. Aralarında birçok tanınmış Müslüman aydının olduğu "__ Ey Müslümanlar__" diye seslenen metin, her bir başlığı manifesto niteliğinde önem taşıyor. "Yoksulların ağaçlarını korumaya çalışanlar kibrin en sert yüzüyle karşılaştı... Yeniden dindar - laik çatışmasının yükseltilmesini kınıyoruz... Her şeyin zenginlik ve güçle değerlendirilmesi Müslüman ahlakını yansıtmaz, bir zaman mazlum olmak zalimin yanında yer almamızı gerektirmiyor..." diye yazarak yeni eşikteki yatay karşılaşmalara, etik dayanışmalara öncü oldular. Ve de en önemlisi "eğer ibadetimize, başörtümüze, mabedimize dokunulacağından korktuğumuz için, adalet ölçüsünden ayrılan yöneticileri her şartta haklı görmeye meylediyorsak bilmeliyiz ki, bir devlet ya da parti dinimizi koruyamaz" diyerek kendi iman ve adalet duygularına dayanmaları gerektiğini hatırlattılar. Laikçi İslamcı karşıtlığını kullanmak filmi geri sarıyor. Meydan demokrasisi yerine sokak demokrasisi, vatandaş yerine seçmen, muhafazakârlık yerine yobazlığa prim veriyor. İşte geldiğimiz yeni eşikte AKP dinle, Müslümanlık anlayışıyla sınanıyor. Öncelikle, İslam’ın siyasallaşmasına karşı duran, dinin bölücülüğe alet olmasını istemeyen müminler, aydınlar tarafından. ## Okuyucu Yorumları
4974
yazarlar
Genel Sağlık Sigortası mağduru aileler
null
# Genel Sağlık Sigortası mağduru aileler Sosyal devlet olalım, herkesi sağlık kapsamına alalım derken, genel sağlık sigortası yeni sosyal yaralar açmaya başladı. Ancak, açılan bu sosyal yaralardan sosyal güvenlik reformunu başarıyla uyguladıklarını her fırsatta iddia eden SGK yetkilileri ne kadar farkında orası şüpheli. Esasen, belki bir çözüm bulunur umuduyla posta masrafına da katlanıp kendilerine yüzlerce dilekçe gönderen vatandaş olmasına rağmen, vatandaş buna da alışır umursamazlığıyla bu sıkıntılar göz ardı edilmektedir. Bilindiği gibi, 2012 yılı Ocak ayından itibaren Türkiye’de yaşayan herkes, çalıp çalışmadığına, isteğe bağlı sigortalı olup olmadığına, part-time çalışıp çalışmadığına, özel sağlık sigortası veya zengin-fakir olup olmadığına bakılmaksızın zorunlu olarak genel sağlık sigortası kapsamına alındı. Ancak, herhangi bir sosyal güvencesi olmayanlar yönünden 2012 Ocak ayından itibaren uygulamaya giren zorunlu genel sağlık sigortası uygulaması binlerce aileyi ciddi bir şekilde mağdur edecek ve yoksulluklarını daha da artacaktır. Nasıl mı? Örneklerle açıklayalım… **Örnek Aile-1: 900 TL SSK emekli aylığı alan bir baba, çalışmayan ev hanımı anne ve 27 yaşında işsiz bir erkek çocuğundan oluşan ve başkaca bir geliri olmaksızın kıt kanaat geçinen bir aileyi düşünelim.** İşsiz erkek çocuğundan dolayı gelir testine tabi tutulan bu ailede kişi başına düşen gelir 300 TL olduğundan ve bu da brüt asgari ücretin üçte birinin (295,50 TL) üzerinde kalacağından, işsiz erkek çocuk için her ay 35,46 TL genel sağlık sigortası primi ödenecektir. Erkek çocuğu hasta olsun olmasın, hastaneye gitsin gitmesin 900 TL emekli aylığı ile ayın sonunu zor getiren ve işsiz oğluna harçlık vermekte zorlanan baba bunlara ilave olarak her ay oğlu için 35,46 TL’de genel sağlık sigortası primi ödeme zorunluluğu ile karşı karşıya bırakılmıştır. **Örnek Aile-2: Bağ-Kur’a borcu olan baba nedeniyle sağlık yardımı alamayan ev kadını anne ve yüksek lisans yapan ve çalışmayan bir erkek çocuğundan oluşan ve de işyeri dışında başka bir geliri olmayan bir aileyi düşünelim.** Baba Bağ-Kur borçlusu olduğundan hiçbir şekilde sağlık yardımı alamayacaktır. Ancak ailenin diğer geri kalanları isterlerse gelir testine tabi tutulabilecektir. Bu ailenin gelir testine tabi tutulduğunu farz edelim. Gelirleri maalesef 1.500 TL çıktı. Yani kişi başı 500 TL. Bu miktar asgari ücretin üçte birinden (295,50 TL) fazla olduğundan, hem anne hem de çocuk için ayrı ayrı aylık 35,46 TL genel sağlık sigortası primi ödenecektir. Yani toplamda 70,92 TL. Baba sağlık yardımı alamadığından hasta olma ve hastaneye gitme şansı ve lüksü yok. Giderse tedavi masraflarını cebinden ödeyerek tedavi olabilecek. Yani masraflar katlanacak. Çocuğun yüksek lisans eğitim harcamaları, harçlıkları da cabası. Allah bu aileye de yardım etsin. **Örnek Aile-3: 01/10/2008 tarihinden önce hiçbir sosyal güvencesi olmayan bir baba, çalışmayan ev kadını anne ve 25 yaşını geçmiş çalışmayan ve evlenmeyi bekleyen 3 kızdan oluşan ve oturdukları ev dışında sadece her ay sahibi oldukları ve kiraya verdikleri 2 evden aldıkları 1.500 TL kiradan başka geliri bulunmayan bir aileyi düşünelim.** Genel sağlık sigortası zorunluluğu nedeniyle 5 kişiden oluşan bu aile gelir testi yaptıracaktır. Bu ailenin gelir testi sonucunda kişi başına düşen gelir 300 TL olacaktır. asgari ücretin üçte birinden (295,50 TL) fazla olduğundan, baba ve 25 yaşını geçmiş 3 kız için ayrı ayrı her ay 35,46 TL olmak üzere toplam 141,84 TL genel sağlık primi ödeyecektir. Allah’tan anne kocasından dolayı bakmakla yükümlü kişi sayılarak prim ödemekten kurtulmuştur. Allah SGK’ya zeval vermesin. Buna da şükür… **Örnek Aile-4:Semt pazarlarında sebze-meyve satarak geçimini sağlayan ve aylık geliri asgari ücretten az olması nedeniyle Bağ-Kur muafiyetinden yararlanan ve evli olmayan bir kişiyi düşünelim.** Bu kişi, 1 Ocak 2012 tarihine kadar olan dönemde Bağ-Kur muafiyetinden dolayı sosyal güvenlik kapsamı dışında olduğundan sağlık primi de ödemek zorunda değildi. Ancak, 1 Ocak 2012 tarihinden itibaren yürürlüğe giren zorunlu genel sağlık sigortasından kaçamayacak maalesef. Zorunlu olarak SGK’nın sağlık yardımlarından yararlanmak istese de istemese de yaptıracağı gelir testi sonucunda muhtemelen kişi başına düşen geliri asgari ücretin üçte birinden (295,50 TL) fazla olacağından, her ay kendisi için 35,46 TL genel sağlık sigortası primi ödeyecektir. 1 Ocak 2012 tarihinden itibaren yürürlüğe giren genel sağlık sigortası uygulamasının mağdur ettiği ailelerle ilgili örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Sonuç olarak, SGK’nın duyarlı(!) yöneticilerinin gerek kendilerine gelen mektuplarda dile getirilen sorunları, gerekse yukarıda izah etmeye çalıştığımız ailelerin durumlarını dikkate alarak genel sağlık sigortası uygulamasında gerekli düzeltmeleri gecikmeden yapmalarında fayda vardır. "Yanlış Hesap Bağdat’tan Döner" misali, genel sağlık sigortası uygulaması gözden geçirilmelidir. ## Okuyucu Yorumları
4990
yazarlar
Hamamda kadınlar bayılsın
null
- A + Biz küçükken sokaklarda ayı oynatırlardı. Evet, yanlış okumadın küçüğüm. Şöyle düşün: Arkadaşlarınla sokakta oynuyorsun. (Evet evet, sokakta.) Derken efendim sokağın ucundan bir tef sesi geliyor. Dönüp bakıyorsun, bir ayı. Bildiğin ayı. Kimse şaşırmıyor. Bir adam tef çalıyor, ayının burnunda bir halka, zavallım tef sesiyle bir ileri bir geri hareket ediyor. O zamanlar ayıları koruyan hayvan hakları yok. Bu adamların ayıları kapattıkları kafesin zemini sıcak olurmuş, ayı ayakları yanmasın diye zıplarken adamlar da tef çalarmış aylarca, bu yüzden tef sesini duyunca bir ileri bir geri hareket ediyor yavrum, şartlı refleks. Rezalet. Ama sen henüz bunu bilmiyorsun. Tek bildiğin, evinin önünde bir ayı oynuyor, sen de arkadaşlarınla onun peşine takılmış elma yiyerek gidiyorsun. Bir karnaval havası. Bazı sorular aklını kurcalıyor tabii. "Bu adamlar bu ayıları nereden buluyor?" " İlk kez ‘Dur ben bir ayı bulayım, getireyim, onu oynatayım ve bu işten para kazanayım’ diyen o süper zeka kimdir?" Ama bunları sormuyorsun. Biraz düşünüp geçiyorsun. Küçükken böyle gelenek görenek ebenek gibi olan şeyleri pek sormazsın. Yaşar geçersin. İşte böyle yıllardı onlar küçüğüm. "Ne bakıyosun, ayı mı oynuyo?" diye bir sinirlenme şekli vardı mesela. Öyle zamanlardı. Buraya kadar bizim için normal. Ama işin hiç anlayamadığımız ve yine sormadığımız başka bir tarafı vardı. Yıllarca aklımı kurcalayan bir soru, ayı oynatıcı tarafından ayıya sorulan şu soruydu: "Hamamda kadınlar nasıl bayılır?" Bu soruyla ayı yere yatar, bayılmış gibi hareketler yapardı. İşte bu garip sorunun nereden çıktığını bilmeyen ve öğrenmeyen bir nesil olarak, hamamın bayılınan bir yer olduğu fikriyle korkudan hiç hamama gitmedik biz. İyi ki de gitmemişiz. Bugün okuduğum bir habere göre, hamamda kadınlar bayılmış. "Eskişehir’de bir hamamda, görevliler temizlik malzemelerini taşırken çamaşır suyu bidonunu merdivenlerde düşürdü. Hamamdaki kadın müşteriler, bidondan dökülen çamaşır suyundan etkilendi. Toplam 22 kadın, hastaneye kaldırıldı." Bugün çok şaşırtıcı olan bu olay, demek ki o zamanlar sürekli yaşanıyordu ve ayıların bundan haberi vardı. Çamaşır sularının bidonlardan şarıl şarıl aktığı, kadınların bayıldığı, ayıların bunu taklit ettiği delirmiş yıllardı o yıllar. Evet. Sonradan birileri zavallı ayıları korumayı ve bu olaya bir son vermeyi akıl etti, "ayı oynatmak" yasaklandı. Çok da iyi oldu. Biz de böylece oynayan ayılar ve hamamda bayılan kadınlar gibi şeylerden aklımızı koruyabildik. Şimdi ayılara eziyet edilmiyor. Hayvan hakları var. Şimdi daha yumurtadan çıkar çıkmaz civcive antibiyotik veriliyor. Kemikleri gelişmesin, sadece et yapsın diye... İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Onkoloji Enstitüsü Öğretim Üyesi Dr. Yavuz Dizdar anlatıyor, "Tavuklar tarladaki patatesler gibi hiç kıpırdamadan yetiştiriliyor. Bıraksanız bile kıpırdayamıyorlar... Elinize aldığınızda kemikleri kırılıyor. Sonra, her gün gencecik bir kadın meme kanserine yakalanıyor. Büyük olasılıkla daha sağlıklı diye sık sık tavuk yiyen bir kadın." Bugün sokakta ayı oynamıyor, kadınlar hamamda bayılmıyor. Bugün antibiyotikle tavukların bağırsak sisteminin gelişmesi önleniyor, böylece besinler bağırsak metabolizmasında kullanılmıyor, enerji tüketimi azalmış oluyor. Tavuk güneşe de çıkmıyor, kemikleri hiç gelişmiyor. Hayvan hasta. Buzağıların etleri pembe olsun diye demir verilmiyor, hayvanlar demir eksikliğinden ahırın paslanmış metal aksamlarını yalıyor. 8 aylık dana, küçücük olması gerekirken, kocaman inek oluyor. Nasıl hormonlarla beslendiklerini bilmiyoruz. Yavuz Dizdar anlatmaya devam ediyor, günde 2-3 kez yumurtlayan bir tavuğun yumurtasını yiyoruz, kız çocukları erken adet görmeye başladı... Herkes hasta, herkes kanser. Bugün sokakta ayı oynamıyor, kadınlar hamamda bir kaza olmadığı sürece bayılmıyor. Bugün tavuklar bile kıpırdamıyor, insanlar da zaten hamama gidecek kadar sağlıklı değil. Ya işte yavrucuğum, insan özlüyor eski günleri. Ayıların oynamasını değil ama içinden bir sürü çekirdek çıkan, mis gibi kokan domateslerden yediğimiz, etin-sütün-peynirin-balın verdiği sağlık ve enerjiyle hamama gidip oynarken sıcaktan bayıldığımız cahil, deli saçması günleri. ## Okuyucu Yorumları
5602
yazarlar
Huzur Sokağı artık burada oturmuyor
null
# Huzur Sokağı artık burada oturmuyor Huzur Sokağı için televizyon dünyamız için bir ilk tabiri yanlış olur. Çünkü aynı konu ekseninde, aynı paralelde, aynı kafada STV birçok dizi yaptı, yapıyor. Peki yadırgadığımız ne? Fark sadece popüler oyuncuların olması o kadar. Huzur Sokağı romanı yani ilk hidayet romanı Şule Yüksel Şenler’e ait. Romanı okumadım ama Yücel Çakmaklı’nın yönettiği başrolde Türkan Şoray ve İzzet Günay’ın olduğu romandan uyarlama Birleşen Yollar filmini en az iç kez izlemişimdir. Yönetmen gözüyle filmde gereği olmayan birçok sahne, diyalog v.b. bulduğumu belirteyim. Kurguda minimal hale getirilebilir, çünkü anlatılmak istenen düşünce çok çok fazla göze sokuluyor. Birbirine benzer diyalog ve sahnelerle. Türkan Şoray’ın canlandırdığı Feyza’nın abartılı halleri filmden aklımda kalanlar. Filmde hidayete eren kapanan Feyza ahlaklı, Feyza’nın önceki hayatı, hayatındaki her şey zengin anne babası ve diğer zengin arkadaşları hayatları bir anda ahlaksız olarak etiketleniyordu. Nitekim dizide de böyle vahim bir gidişat var. Sorarsanız bence dizi olarak bu konu çok daha fazla döndürülür, dolaştırılır, yıllarca uzatılabilir.Özetle dibine kadar sömürülebilir. Geçen sene hatırlarsanız üzerine yamışztım, Show TV’de yayınlanan Bugün ne giysem yarışmasında türbanlı yarışmacı Türkiye’nin 2. Şık kadını seçilmişti. İşte bu konuyla ilgili yazımda Tuna Kiremitçi’nin başlattığı o konuya da yer vermiştim. *Tuna Kiremitçi "Kelebek"teki köşesinde çok önemli bir konu ele alınmıştı. "Dizilerde niye türbanlı kadın yok?" Esra Elönü ise "Reytingimiz yok be abi..." diyerek cevaplamıştı. (Esra Elönübu tartışma sonrası anlamış mıdır acaba konunun reytingle alakası olmadığını?!..) Tuna Kiremitçi de "Sizi dizilerde sadece idealize edilmiş azizeler şeklinde görmek isteyen erkek egemen kafayla hesaplaşmadınız." şeklinde cevap vermişti. Bütün bunların üzerine Ertuğrul Özkök bu konunun derinine inen bir yazı yazmıştı. Dizilerde kocasını aldatan türbanlı kadın da seyretmeye hazır mısınız? Dizelerde sevdiği erkekle öpüşen türbanlı kadın da seyretmeye hazır mısınız? Dizilerde kötü, cinayet işleyen, hırsızlık yapan, arkadaşına kazık atan, gelinini arkadan bıçaklayan türbanlı kadın da seyretmeye hazır mısınız? gibi sorular sorarak aslında bütün nedenleri bir bir açıklamıştı. Ahmet Hakan da konuya dahil olup türbanlı kadınların gayet alengirli kıyafetlerle kamu alanında arzı endam etmesinin altını çizmişti. *"Türban" artık, renksiz, cazibesiz, ışıltısız bir hayatın başat unsuru olmaktan çıktı* demişti yazısında. Ve de Türkiye’nin en şık kadınını seçme amacı olan programda türbanlı bir yarışmacı moda tasarımcısı Betül Sinem Sezgin kendi tasarladığı ve terzisine diktirdiği kıyafetleriyle Türkiye’nin en şık 2. Kadını oldu. Türbanlı yarışmacının bir moda programında finale kalması ise Ahmet Hakan’ın sözlerini doğrular nitelikteydi. Dizilerimizin türbanlı kadına hazır olmadığı bir gerçek ama nasıl türbanlı kadın, işte Ertuğrul Özkök’ün dediği gibi kocasını aldatabilen, hataları olabilen ( tıpkı herkes gibi başı açık kapalı), zaafları olan ( tıpkı herkes gibi başı açık kapalı), kötülük yapabilecek( tıpkı herkes gibi başı açık kapalı) türbanlı kadınlar… Ve Kiremitçi’nin dediği gibi erkek egemen kafa ürünü idealize edilmiş azizeler olarak sunulmadığı kadınlar… Hazır mısınız? Hayır. *** Her şey zamanında ağır, güzel, iyi. Romanın yazıldığı dönemle bugün arasında uçurum var, her şey, herkes değişti, film hali bir derece diyebilirim ama bugün Huzur Sokağı diye bir sokak yok, haliyle sakinleri de yok. Huzur Sokağı artık burada oturmuyor. ## Okuyucu Yorumları
5705
yazarlar
İşte 'Türkiye'de Muhafazakârlık' araştırmasının sonuçları
null
# İşte 'Türkiye'de Muhafazakârlık' araştırmasının sonuçları Açık Toplum Vakfı ve Boğaziçi Üniversitesi'nin desteğiyle **Prof. Hakan Yılmaz**'ın yönetiminde, **Dr. Emre Erdoğan, Güçlü Atılgan, Merve İnce **ve **Murat Can ** tarafından yürütülen "Türkiye'de Muhafazakârlık: Aile, Cinsellik, Din" araştırmasının sonuçları açıklandı. Bazı yaygın kanaatlere aykırı sonuçlar da ortaya koyan araştırma sonuçları, siyasetten medyaya bütün kesimlerin dikkatle okuması gereken önemli veriler içeriyor. Altı yıl önce yapılan ilk "muhafazakârlık" araştırmasıyla karşılaştırmalarla ortaya konan sonuçlar, 16 ilin kentsel ve kırsal yerleşim birimlerinde, 18 yaş ve üzeri 1200 kişi ile hanelerde yüz yüze görüşme yöntemi ile elde edildi. Prof. Hakan Yılmaz’ın araştırma ekibi ve Açık Toplum Vakfı Başkanı **Hakan Altınay** ile birlikte dün akşam yaptığı sunumu izleyen gazeteciler arasındaydım. Bütün verileri ile değerlendirmelerini **T24** ’te ayrıca duyuracağımız bu önemli araştırmanın ekibi tarafından hazırlanan rapordaki bazı sonuçları paylaşmak istiyorum. - Araştırmaya göre, gerek siyasal, gerek özel hayata ilişkin muhafazakârlık tutumlarında uç noktalardan ortalara doğru bir toplaşma eğilimi var. Hem siyaset, hem özel hayat hakkındaki muhafazakâr tutumlarda, kendisini muhafazakâr bulmayanların oranı da, çok muhafazakâr bulanların da oranı azalmış. Buna karşılık, muhafazakârlığını "orta seviyede" değerlendirenlerin oranı artmış. - En çok muhafaza edilmek istenen kurum olan "aile"nin başat konumu 2006’dan 2012’ye gelişen süreçte daha da pekişmiş görünüyor. 2006’da yüzde 45,6 olan bu alandaki oran 2012’de yüzde 50,4’e ulaşmış. - En çok muhafaza edilmek istenen değerler arasında "din" yüzde 22,2’lik oranla 2006’da da, 2012’de de aynı kalmış. 2006’da yüzde 18,8 olan devleti muhafaza etme isteğine ilişkin oran 2012’de yüzde 15,5’e düşmüş. Aynı oran 2006 ve 2012’de "millet" için yüzde 10,5 ve yüzde 11 olmuş. ## 'Özgürlük' temel değer olarak yükseldi - Araştırma toplumda "bireyleşme" sürecinin hızlandığı yolunda önemli veriler de ortaya koydu. Bireyleşmenin derinleştiği ve yaygınlaştığının en temel göstergesini, "eşitlik, dayanışma, özgürlük" değerleri arasında "özgürlüğün" en çok tercih edilen temel değer olarak "eşitliğin" önüne geçmesi oluşturdu. "Muhafaza edilmesi gereken en önemli siyasal değer 2006’da yüzde 41,6 ile "eşitlik" iken, 2012’de yüzde 42,5 olarak "özgürlük" oldu. Özgürlük temel değer olarak 2006’da yüzde 37,4 düzeyinde destek görmüştü. - Bireyleşmenin önünde engel olan iki temel muhafazakâr değeri savunanlarında oranında yıllar içinde bir düşüş gözlendi. Düşüş gözlenen değer, "insan zayıftır; yanlış yola sapmaması için, başında mutlaka onu doğru yola sevk edecek bir otoritenin bulunması gerekir" ve "herkes hayatta layık olduğu yerdedir ve haddini aşmamalıdır" olarak açıklandı. "İnsanın zayıf olduğu için başına bir otorite gerektiği" yolundaki değere inananların 2006’da yüzde 36,8 olan oranı 2012’de yüzde 25,1’e düştü. "Herkesin hayatta layık olduğu yerde olduğu ve haddini bilmesi gerektiği" önermesiyle açıklanan muhafazakâr değere destek verenlerin 2006’da yüzde 43,8 olan oranı da 2012’de yüzde 35,4’e düştü. - Araştırmaya göre; aile yapısı, sosyal yapı ve siyasal rejim alanlarında değişim talebi çok az gözlendi. Sosyal yapıda ve devlet düzeninde daha önceden de zaten cılız olan değişim talebinde yıllar içinde kayda değer düşüşler yaşandığı belirlendi. En büyük değişim talebi ise ekonomik alanda ortaya çıktı. Ekonomik değişim talebi yıllar içinde büyüyerek 7 puanlık bir artışla yüzde 47’den yüzde 54’e yükseldi. ## İşkenceyi kabul edenlerde düşündürücü oranlar - "Haklar devlet tarafında tamamen kısıtlanabilir" diyenlerin oranında yıllar içinde büyük düşüşler gözlenmemesi, araştırmanın ortaya koyduğu önemli verilerden biri oldu. Ancak hakların devlet tarafından kısıtlanmasına ilişkin olarak siyasi haklar alanında 2006’dan 2012’ye geçen süreçte kayda değer düşüşler gözlendi. Örneğin, "toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkının tamamen kısıtlanabileceğinin" düşünenlerinin 2006’da yüzde 27 olan oranı 2012’de yüzde 14’e indi. "Dernek ve sendika kurma hakkının tamamen kısıtlanabileceğinin" öngörenlerinin oranı da 2006’da yüzde 17 iken 2012’de 8 puanlık düşüşle yüzde 9 olarak ölçüldü. Aynı oranlar "siyasi partilerin eşit şartlarda rekabet etmesinin kısıtlanmasının" başlığı altında 2006’da yüzde 11, 2012’de de yüzde 7 olarak ölçüldü. "Düşünce ve ifade özgürlüğünün tamamen kısıtlanabileceğini" kabul edenlerin 2006’da yüzde 10 olan oranı da 2012’de yüzde 6’ya düştü. "Medyanın özgürce yayın yapması ve sansür edilmemesi" hakkının tamamen kısıtlanabileceğini düşünenlerin oranı da yüzde 20’den yüzde 16’ya indi. - Siyasal haklardaki bu iyileşmeye karşılık "işkence" ve "eşcinsellik" söz konusu olduğunda toplumsal hassasiyette pozitif yönde hiçbir değişimin olmadığı da ortaya kondu. Örneğin "kimseye işkence yapılmaması" hakkının gerektiğinde devlet tarafında bütünüyle askıya alınabileceğini düşünen, yani "birilerine işkence yapılabilir" diyenlerin 2006’da yüzde 23,4 olan oranı neredeyse hiç değişmeyerek 2012’de 23,5 olarak ölçüldü. ## Homofobi hangi düzeyde? - Araştırmada, "eşcinsellik gibi farklı cinsel tercihlerin serbestçe yaşanması hakkı"nın gerektiğinde devlet tarafında tamamen kısıtlanabileceğini düşünenlerin 2006’da yüzde 58 olan oranı da küçük bir düşüşle 2012’de yüzde 54 olarak belirlendi. ## Ramazan'da oruç tutanların oranı düştü - Araştırma "dinsellik karşısındaki tutumlar" konusunda da önemli veriler ortaya koydu. Dindarlık seviyesinde 2006’dan 2012’ye kayda değer bir değişim gözlenmedi. Ancak "namaz ve oruç gibi temel ibadetlerin yerine getirilmesinde bir gevşeme olduğu" yolunda veriler elde edildi. "Bütün Ramazan ayı boyunca ve diğer dini günlerde oruç tutma ve ibadet pratikleri" 2006’da yüzde 18,7 iken 2012’de yüzde 10,2 olarak ölçüldü. Bütün Ramazan ayı boyunca oruç tutanların oranı da yüzde 60,4’ten yüzde 53,1’e indi. "Ramazan'da imkân buldukça" oruç tutanlar 2006’da yüzde 18,9 iken 2012’de önemli ölçüde düştü. Hiç oruç tutmayanların 2006’da yüzde 6,4 olan oranı 2012’de yüzde 12,3’e çıktı. - Dini kurallara uygun yaşamayanlardan ve ibadetlerini yerine getirmeyenlerden rahatsız olanların oranında da azalma tespit edildi. Ramazanda oruç tutmayanlardan rahatsız olanların 2006’da yüzde 33,3 oranı 2012’de yüzde 25,4’e düştü. Aynı oranlar namaz kılmayanlara karşı yüzde 26,4’ten yüzde 18,6’ya; başını örtmeyen kadınlara karşı yüzde 21,9’dan yüzde 14,1’e düşmüş olarak tespit edildi. - "Seçimlerde hangi partiye oy vereceğime karar verirken, bu partinin liderinin dini inançlarını hesaba katarım" diyenlerin oranı ise 2006’da yüzde 63 iken, yaklaşık 10 puan artarak 2012’de yüzde 72’ye yükseldi. Prof. Hakan Yılmaz, bu verileri toplu olarak değerlendirirken, deneklerin "ortalamada muhafazakârım, şu-bu konulardan rahatsız değilim, ama seçim söz konusu olduğunda muhafazakâr partiye oy veririm" düşüncesini yansıtmış olduklarını belirtti. ## Açık giyinen kadınlara hoşgörü arttı mı? - Araştırma "cinsellik karşısındaki tutumlarımız-hangi cinsel yaşantı biçimleri bizi rahatsız ediyor?" başlığı altında da önemli veriler ortaya koydu. "Cinsellik konusunda biraz daha rahat bir toplum" işareti veren verilere göre "açık giyinen kadınlardan rahatsız olanların 2006’da yüzde 52 olan oranı 2012’de 17 puanlık bir azalışla yüzde 35’e düştü. "Alkollü içki içenlerden rahatsız olanların" oranı da 2006’da yüzde 65 iken 2012’de yüzde 52’ye düştü. Aynı oranlar "bara ve gece kulübüne gidenlerden rahatsız olanlar" için yüzde 61’den yüzde 49’a inmiş olarak ölçüldü. "Küpe takan erkeklerden rahatsız olanlar" da yüzde 53’ten yüzde 42’ye indi. Sunumdaki tartışma sırasında bu verilerin "alkollü içki içilen yer ve açık giyinen kadınların toplumda giderek daha az görülmesi ve bu nedenle ‘uyaran’ azalışından kaynaklanmış olup olmayabileceği soruldu. Prof. Hakan Yılmaz, bu sorunun önemli olduğunu araştırma sonuçlarına bakarken değerlendirilebileceğini söyledi. ## Toplum kürtajı onaylıyor - Araştırmada 2006’da sorulmayan "kürtaj" konusuna da yer verildi. Elde edilen verilere göre, Türkiye toplumu "isteğe bağlı" kürtajlarda bile genel bir onaylama eğilimi ortaya koydu. İsteğe bağlı kürtajı onaylayan oranı yüzde 50, onaylamayanların oranı ise yüzde 47 olarak ölçüldü. Sağlık sorunlarına yol açma olasılığı karşısında kürtajı onaylayanların oranı yüzde 84’e yükseldi. - "Başörtüsü ve modernlik" değerlendirmesinde "başörtülü kadınların erkeklerle hukuksal, siyasal ve ekonomik eşitliği; başörtülü bir kadının modern bir kadın olma hakkı ve yetisi; ve tüm kadınların ister başları örtülü ister açık olsun erkek egemen toplumda benzer baskılara maruz kaldıkları" yönündeki tutumlarda küçük de olsa pozitif değişimler gözlendi. "Müslüman bir kadının başını örtmesi gerektiği veya başını örtmeyen bir kadının Müslüman sayılamayacağı" yolundaki tutumlarda ise yıllar içerisinde hemen hemen hiçbir değişiklik gözlenmedi. Örneğin "Müslüman kadın başını örtmelidir" diyenlerin 2006’da yüzde 38,8 olan oranı 2012’de yüzde 37,5 olarak belirlendi. "Başını örtmeyen kadınlar Müslüman sayılmazlar" diyenlerin oranı da 2006’da yüzde 18,9 iken 2012’de yüzde 16 olarak ölçüldü. ## Türkiye'de ideal kadın tipi - Araştırma Türkiye’de muhafazakârlığın çelik çekirdeğini kadının aile içindeki (eş ve anne olarak) rolüne ilişkin tutumların oluşturduğunu ortaya koyan önemli veriler de içeriyor. Araştırma sonuçlarına göre Türkiye’de "ideal kadın" şöyle tanımlanıyor: Erkeklerle hukuken eşit; gerektiğinde çalışıp para da kazanan, ama aile içerisindeki anne ve eş rollerini asla aksatmayan ve ev içi görevlerini aksatıyorsa işini bırakan; namus kodlarının dışına çıkarak kocasının şerefine halel getirmeyen bir kadın tipidir. - "Hayatımız tamamen değişmelidir" diyenlerin 2006’da yüzde 29,1 olan oranı 2012’de yüzde 14,2 olarak ölçüldü. "Hayatımız olduğu gibi sürmelidir" diyenlerin oranı da 2006’daki yüzde 14,8’lik seviyesinden yüzde 23,9’a yükseldi. Bir başka açıdan "hayatımız değişmelidir" diyenlerin yüzde 63 olan oranı yüzde 40’a düşerken, "hayatımız aynı kalsın" diyenlerin oranı yüzde 34’ten yüzde 54’e yükseldi. Bu veriler toplumun "daha statükocu" bir tutuma kaydığı, toplumsal ve siyasal hayatta değişim isteyenlerin oranının büyük ölçüde azaldığı şeklinde yorumlandı. ## Orta sınıf araştırması: Sol eğilimlerde yükseliş var - Toplantıda yine Boğaziçi Üniversitesi ve Açık Toplum Vakfı desteğiyle Prof. Hakan Yılmaz’ın yönetiminde yapılan "Türkiye’de orta sınıfı tanımlamak" başlıklı araştırmanın da özet sunumu yapıldı. Aynı kapsam, örneklem ve yöntemle yapılan bu araştırmaya göre, toplumda kötümserlik algısı arttı. Toplumun önemli bir bölümü kendisini (yüzde 44,7) "laikliği hiç değiştirmeden eksiksiz uygulamak isteyenlerin tarafında" tarif etti. Bu oran 2007’de de hemen hemen aynı (yüzde 44,9) ölçüldü. "Laikliği yeniden yorumlamak isteyenlerin" 2007’de yüzde 12,3 olan oranı da 2012’de yüze 15,4 olarak belirlendi. Laiklik konusunda "uzlaştıran merkeze" doğru anlayış sahipleri ise 2007’de yüzde 8,5 iken 2012’de önemli bir artışla yüzde 15’e çıktı. - Orta sınıf araştırmasında Avrupa Birliği taraftarlığı yüzde 57,6’dan yüzde 51,7’ye inmiş olarak ölçüldü. Araştırma sonuçlarına göre toplumdaki sol eğilimlerde de yükseliş var. ## Okuyucu Yorumları
5584
yazarlar
Şam'dan kaçan asker anlatıyor; Suriye ordusu hakkında her şey
null
# Şam'dan kaçan asker anlatıyor; Suriye ordusu hakkında her şey **A.E. ** Suriye’den Türkiye’ye kaçan askerlerden biri. Türkmen kökenli. Türkiye'ye kaçmadan önce Suriye’de zorunlu askerlik yapıyordu. Zorunlu görev süresi bitmesine karşın 7 aydır terhis olmasına izin verilmedi. Sonunda A.E. zorlu bir sürecin ardından Şam’dan Türkiye’ye kaçtı. A.E. ile ilk kez beş yıl önce tanışmıştım. Suriye’de Arapça öğrenirken bana yardımcı olan arkadaşlarımdan biriydi. İletişimimiz hiç kopmadı. 2009 ile 2010 arasında Suriye’de gazeteci olarak kaldığım dönemde de tüm yoğunluğa karşın ara sıra görüşebiliyorduk. A.E. ile ilgili olarak Şam’daki Türk ve Araplardan her zaman olumlu yorumlar duydum. A.E.’nin zorunlu olarak askere alındığını biliyordum. Suriye’deki olaylar sırasında da facebook üzerinden konuşabiliyorduk. Olayların başladığı ilk günlerde A.E. "İki tarafın da suçu var. Ama sonuçta sorumluluk devletin" diyordu. Suriye’deki şiddetten A.E. de payına düşeni aldı. A.E., kimliğini gizli tutması nedeniyle ayrıntıları bende saklı bir pusuda Özgür Suriye Ordusu tarafından sırtından vuruldu. A.E., bu olaydan sonra da Suriye'de artan şiddet sarmalında iki tarafın da suçlu olduğunu, ancak krizi çözmesi gereken sorumlunun Suriye rejimi olduğunu düşünüyordu. A.E. ile Türkiye’ye kaçışından bir hafta sonra yeri ve zamanı güvenlik nedeniyle açıklayamadığım bir yerde buluştuk. Suriye’deki olaylarla ilgili son gelişmeleri konuştuk. A.E. Suriye’deki karışık güvenlik mekanizmasından yola çıkarak olayların bu noktaya nasıl geldiği anlattı. A.E.’ye göre Suriye ordusunda Sünni ve Alevi (A.E.'nin kendisi "Nusayri" değil Alevi ifadesini kullanıyor) askerler arasında ciddi bir gerginlik var. Özellikle Savunma Bakanlığı’na düzenlenen saldırıdan sonra bu gerginliğin arttığını söylüyor A.E. A.E. Suriye ordusunun Şam dışındaki kent merkezlerinde kontrolü yitirdiğini anlatıyor. Şam haricindeki kent merkezlerinden kırsal bölgelere ciddi göçlerin yaşandığını da sözlerine ekliyor. A.E. Suriye kırsalındaki hemen hemen her köyün silahlandığını söylüyor. A.E.’nin anlattıklarına göre, Suriyelilerin yastık altındaki parasının yerini silahlar aldı. A.E.’nin dediğine göre ülkede silah satın almak artık hiç zor değil. A.E.’nin T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle: ## **‘Suriye’de terhis bitti, askerleri bırakmıyorlar’** ** - Suriye’de nerede görev yapıyordunuz ve ne zaman Türkiye’ye geldiniz?** Türkiye’ye geleli yaklaşık 1 hafta oldu. Gelmeden önce 25 ay boyunca askerdim. Şam kırsalında bir askeri birlikte görev yapıyordum. Operasyonlara katılmayan idari bir birimde görevliydim. 18 aylık zorunlu askerliğim bitmişti. 7 ay da fazladan askerlik yaptım. Bu dönemde artık hiçbir şekilde askeri bırakmıyorlar. **- Terhis olamıyor musunuz?** Terhis olayı yok artık. Ucu açık devam ediyorsunuz. Şam’dan Halep’e geldim. Halep’ten de Kilis’e yakın bir noktadan gayriresmi yollarla sınırı geçtim. **- Kim sizi sınırdan geçirdi? Kendi başınıza mı geçtiniz?** Hayır, kendi başıma geçmedim. O sınır köylerinde sürekli Türkiye’ye gayrimeşru yollardan gelip giden bazı insanlar var, yollar var. ## **‘Beni Türkiye’ye Özgür Suriye Ordusu soktu’** ** - Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) gibi mi?** Evet. Hatta beni sınırdan geçiren Özgür Suriye Ordusu idi… **- Şu an Şam’daki çatışmalar ne durumda?** Şam merkezi diğer illere ya da Şam’ın kırsalına göre daha durgun ve sakin bir durumda. Ama Şam’ın etrafı genelde kenar mahalleleri ve şu anda 24 saat sürekli çatışma, bombardıman altında. **- Hangi mahalleler bunlar?** Genelde Şam’ın güney tarafı, Filistinli mültecilerin ağırlıklı yaşadığı bölgeler Tadamuk, Yarmuk, Muhayyen Filistin, Subeyna gibi yerler. Şam’ın içinde merkezî olarak da Kafer Susa ve Mezze bölgesi. Şam’ın biraz dışına çıkınca Şam’ın etrafı Muaddamiye, Derraya, Seyidine Zeynep gibi bölgeler aylardır çatışmalara ve askeri operasyonlara sahne oluyor. **- Şam’ın kaçta kaçı Esad yönetiminin kontrolünde?** Şam merkezi hâlâ büyük oranda Esad’ın kontrolünde. Ama nerede, ne zaman, ne şekilde çatışma olabileceği belli değil. Gerek ordu, gerek diğer güvenlik birimleri olmak üzere Şam’daki asker sayısı muazzam fazla... Merkezde ağırlıklı olarak ordu değil, güvenlik birimleri var. ## **‘Suriye’de ordudan güçlü güvenlik birimleri var’** ** - Nedir bu güvenlik birimleri?** Suriye’de yaklaşık 17 tane güvenlik birimi var. Bunların bazıları orduya, bazıları İçişleri Bakanlığı’na bağlı, ama onlar Suriye’deki en güçlü birimler. Çoğu ordudan bile daha güçlü olarak kabul edilir. Askeri istihbarat, siyasi istihbarat, İçişleri Bakanlığı’na bağlı cinayet masası gibi. **- Bu istihbarat görevlileri fiilen çarpışıyor mu?** Tabii; olayların başından beri çarpışıyorlar. Suriye’de kriz ilk başladığında, yani sadece protestolar başladığında sürekli bu güvenlik birimleri müdahale ediyordu. Başlarda ordu hiç ortada yoktu. Ordu çatışmalar arttığında ve muhaliflerin eline ağır silahlar geçtikten sonra devreye girdi. **- Ordunun müdahalesiyle bahsettiğiniz güvenlik birimlerinin müdahalesi arasında farklı bir tutum söz konusu mu?** Özel güvenlik birimlerinde askerliğini yapan erler değil, gönüllü askerler oluyor. ## **‘Güvenlik birimlerinde maaşlı askerler çalışıyor’** ** - Şebbiha mı bunlar?** Hayır, bunlar tamamen farklı. Özel güvenlik birimlerindeki gönüllü askerler. Türkiye’deki polis gibi düşünün. Ama bunlar polis değil. **- Bu "gönüllüler" maaş alıyor mu?** Tabii, bunlara uzman asker diyelim. Türkiye’deki örneği belki uzman çavuşlar olabilir. Bunlar zaten olaylardan önce de vardı. Özel güvenlik birimleri olaylardan önce de çok güçlüydü. Polisin halledemediği sorunlara onlar müdahil olur. Ordunun içinde yaşanan olaylar bile o bölgedeki güvenlik birimlerine havale edilir; yani askeri istihbarata (muhaberat Cevviye). Muhaberat Cevviye, Suriye’de en güçlü birimdir. **- Nedir bu Muhaberat cevviye?** Hava kuvvetlerine bağlı istihbarat servisi. Hava İstihbaratı Komutanı da General **Cemil Hassan** ’dır. **- Bu farklı özel güvenlik birimleri birbirinden bağımsız mı?** Bunlar birbirinden bağımsız. Kimisi İçişleri Bakanlığı'na bağlı, kimisi Genelkurmay’a. Genelde bu birimlerin hesap verdiği nokta daha yüksektir. Cumhurbaşkanı gibi... Cemil Hassan dediğimiz kişi Savunma Bakanı ya da İçişleri Bakanı’ndan direktif alacak biri değil. Bunlar kendi içinde çok güçlü yapılar ve fiiliyatta doğrudan Cumhurbaşkanı’na bağlılar. ## **‘Halep’in yüzde 80’inden fazlası muhaliflerin kontrolünde’** ** - Suriye’nin kontrolü konusuna geri dönelim. Kaçarken Halep’ten geldiğinizi söylediniz. Halep’te muhaliflerin kentin yüzde 80’ini ele geçirdiğine yönelik iddialar vardı. Halep’e yönelik gözlemleriniz nedir?** Belki yüzde 80’den daha fazlasının muhaliflerin elinde olduğu söylenebilir. Halep’e tek bir giriş yolu var. O da güneybatı tarafındaki Şam yolundan. Şu ana kadar Suriye askerleri Halep’in bir mahallesinde bile doğru düzgün kontrolü ele geçiremedi. Çatışmalar Halep’in girişi olan Selahaddin ve Seyfül Delve diye bilinen mahallelerde oluyor. Buradaki çatışmalar her iki taraf için de vur-kaç operasyonları şeklinde. Ama Halep’in içinde mevzilenen Özgür Suriye Ordusu. Askeri birlikler Halep’in belli bölgelerine giriyor, çatışıyor ve tekrar geri çekiliyor. Şu sıralar ordu birlikleri ağırlıklı operasyonlarını havadan yürütüyor, bombardıman şeklinde. ## **‘Uyarılara rağmen evlerini terk edemeyen siviller zarar görüyor’** ** - Operasyonların sivillere yönelik olduğuna dair tepkiler de var. Sizin gözlemlediğiniz kadarıyla bu operasyonlar Özgür Suriye Ordusu’na mı, yoksa sivillere mi yönelikti?** Operasyonlar ayaklanma olan bölgede gerçekleşiyor. O bölgelerde zaten Özgür Suriye Ordusu’nun üyeleri var. Ama Suriye ordusu operasyon yaptığı bölgelerin içlerine kadar giremiyor kara kuvvetleriyle. İç kesimlere havadan, top atışı ya da tank atışı ile bombardıman yapıyor. Daha sonra ordu o bölgeye girmeye çalışıyor. Normal olarak o bölgede siviller de yaşıyor. İçeriye girdikten sonra bölgede sivil ya da asker ayırt etmeden de operasyonlar sürüyor. Bazen de operasyon yapılacak bölgelerde önceden duyuru yapılıyor. Bir-iki gün içinde bu bölgeden çıkın, evlerinizi bırakın diye. Herkes evlerini terk edemiyor. Herkesin gidecek yeri yok. Evlerini terk edemeyen siviller de çatışmalarda zarar görüyor. ## **‘Operasyonlara çoğunlukla Aleviler katılıyor’** ** - Operasyona katılan askerler hep Nusayriler mi? Senin Şam’daki gözlemlerin nedir?** Bir bölgeye operasyon olacağı zaman genelde Alevi (kendisi bu adlandırmayı kullanıyor) askerler katılıyor. Bunlar güvenlik birimlerindeki Aleviler ağırlıklı olarak. Bu arada güvenlik birimlerinin mensuplarının çok büyük bir bölümü Alevi kökenli. Sünni askerler daha farklı şekilde kullanılıyor. Kurulan kontrol noktalarında ya da girecekleri bölgeyi önce kıskaç altına almada kullanılıyor. Sünni ve Alevi olarak karışık olan ordu grupları operasyonlara çok daha az katılıyorlar. Çünkü ordu, Sünni askerlerden korkuyor. Bırakıp gitmesinden, kaçmasından ya da muhaliflerin safına katılmasından endişe ediliyor. **- Siz bir fiil operasyonlara katıldınız mı?** Hayır. **- Sizin birliğinizden katılanlar oldu mu?** Hayır. **- Suriyeli arkadaşlarınız oldu mu operasyonlara katılan?** Evet. **- Bunlar Sünniler miydi?** Ağırlıklı olarak Alevi idi. ## **‘Operasyona katılmayı reddeden Sünnilere gözaltı ya da idam' ** ** - Sünni arkadaşlarınız katılmadı mı?** Operasyonlarda Sünni olan arkadaşlarım da vardı. Olayların başında Sünniler zaten etkin bir şekilde kullanılıyordu. 2011’den bahsediyorum. İşler bu noktaya gelmemişti. Askerler arasında ciddi ayrımcılık yoktu. Ama son aylarda, son iki üç ayda askerler arasında ciddi mezhepsel ayrımcılık var. **- Sünni askerler bu tip operasyonlara katılmayı reddetmedi mi?** Reddedenler oldu. Bunlar gözaltına alındı ya da idam edildi. ## **‘Kurşun atmayı reddeden asker yerinde idam edilir’** ** - Kurşun atmayı reddeden bir askerin sonu...** Eğer bir operasyonda kurşun atmayı reddeden bir asker varsa komutanı tarafından silahı çekilip vurulur. Yerinde idam edilir... Askerden kaçtıktan sonra Özgür Suriye Ordusu mensupları bana farklı olaylardan bahsettiler. Halep merkezdeki çatışmalarda bazı askerlerin savaşmadığından bahsediyorlardı. Tankların hedefi nişan almadığını anlatıyordu. Askere emir geldiğinde vurmak zorunda. Ama askerler öldürmemek için boş hedeflere nişan alıyormuş. Halep’te onlarca tank ele geçirildi. Bazen askerler tankları bırakıp gidiyordu. Bu başlarda çok yaşandı Halep’te. Asker kendi canını kurtarmak için ya da savaşmak istemediği için tankı terk ediyordu. Muhalifler anlattığına göre tankların içinde zincirlenmiş ölü ve yaralı askerler de ele geçirmişler. **- Sünni ve Alevi askerler arasında anlaşmazlık ya da bir çatışma var mıydı?** Askerler arasında çatışma yok, ama çok ciddi bir gerilim var. Kimse kimseye selam vermez durumda şu an. Askerler birbirinden korkmaya başladı. Aleviler Sünnilerden, Sünniler Alevilerden korkuyor. Alevilerin korkmasının nedeni şu: Biz Sünni askerlere silah veriyoruz, kafası atar kalkıp bizi vurur diye. Sünniler de Alevilerden nasıl korkuyor? Yanlışlıkla ağızlarından bir şey çıkar ve rejime karşı bir şey söylerler diye korkuyorlar. O zaman istihbarat gelip askeri alıp götürüyor. Bunun örneği bizim bölükte oldu. Hatta baya bir örneği oldu. Birçok çocuğu alıp götürdüler... **- Sırf ağzından yanlış şeyler kaçırdığı için mi?** Evet. Mesela ilk aklıma gelen iki ay önce olan bir olay. Bizim bir arkadaşımız şehir merkezine inmişti. Yolda bölüğe gelirken Özgür Suriye Ordusu tarafından kaçırılmış. Çocuğu iki gün elde tutup serbest bırakmışlar. Çocuk birliğe iki gün geç gelince kaçırıldığını söyledi. "Seni niye tekrar bıraktılar" diye sordular. Bu çocuk Sünni Homs’luydu. Çocuğu hapse attılar. Daha sonra çocuğu askeri istihbarat alıp götürdü. Ertesi gün çocuğun iki oda arkadaşını da alıp götürdüler. Yaklaşık iki aydan fazla oldu ve çocuktan hiçbir haber yok. ## **‘Bizim bölüğün neredeyse yarısı kaçtı’** ** - Sizin bölüğünüzde sizin dışınızda kaçanlar oldu mu?** Benim bölüğümde subay, er, erbaş ve gönüllü askerler olmak üzere toplam sayı 350 kişiydik. Şu ana kadar kaçanların sayısı 150’ye ulaştı. Bunun içinde bir albay da var. Bizim bölükteki tek Sünni albaydı. **- Alevi askerlerden kaçanlar var mı?** Hayır. Öyle bir durum söz konusu bile olamaz. **- Siz Türkmen kökenlisiniz, Suriye ordusunda sizin gibi ne kadar çok Türkmen asker var?** Ne kadar olduğunu bilmiyorum. Bu mecburi bir askerlik hizmeti. Yaşı gelen herkes Türk, Arap ya da Kürt olduğuna bakılmaksızın askere gidiyor. Şöyle bir nokta var aslında; 2011’den beri hiç kimse askere gitmiyor. Askerlik zamanı gelenler dahi birliklerine gidip katılmıyor. Kimse de terhis olmuyor. **- Suriye’nin ne kadar askeri var?** Resmi olarak söylenen benim bildiğim 500 bin. ## **‘Suriye ordusu, daha çok dayanır' ** ** - Sizce Suriye ordusu ne kadar dayanabilir daha?** Ordu tabii ki dayanır. Karşılarında savaştıkları insanlar askeri eğitim almamış. Sadece eline silah almış insanlar. Ordunun askeri eğitimi ve teçhizatı var. Ordu daha çok dayanır. Ordu vazgeçecek diye bir durum söz konusu değil. **- Sizce, ordu kapasitesinin kaçta kaçını kullanıyor?** Bence yüzde 50 bile değil. ## **‘Suriye rejimi, kendi ordusuna güvenmiyor’** ** - Bunu neye dayanarak diyorsunuz?** Örneğin Suriye ordusunun operasyonel olmayan idari birimleri çok fazla. Daha onlar yerinden kımıldamadı. Kışlalarından çıkmadılar bile. Olaylarla ilgileri bile yok. Onların tek görevi kendi rutin işlerine bakarak kendi birliklerini korumak. O anlamda Suriye ordusunun yüzde 50’si yerinden hareket etmedi. Suriye ordusu çok büyük, kalabalık, bunu da aklınızda tutun. Ayrıca bunun farklı nedenleri var. Suriye rejimi, kendi ordusuna da güvenmiyor. Askere güvenip eline silah verip sokağa da salmıyor. 2011 sonlarında ve 2012 başlarında rejimin çok canı yandı. Özellikle Dara’ya gönderdiği askerler bırakıp silahlarıyla birlikte muhaliflere katıldı. Onun için bu konuda daha temkinli rejim. Bu sebepten ağırlıklı Alevi askerleri savaştırıyor. **- Suriye ordusunun güçlü olduğu yönleri nelerdir?** Muhaliflerin sayısı giderek artıyor. Teçhizatları var, silahları da giderek çoğaldı. Belki ordununkilerle kıyaslanamaz, ama muhalifler de güçleniyor. Ama Suriye ordusunun en büyük gücü hava kuvvetleri. Gerek İdlip, gerek Halep’te olsun Suriye ordusu operasyonlarını havadan sürdürüyor. Savaş uçaklarıyla bombardıman yapıyor. Muhaliflerin elinde sınırlı sayıda uçaksavar var. Ama onu kullanan muhalifler gerekli eğitimi almamış durumda. Özgür Suriye Ordusu kim? İşçi, çiftçi eline silah alan Suriyeliler. **- Dışarıdan gelen askerler ile ilgili iddialar var?** Onlarla ilgili iddialar var. Ama ben, kendi gözümle görmedim; birinci ağızdan da duymadım. **- Suriye ordusu size göre hâlâ güçlü, öyle mi?** Suriye ordusunun elinde kısa menzilli ve uzun menzilli füzeler var. Hava savunma sistemleri güçlü. Zaten bunu artık herkes biliyor. Onun dışında yerdeki gücü asker sayısının çok olmasından kaynaklı. Suriye nüfusu ile asker sayısını kıyasladığınızda muazzam bir sayı ortaya çıkıyor. Az önce bahsettiğim 500 bin rakamının içinde güvenlik birimlerinin sayısı yok. Normal ordudan bahsediyorum. ## **‘Devlet bizzat Alevileri silahlandırdı’** ** - Şebbiha tam olarak nedir?** Şebbiha tamamen sivillerden oluşan güçler. Bunların hiçbir askeri sıfatı yok. Rejime destek veren Alevilerden oluşuyor genel olarak. Bunlar gönüllü şekilde savaşıyorlar. Ama şunu söylemek gerekir Suriye’deki Alevilere zaten silah dağıtıldı. **- Nasıl, kim tarafından?** Devlet bizzat Alevileri silahlandırdı. Mesela Şam’ın merkezinde bir Alevi mahallesi var. O mahallenin tamamına silah dağıtıldı. **- Siz bu silahların dağıtıldığını gördünüz mü?** Gözümle gördüğüm daha ilginç bir olayı size anlatayım: Şam Üniversitesi’nde Alevi kökenli üniversite öğrencilerini topladılar. "Öğrenci Birliği" diye bir şey kurdular. Başlarda gösteriler olduğunda bu birliğe cop verip göstericileri dağıtmak için kullandılar. Şimdi o öğrencileri silahlandırdılar. **- Bu öğrenciler arasında Hıristiyan, Kürt ve Sünniler gibi unsurlar var mı?** Kesinlikle hayır, sadece Alevi öğrenciler... **- Suriye’de okuyan Hatay kökenli Türk-Alevi öğrenciler vardı. Bu silahlananların arasında Türk Alevi öğrenciler var mı?** Hataylı arkadaşlar bu olaylara katılmadı. Ama birkaç tane Türk ve Suriyeli çifte vatandaş Alevi öğrenciler vardı. Ama bunlara silah verilip verilmediğini bilmiyorum. Sanmıyorum o öğrencilerin silahlandırıldığını. Ama bazı çift vatandaşlığa sahip öğrenciler, ilk başlarda göstericileri dağıtmaya çalışan bu öğrenci birliğinde yer alıyordu. Yine de bu öğrencilere silah verildiğini sanmıyorum. ## **‘Silah verilen öğrenciler, silahsız öğrencilere kurşun sıktı’** ** - Diğer Alevi öğrencilere silah verildiğini söylediniz. Bu öğrenciler bu silahları sivillere karşı kullandı mı?** Kesinlikle, herkes Şam’da bunları gördü. Elinde silah olmayan göstericilere bu öğrenciler kurşun sıktı. Bunu yapanlar ağırlıklı işte Şebbiha dediğimiz gruplar. Tamamen sivil, ama devletin desteği altındalar. **- Ordunun içinde, sizin bölüğünüzde ya da arkadaşlarınız arasında bu rastgele sivillerin öldürülmesine tepki yok muydu?** Sünni askerlerden tabii ki bir tepki var. Onların hepsi zaten muhalif durumda ama ellerinden gelen bir şey yok. Onlar emir altında. Bırakıp kaçamıyorlar. **- Neden?** Elinde resmi bir izin kâğıdı olmayan bir askerin Şam’ın dışına çıkması mümkün değil. Şam’ın giriş ve çıkışlarında hep kontrol noktası var. Elinde izin kâğıdı olmayan bir asker, kaçmış bir askerdir. Onu hemen alıp tutukluyorlar zaten. O yüzden askerlerin kaçma, ayrılma ya da muhaliflere katılma durumu çok sıkıntılı bir durum. **- Siz bu gibi konuları Sünni askerlerle kendi aranızda konuşabiliyor muydunuz?** Elbette tabii ki konuşuyorduk. ## **‘Askerde Sünniler ve Aleviler ayrıldı, kimse kimseyi sevmiyor’** ** - Arkadaşların da bu olan bitene tepkili mi?** Tabii ki tüm Sünni askerler tepkili. Zaten askerler arasında gruplaşmalar oldu. Sünniler ve Aleviler ayrı grup. Artık kimse kimseyi sevmiyor. Kimse kimseye selam vermez duruma geldi. **YARIN: **Esad'ın ordusu ile Özgür Suriye Ordusu'nun idamları ve Suriye'deki Kürtlerin durumu ## Okuyucu Yorumları
2777
yazarlar
SGK'dan yetim aylığı alırken evlenen kız çocuklarının sosyal güvenlik hakları
null
# SGK'dan yetim aylığı alırken evlenen kız çocuklarının sosyal güvenlik hakları ** ** 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’na göre kısa vadeli sigorta kollarına (iş kazası, meslek hastalığı, hastalık, analık) tabi olacak şekilde ceza infaz kurumları ile tutukevleri bünyesindeki çalışmalar, aday çırak, çırak, işletmelerde mesleki eğitim, meslek liseleri veya yüksek öğrenim sırasında zorunlu staj çalışmaları hariç olmak üzere **SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı statüsünde veya yabancı bir ülke mevzuatı kapsamında çalışmayan veya kendi sigortalılığı nedeniyle gelir veya aylık bağlanmamış olan**; -18 yaşını, -Lise ve dengi öğrenim görmesi halinde 20 yaşını, -Yüksek öğrenim yapması halinde 25 yaşını, doldurmayan veya, -SGK Sağlık Kurulu kararı ile çalışma gücünü en az % 60 oranında yitirip malûl olduğu anlaşılan veya, -Yaşları ne olursa olsun evli olmayan, evli olmakla beraber sonradan boşanan veya dul kalan, kız çocukları, sigortalı anne ve babanın hak sahibi sayılmakta ve kendilerine şartların mevcut olması durumunda iş kazası ve meslek hastalığı sigortası kolundan **gelir, **ölüm sigortası kolundan da ** aylık** bağlanmaktadır. Bu yazımızda SGK’dan hak sahibi olarak gelir ve/veya aylık alan kız çocuklarının evlenmeleri halinde hangi sosyal güvenlik haklarına sahip oldukları hususu irdelenecektir. 1-SSK, Bağ-Kur veya Emekli Sandığından yetim gelir veya aylığı almakta iken evlenen kız çocuklarının gelir ve aylıkları kesilir. Kız çocuklarının SSK veya Bağ-Kur’lu olan anne ve babasından dolayı yetim gelir ve aylığı alabilmeleri için **yaşları ne olursa olsun evli olmamaları, evli olmakla beraber sonradan boşanmış veya dul kalmış olmaları şarttır**. Dolayısıyla, yetim gelir ve aylığı alan kız çocuklarının evlenmeleri halinde SGK’dan almakta oldukları gelir ve aylıkları kesilmektedir. Aynı şekilde, Emekli Sandığına tabi anne ve babasından dolayı yetim aylığı almakta olan kız çocuklarının evlenmeleri halinde de aylıkları kesilmektedir. 2-SSK ve Bağ-Kur’dan yetim gelir veya aylığı almakta iken evlenen kız çocuklarının iki yıllık tutarda evlenme ödeneği alma hakları vardır. Evlenmeleri nedeniyle, gelir veya aylıkları kesilmesi gereken kız çocuklarına **evlenmeleri **ve talepte bulunmaları halinde almakta oldukları gelir veya aylıklarının **iki yıllık tutarı **bir defaya mahsus olmak üzere ** evlenme ödeneği** olarak peşin ödenir. Örneğin; A şahsının SSK’dan emekli aylığı almakta iken 12.01.2009 tarihinde vefat ettiği ve hak sahibi sıfatını taşıyan dul eşine 500 TL, yetim oğlu ve kızının her birine de 200’er TL aylık bağlandığı, kızının da 15.10.2010 tarihinde evlendiği varsayıldığında, evlenmesi sebebiyle yetim aylığı kesilecek olan kız çocuğunun talep etmesi halinde almakta olduğu yetim aylığının 24 aylık tutarı (200 TL X 24=4.800.000 TL) evlenme ödeneği olarak kendisine peşin ödenecektir. Kız çocuklarının evlenme ödeneği alabilmeleri için almakta oldukları gelir veya aylıklarının **evlenme sebebiyle kesilmesi ** gerekmektedir. Dolayısıyla, yetim kız çocuklarının **gelir veya aylıkları Türkiye’de veya yurt dışında çalışmaya başlamaları veya kendi sigortalılıklarından dolayı gelir veya aylık almaya başlamaları sebebiyle kesilmiş ise evlenme ödeneği alma hakları bulunmamaktadır**. Buna karşın, kız çocuklarının evlenme ödeneği hakkından yararlandıktan sonra çalışmaya başlamalarında herhangi bir engel bulunmamakta, başka bir deyişle evlenme ödeneği hakkından yararlanan kız çocuklarından çalışmaya başladıkları gerekçesiyle daha önce ödenmiş olan evlenme ödeneğinin geri alınması gibi bir durum söz konusu değildir. 3-Evlenme ödeneği hakkından yararlanmak için yazılı talepte bulunmak şarttır. SSK ve Bağ-Kur’dan yetim gelir ve aylığı almakta iken evlenen kız çocuklarının evlenme ödeneği hakkından yararlanabilmeleri için SGK’dan yazılı talepte bulunmaları gerekmektedir. Bu haktan yararlanma isteyen kız çocukları bir dilekçeyle ilgili SGK İl/Sosyal Güvenlik Merkezine başvurmaları ve evlenme tarihleri nüfus kütüğüne işlenmemişse, evlenme cüzdanlarının bir örneğini de bu dilekçelerine eklemeleri zorunludur. 4-Evlenme ödeneğinden yararlanmak için 5 yıl içinde talepte bulunmayan kız çocuklarının bu hakları ortadan kalkar. SGK mevzuatında kız çocuklarının evlenme ödeneğinden yararlanmaları için her hangi bir süre ön görülmemiştir. Başka bir ifadeyle evlenme ödeneği başvurusunun evlenme tarihinden sonra yapılmış olması yeterli olmaktadır. Ancak, 5510 sayılı Kanunun 97 inci maddesinin üçüncü fıkrasındaki "....*Kısa vadeli sigorta kollarından ve ölüm sigortasından kazanılan diğer haklar, hakkın doğduğu tarihten itibaren beş yıl içinde istenmezse düşer."* hükmü uyarınca evlenme ödeneğinin beş içinde talep edilmemesi halinde bu hak ortadan kalkmaktadır. Örneğin; SSK’dan yetim aylığı almakta iken 15.07.2005 tarihinde evlenen bir kız çocuğu evlenme ödeneği hakkından yararlanmak için 10.11.2010 tarihinde talepte bulunmuş ise, beş yıllık hak düşürücü süre nedeniyle bu haktan yararlanamayacaktır. 5-Evlenme ödeneğinden bir defaya mahsus yararlanılabilir SSK ve Bağ-Kur’dan yetim gelir ve aylığı almakta olan kız çocukları evlenme ödeneği hakkından sadece bir defa yararlanabilirler. Bu bağlamda, yetim gelir veya aylığı almakta iken evlenen ve evlenme ödeneği hakkından yararlandıktan sonra eşinden boşanmış veya dul kalmış bir kız çocuğuna yeniden yetim gelir veya aylığı bağlanmış ve daha sonra tekrar evlenmiş ise, bu kız çocuğu yaptığı bu yeni evlilikten dolayı evlenme ödeneği hakkından yararlanamayacaktır. Ancak, evlenme ödeneği hakkı bir defaya mahsus olmakla birlikte, bu haktan ilk evlilikte yararlanılması şartı da yoktur. Dolayısıyla evlenme ödeneği hakkından daha önce yararlanılmamış olması ve yetim gelir ve aylığı almakta iken evlenilmiş olması şartıyla daha sonraki evlilikler (örneğin ikinci, üçüncü evlilik) sırasında da bu haktan yararlanılması mümkündür. 6-SSK’dan hem yetim geliri, hem de yetim aylığı alan kız çocuklarının her ikisinden de ayrı ayrı evlenme ödeneği alma hakları vardır. Yazımızın baş tarafında kız çocuklarının, SSK’ya tabi anne ve babasından dolayı aynı anda iş kazası-meslek hastalığı sigortası kolundan **gelir, **ölüm sigortası kolundan da ** aylık** alabileceklerini belirtmiştik. İşte, bu şekilde aynı anda yetim geliri ve yetim aylığı alan kız çocuklarının evlenmeleri halinde **çift evlenme ödeneği** alma hakları bulunmaktadır. Örneğin; iş kazası sonucu vefat eden babası üzerinden **150 TL yetim geliri**, emekli aylığı aldığı sırada vefat eden annesi üzerinden de **250 TL yetim aylığı ** almakta iken evlenen kız çocuğu, hem yetim gelirinin iki yıllık tutarı ( 150 TL X 24=3.600 TL), hem de yetim aylığının iki yıllık tutarı (250 TL X 24= 6.000 TL) üzerinden evlenme ödeneği alabilecektir. 7-Evlenme ödeneği hakkından yararlanan kız çocuğu hak sahibi olma şartlarını taşıması şartıyla iki yıldan sonra tekrar yetim aylığı alabilir. Evlenme ödeneğinde, iki yıllık gelir veya aylık tutarı toptan ödendiğinden, kız çocuğunun bu iki yıllık süre içinde boşanması veya dul kalması durumunda iki yıllık süre dolmadan kendisine yeniden yetim geliri veya aylığı bağlanmaz. Bu bağlamda, evlenme ödeneği hakkından yararlanan bir kız çocuğunun, yetim gelir veya aylığının kesildiği tarihten itibaren iki yıl içerisinde yeniden hak sahibi olması (örneğin eşinden boşanması) halinde, kendilerine **iki yıllık sürenin dolduğu tarihi takip eden aybaşından itibaren** yeniden yetim gelir veya aylığı bağlanabilecektir. 8-Emekli Sandığından yetim aylığı alan kız çocuklarının 12 aylık tutarında evlenme ikramiyesi alma hakları vardır. 5510 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 01.10.2008 tarihi itibariyle 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunu hükümlerine göre aylık almakta olanlar hakkında yürürlükten kaldırılan hükümleri dahil 5434 sayılı Kanun hükümleri esas alınmaktadır. Dolayısıyla, fiili hizmet süresi beş ila on yıl arasında bulunmakta iken vefat eden Emekli Sandığına tabi iştirakçi anne ve babadan dolayı aylık bağlanan dul ve yetimlerin aylıklarının ödenmesinde de, 5434 sayılı Kanun hükümleri uygulanmaktadır. Ancak, bunların 5434 sayılı Kanun hükümlerine göre aylık alma hakkını kaybetmeleri halinde aylığa hak kazanma ve evlenme ödeneği ödenmesi işlemlerinde 5510 sayılı Kanun hükümleri uygulanacaktır. Bu bağlamda, 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunu’nun 90 ıncı maddesi uyarınca evlenmeleri sebebiyle yetim aylığı kesilen kız çocuklarının bir defaya mahsus olmak üzere almakta oldukları yetim aylığının **on iki aylık** ** tutarında evlenme ikramiyesi** alma hakları bulunmaktadır. SSK ve Bağ-Kur’da olmamasına karşın **evlenme ikramiyesi hakkından Emekli Sandığından dul aylığı alan eş ve annenin de yararlanma hakkı vardır. ** Örneğin; Emekli Sandığına tabi iştirakçi eşinden dul aylığı almakta olan erkek veya kadının evlenmesi halinde, bir defaya mahsus olmak üzere almakta olduğu dul aylığının on iki katı tutarında evlenme ikramiyesi alabilecektir. 9-Evlenme ödeneği hakkından yararlanan kız çocukları iki yıl süreyle genel sağlık sigortasından yararlanırlar. 9-Evlenme ödeneği hakkından yararlanan kız çocukları iki yıl süreyle genel sağlık sigortasından yararlanırlar. 5510 sayılı Kanunun 37 inci maddesinde yapılan düzenleme uyarınca SSK ve Bağ-Kur statüsündeki anne ve babasından yetim aylığı almakta iken evlenen ve iki yıllık evlenme ödeneği hakkını kullanmış olan kız çocukları, bu **iki yıllık sürenin sonuna kadar genel sağlık sigortası kapsamındaki sağlık yardımlarından yararlanabileceklerdir.** Örneğin; SSK statüsündeki babası üzerinden yetim aylığı almakta iken 2010/Ekim ayı içinde evlenen ve bu evliliği nedeniyle de 2010/Kasım-2012/Kasım dönemine ait iki yıllık evlenme ödeneğini almış olan bir kız çocuğu, 2012/Kasım ayı sonuna kadar genel sağlık sigortası kapsamındaki sağlık yardımlarından yararlanabilecektir. Ancak, genel sağlık sigortasından yararlanma konusundaki bu hak, sadece 5510 sayılı Kanunun 37 inci maddesine göre iki yıllık evlenme ödeneğinden yararlanan kız çocuklarını kapsamakta olup, 5434 sayılı Kanunun 90 ıncı maddesine göre on iki aylık evlenme ikramiyesinden yararlanan kız çocukları ile dul eş ve annelerin ise böyle bir hakları bulunmamaktadır. ## Okuyucu Yorumları
2960
yazarlar
SGK’ya Ödenen Primler Geri Alınabilir Mi?-2
null
# SGK’ya Ödenen Primler Geri Alınabilir Mi?-2 **Sigortalının ölümü halinde geride kalan hak sahipleri de ödenmiş primleri geri alabilirler. ** SSK, Bağ-Kur statüsünde veya 01.05.2008 ve daha sonraki tarihler memur statüsünde sosyal güvenlik sistemine prim ödemiş olan sigortalıların ölmüş olması durumunda **5510 sayılı Kanuna göre hak sahibi niteliğini taşıyan eş, çocuk ve anne-baba**da sigortalının ödemiş olduğu primleri **hisseleri oranında** alma hakları vardır. Ancak, hak sahiplerine primlerin toptan ödeme olarak verilebilmesi için, **hak sahiplerinden hiçbirisinin ölüm aylığına hak kazanamamış olması** şarttır. 5510 sayılı Kanuna göre, sigortalının ölümü halinde geride kalan hak sahiplerine **an az 1800 gün** malûllük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primi bildirilmiş veya SSK statüsündeki sigortalıların hak sahiplerine **her türlü borçlanma süreleri hariç en az 5 yıldan beri sigortalı bulunup, toplam 900 gün**malûllük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primi bildirilmiş olması halinde **ölüm aylığı bağlanabilmektedir.** Dolayısıyla, sigortalı ölmüş olmakla birlikte yukarıda belirtilen şartların mevcut olması nedeniyle **geride kalan sahiplerine ölüm aylığı (dul-yetim aylığı) bağlanabilecek durumda ise, bu durumda hak sahiplerine öncelikle aylık bağlanmakta, talep etmiş olsalar bile daha önce ödenmiş olan primler toptan ödeme olarak kendilerine verilmemektedir.** Örneğin, bir SSK sigortalısı olan bir kişinin 25.10.2010 tarihinde vefat ettiğini, ölüm tarihi itibariyle 1900 prim gününün olduğunu, geride hak sahibi sıfatıyla da eş ve bir çocuk kaldığını varsaydığımızda, sigortalının prim gün sayısının 1800 günden fazla olması nedeniyle hak sahibi eş ve çocuğa ölüm aylığı (dul-yetim aylığı) bağlanabileceğinden, bu durum da talep edilmiş olsa dahi sigortalının geçmişte ödemiş olduğu primler hak sahiplerine toptan ödeme olarak geri verilmeyecektir. Sigortalıya ait primleri toptan ödeme şeklinde geri alacak olan eş, çocuk ve anne-babanın 5510 sayılı Kanunda belirtilen hak sahipliği niteliğine sahip olmaları şarttır. Sigortalıya ait primleri toptan ödeme şeklinde geri alacak olan eş, çocuk ve anne-babanın 5510 sayılı Kanunda belirtilen hak sahipliği niteliğine sahip olmaları şarttır. Eş, çocuk ve anne-babanın sigortalının geçmiş yıllarda sosyal güvenlik sistemine ödemiş olduğu primleri geri alabilmeleri için, 5510 sayılı Kanunun 34. maddesinde belirtilen hak sahipliği niteliklerinin bulunması gerekmektedir. Buna göre, sigortalıya ait primleri toptan ödeme olarak geri alacak olan; -Eşin; evli olmaması, evlenmiş olmakla birlikte sondan boşanmış olması veya sonraki evliliklerinden sonra yeniden dul kalması, -Çocukların; tutukluluk ve hükümlülük sırasındaki çalışmalar, aday çırak, çırak ve mesleki eğitim öğrenciliği, melek lisesi ve yüksek öğretim sırasındaki zorunlu staj, İş-Kur kursiyerliği hariç olmak üzere yurt içinde ve yurt dışında sigortalı olarak çalışmaması, kendi çalışmalarından dolayı SGK’dan gelir aylık almaması, Ayrıca, 18 yaşını, lise ve dengi öğrenim görmesi halinde 20 yaşını, yüksek öğrenim yapması halinde 25 yaşını doldurmaması, veya en az % 60 oranında malul olması, kız çocuklarının ise yaşları ne olursa olsun evli olmaması, evli olmakla beraber sonradan boşanmış veya dul kalmış olması, -Anne ve babanın ise, hak sahibi eş ve çocuklardan artan hisse bulunması (anne ve babanın 65 yaşın üstündü olması halinde artan hisse olup olmadığına bakılmaz) şartıyla her türlü kazanç ve irattan elde etmiş oldukları gelirinin asgari ücretin net tutarından daha az olması, ayrıca (diğer çocuklarından hak kazanılan gelir ve aylıklar hariç olmak üzere) gelir ve/veya aylık bağlanmamış olması, şarttır. **.** Sigortalı veya hak sahiplerine toptan ödeme olarak sadece uzun vadeli sigorta kolları (malullük, yaşlılık ve ölüm) primleri iade edilir Sigortalı veya hak sahiplerine toptan ödeme olarak sadece uzun vadeli sigorta kolları (malullük, yaşlılık ve ölüm) primleri iade edilir Kişiler sigortalılık niteliklerine göre geçmiş yıllarda sosyal güvenlik sistemine kısa vadeli (iş kazası, meslek, hastalık, analık) ve/veya uzun vadeli (malullük, yaşlılık ve ölüm) sigorta kollarına prim ödemiş olabilirler. Ancak, primlerin sigortalılara veya hak sahiplerine toptan ödeme olarak geri verilmesi sırasında sadece uzun vadeli sigorta kolları olarak nitelenen malullük, yaşlılık ve ölüm sigortası kollarına ödenmiş olan ( %20) primler iade edilir. Bu bağlamda, **kısa vadeli sigorta kolları ile genel sağlık sigortası primleri toptan ödeme olarak geri verilmez**. Sigortalının, varsa hizmet borçlanmaları (askerlik borçlanması, yurtdışı hizmet borçlanması, doğum borçlanması vd.) ile isteğe bağlı sigorta primleri de toptan ödeme işlemine dahil edilir. Diğer taraftan, geçmiş yıllarda sosyal güvenlik destek primine tabi olarak çalışılmış olması durumunda, söz konusu primin içinde malullük, yaşlılık ve ölüm sigortası primleri bulunmadığından, **sosyal güvenlik destek primleri toptan ödeme olarak geri alınamaz.** Sigortalılara ve hak sahiplerine toptan ödeme olarak iade edilecek olan primler güncellenerek ödenir. Sigortalılara ve hak sahiplerine toptan ödeme olarak iade edilecek olan primler güncellenerek ödenir. Primlerin toptan ödeme olarak sigortalılara ve hak sahiplerine geri verilmesi sırasında geçmiş yıllarda sosyal güvenlik sistemine ödenmiş olan **primler her yılın güncelleme katsayısıyla (her yıla ait TÜFE+Gelişme Hızının % 30) güncellenmektedir.** Ancak, iade edilecek olan primlerin 2008/Ekim ayından öncesine ait olması durumunda 5510 sayılı Kanunla yürürlükten kaldırılan kanun (506, 1479 vd.) hükümlerine göre 2008/Ekim ayına kadar hesaplanarak, bulunan tutar daha sonra yukarıda belirtildiği şekilde toptan ödeme talep tarihine kadar güncellenmektedir. Primlerin toptan ödeme olarak ödenmesi için en son bağlı olunan SGK İl/Sosyal Güvenlik Merkezine yazılı müracaat edilmesi şarttır. Primlerin toptan ödeme olarak ödenmesi için en son bağlı olunan SGK İl/Sosyal Güvenlik Merkezine yazılı müracaat edilmesi şarttır. Sigortalıların ve hak sahiplerinin geçmiş yıllarda ödenmiş olan primleri toptan ödeme olarak geri alabilmeleri için **"Tahsis Talep ve Beyan Taahhüt Belgesi"**ile en son prim ödenen Sosyal Güvenlik İl/Sosyal Güvenlik Merkezine başvurmaları gerekmektedir. Tahsis Talep ve Beyan Taahhüt Belgesi’nin örneği, SGK İl/Sosyal Güvenlik Merkezlerinden temin edilebileceği gibi, SGK’nın internet sayfasındaki "form ve dilekçeler" bölümünden de dökümü alınıp, doldurulmak suretiyle başvuruda bulunulabilecektir. **5 yıl içinde talepte bulunmayan hak sahiplerine primler toptan ödeme verilmez.** 5510 sayılı Kanunda primlerin toptan ödeme olarak geri alınmasında belli bir süre öngörülmemiş olmakla birlikte aynı Kanunun 97. maddesindeki *"......ölüm sigortasından kazanılan (gelir ve aylık dışındaki) diğer haklar, hakkın doğduğu tarihten itibaren beş yıl içinde istenmezse düşer."*hükmü uyarınca hak sahipleri tarafından sigortalının ölümü tarihinden itibaren **beş yıl içinde** primlerin toptan ödenmesi talebinde bulunulmaması halinde bu hakları düşmekte, başka bir ifadeyle geçmiş yıllarda sigortalılar tarafından ödenmiş olan primlerin toptan ödeme olarak geri alınması imkanı ortadan kalkmaktadır. ## Okuyucu Yorumları
5563
yazarlar
Sıradan insanların gizemi
null
Köpeğimle gezerken karşılaşırdım onunla. Arka sokaklardan birinde oturuyor olmalıydı. Uzun sarı saçlarını her zaman arkasında toplardı. İri yeşil gözleri ve aydınlık bir yüzü vardı. Hep kederli bakardı. İlk haftalarda bizi fark etmiyordu sanki. Sonra etti. Önce köpeğimi. Sonra sahibini. Ama konuşma olmadı. Sadece gülümseme. Onun da çoğu köpeğimin payına düşmüştü galiba. * * * Sonraki aylarda ölçülü bir gülümsemeyle selamlaşır olduk. Selamı verir vermez yüzü eski kederli haline dönüyordu. Kim bilir neler düşünüyor, ne acılar çekiyordu. Onu, hayatını giderek daha fazla merak etmeye başlamıştım. Haftada birkaç kez rastlıyorduk. Ve onunla tanışmamın hiç de zor olmadığını biliyordum. Ama bunun için hiçbir girişimde bulunmadım. Utandığımdan değil, bazen uzaktan bakmanın daha gizemli ve çekici olduğunu düşündüğümden. * * * Bir gün şaşılacak bir şey oldu. Ben onu gördüğümde her zamanki ölçülü selamımı hazırlarken o hızla yanıma yaklaştı. Ve oğlunun yirminci doğum günü olduğunu söyledi. Ben şaşkınlığımı bastırıp kutlamayla ilgili bir cümle kurmaya çabalarken ani bir el hareketiyle beni susturdu. Oğlu dokuz yaşında evlerinin hemen önünde bir trafik kazası sonucunda ölmüştü. Kazayı yapıp çocuğun ölümüne yol açan ise o akşam içkiyi fazla kaçıran babasıydı. Oğlunun cenaze töreninde eşi yoktu. Cezaevindeydi çünkü. Bu acıyı unutmak için çok kent, çok ev, çok iş değiştirmişti kadın. Sonunda geçen yıl evlenerek buralara yerleşme kararı almıştı. Ama kısa süre sonra eşinin kanser olduğu ortaya çıkmıştı. Aylarca süren tedavi sonuç vermemiş ve geçen hafta onu da kaybetmişti. * * * Kadın, birçok kitabı doldurabilecek kederli yaşam öyküsünü on dakikada önüme boşaltıvermişti. Son cümlesi yarın buradan da taşınacağına ilişkindi. Bana başka bir şey demeden köpeğimle sevgiyle vedalaştı. Sonra her zamanki kısa gülümseyişinin ardından hızla uzaklaştı. Arkasından seslenmek istediğimde adını bilmediğimi hatırladım. Tanışmamıştık ki. Tanımadığım bir kadındı o. O da beni tanımıyor ve adımı bilmiyordu. Ama hayatını anlatmak için beni seçmişti nedense. Bunca ay uzaktan selamlaştıktan sonra on dakikalık alışılmadık bir içten sahne yaşamıştık. Sonra o sahneyi terk edip gitmişti. Sanki hiç var olmamış gibiydi. * * * **Kafka** bir kitabında, geri planda kalmış insanları merak ettiğini yazar. Tiyatroda yalnızca tek bir sahnede görünen, daha önce hep o sahneyi bekleyen, sahne bittikten sonra da kaybolup giden insanların hayatını anlamaya çalışır. Kimdir bu insanlar? Ne yapar, nasıl yaşarlar? Neler düşünür ve hissederler? Sorunları, amaçları, hayalleri nedir? Aşkları ve özlemleri var mıdır? Ya nefretleri? Kompleksleri ve korkuları? * * * Her gün hayatımıza şöyle bir girip çıkan insanlar kimdir? İşyerinde uzak bir köşede oturan, okulun kantininde rastladığımız, bizimle otobüs durağında bekleyen, gittiğimiz bar ve restoranlarda gördüğümüz ama tanışmadığımız insanlar kimdir? O sıradan insanlar gerçekten de öylesine sıradan mıdır? Aralarında çok özel olanları yok mudur? Yakından tanışsanız iyi dost olacağınız kimse çıkmaz mı onların içinden? * * * Koca şehirlerde, öbek öbek insanların arasında yaşıyoruz yalnızlığımızı. Kalabalıkların içinde biz de sıradanlaşıyoruz. Her şey dev bir çarkın dişlisine dönüşüyor usulca. Çevremizdeki sıradan insanlardan bazıları daha çok çarpıyor gözümüze zamanla. Kimisi sevgili, kimisi eş, kimisi dost oluyor bize. Özel duygular yaşıyoruz onlarla. Bazen fazla uzun sürmüyor bu durum. Seçimlerimizde her zaman haklı çıkmıyoruz. Onlar yeniden sıradanlığa dönüyor. * * * Oysa hayatın önümüze kadar ittiği cımbızla tutup başka birilerini seçseydik her şey bambaşka olmaz mıydı? İşyerinde, okulda, otobüs durağında, barda veya restorandaki sıradan insanlar arasından bulup çıkarttıklarımız farklı olsaydı? Başka sevgili, eş ve dostlarla hayatımız çok farklı renkler kazansaydı? * * * Çok mu geç? Yoksa kendinize bir şans daha verme fırsatına sahip misiniz? O halde daha dikkatli bakın hayatınıza şöyle bir girip çıkan insanlara. Sizin tiyatronuzda yıllardır tek bir sahneyi bekleyen insanlardan hiç olmazsa birinin, sahne bittikten sonra kaybolup gitmesine izin vermeyin. ## Okuyucu Yorumları
8377
yazarlar
Soçi Kış Olimpiyatları’nda şiddet eylemlerine hayır!
null
# Soçi Kış Olimpiyatları’nda şiddet eylemlerine hayır! Tartışmalı Soçi Kış Oimpiyatları yaklaşıyor. ABD lideri Obama ve bazı Avrupa ülkelerinin liderleri Kış Olimpiyatları’na gitmeyeceklerini açıkladılar. ABD Başkanı, Almanya Cumhurbaşkanı, Fransa Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı, Litvanya Cumhurbaşkanı, İngiltere Başbakanı, İsrail Başbakanı da dahil olmak üzere bazı liderler olimpiyatlara gitmeyeceklerini deklare ettiler. Bu durum Rusya hükümetini düşündürüyor. Çerkeslerin uğradığı soykırıma vurgu yapan ise yalnızca Alman Yeşiller Partisi Başkanı Cem Ȍzdemir oldu. Bu arada, Olimpiyatlara, 50 milyar doların üzerinde bir para harcandığı dile getiriliyor. Olimpiyatların en büyük sponsorlarından birisi de Coca Cola. Eşcinseller de, Rus yetkililerin eşcinsellere yönelik ayrımcı açıklamaları nedeniyle Rusya’yı ve ayrıca sponsor olduğu için Coca Cola’yı "Nefrete sponsor olma" sloganıyla protesto ediyorlar. 2013 yılında Kafkasya’da, İslâmcı muhalif gruplar tarafından intihar saldırıları da dahil olmak üzere onlarca saldırı yapıldı. Ve birçok sivil ve masum insan, bu saldırılarda hayatını kaybetti. Olimpiyatların güvenliği için Rusya, olağanüstü güvenlik önlemleri alıyor. Güvenlik önlemi almak, bu tehditler karşısında elbette normal. Ancak bunu yaparken, sivil ve masum insanların haklarını da gözetmek, ihlal etmemek gerekiyor. Rusya, olimpiyatlar sırasında Kuzey Kafkasya bölgesinde yaşayanlara yönelik bazı seyahat kısıtlama düzenlemeleri yaptı. Başbakan eski yardımcısı ve Soçi belediye başkanlığına bir zamanlar aday olmuş olan Soçili muhalefet lideri Boris Nemstov, şöyle diyor: "Olimpiyat tesisleri’ne yer açmak için yaklaşık 5 bin insan zorla evlerinden çıkarıldı. Söz verildiği halde evlerin değerini tazmin etmeyen ya da muadil bir eve yerleştirmeyen yöneticilerin suiatimaline ve beceriksizliğine şükranlarımı sunuyorum. Milyarlarca dolar adeta yok oldu. Tüm bu fedakarlıklar, oyunlardan sonra belki de hiç kullanılmayacak tesisler için yapıldı."(http://www.jinepsgazetesi.com/soci-Olimpiyatları-ekonomik-ve-ekolojik-bir-faciadir-12823.html) Ȍte yandan Rusya’nın insan hakları sicili de pek parlak değil. Ȍzellikle Kuzey Kafkasya bölgesinden gelenlere yönelik ayrımcılık ve o bölgedeki insan hakları ihllaleri de her geçen gün artıyor. Buna paralel olarak İslâmcı grupların sivilleri de hedef alan bombalı şiddet eylemleri de. Human Rights Watch (İnsan Hakları İzleme) örgütü 2012 raporuna göre Kafkasya’da çalışan insan hakları savunucularının yüksek risk altında bulunduğu ve Rusya’da sivil topluma yönelik baskıların çok ciddi boyutlara ulaştığı ifade ediliyor. Human Rights Watch, Kafkasya’da din adamlarının öldürülmesi ve vatandaşların kaçırılması olaylarının devam ettiği, ayrıca direnişçilerin etkinliğini koruduğunu kaydediyor. Raporda Soçi’deki Olimpiyat hazırlıkları çerçevesinde işlenen insan hakları ihlallerine de dikkat çekiliyor. Yüzlerce vatandaşın yetersiz tazminatlarla evlerinden edildiği, istimlak sürecinin de şeffaf olmadığı belirtiliyor. Human Rights Watch’un raporunda ayrıca, 2012’de Rusya’da, postsovyet dönemi sonrası sivil topluma yönelik baskıların en ciddi boyutlara ulaştığı ifade ediliyor. Tam da yakın dönemde İbrahim Yağanov, Adnan Kuade ve diğer şiddetle hiçbir ilgisi olmayan barışçıl, sosyal aktiviteler yapan Çerkes aktivistlerin gözaltına alınmaları bir gözdağıdır. Birçok devletin yaptığı gibi Rusya da, öncelikle kendisine karşı bombalı eylemler yapan çizgideki insanları değil, demokratik mücadele veren insanları tehlike olarak görüyor. Ve "güvenlik sorunu" "insan hakları sorunu"nun önüne geçiyor. Tıpkı 11 Eylül’den sonra ABD’nin yaptığı gibi. Çünkü devletler, kendilerine yapılan olan şiddet eylemlerini, karşı propaganda malzemesi olarak kullanır ve insan haklari ihlallerinin gerekçesi olarak sunarlar. ## **Kış Olimpiyatları’na yönelik şiddet eylemi tehditleri artıyor** Çerkesler ve Kuzey Kafkasya halkları, gerekse diasporada bulunan Çerkes ve diğer halklar, düşünce ve eylemlerini barışçıl ve demokratik bir çizgide ortaya koymaktadırlar. Ancak Kuzey Kafkasya’da özellikle Çeçenya ve Dağıstan bölgesinde şiddeti temel araç olarak kendilerine seçen ve "ulusal" değil, "din" eksenli bir politika üreten çeşitli örgütlenmeler var. Bunların bazıları, Kafkasya merkezli bazı İslâmcı radikal örgütler, Rusya’yı Soçi Kış Olimpiyatları’nda sivillere yönelik eylemler düzenlemekle tehdit ediyorlar. Yine medyada yer alan haberlere göre, İngiltere, Almanya,Macaristan, Slovenya, Macaristan ve İtalya Olimpiyat Komiteleri "terör tehdidi" içeren mesajlar aldıklarını açıkladı. Bu mesajların kim ya da kimler tarafından gönderildiklerine ilişkin bir açıklama yapılmadı. ABD ise, Olimpiyat’a katılacak vatandaşlarını olası bir saldırıya karşı uyardı. Son olarak bugünlerde dünya basınına düşen, izlediğim bir video’da Dağıstan merkezli radikal İslâmcı bir örgütün militanları, yüzlerini de gizlemeye gerek duymadan aynen şöyle diyorlar: *"Sana bir hediye hazırladık, sen kendi istediğin gibi yap, biz de kendi bildiğimiz gibi. Sana ve tüm turistlere bir hediyemiz var. Eğer sen de Soçi Olimpiyatları’na gelirsen, bu sana da hediye olacaktır. Bu, dünyada her gün akıtılan müslüman kanına karşılıktır. Bu bizim intikamımız olacaktır." (http://esportes.terra.com.br/videos/veja-video-de-ameaca-terrorista-na-olimpiada-de-inverno-em-sochi,7298520.html)* Bu sözlerden sonra video’da "hediye" gösteriliyor. Hediye olarak nitelenen bombadan başka birşey değil. Bu sırada militanlar elde bomba yapımını gösteriyorlar. "Caucasian Knot" adlı websitenin İngilizce versiyonuna göre; 2000 yılından itibaren bölgede 81 adet şiddet eylemi yapılmış, 52’si kadın olan 123 intihar bombacısının eylemi olmuş. Bu saldırılarda 1216 kişi ölürken, 3260 kişi de yaralanmış. (http://eng.kavkaz-uzel.ru/articles/27022/) Sivillere yönelik şiddet eylemlerini kim hangi amaçla yapıyorsa yapsın, her zaman kınadım. Soçi Kış Olimpiyat oyunları sırasında sivillere yönelik yapılacak herhangi bir şiddet eylemi, Çerkeslerin, Abhazların ve diğer Kuzey Kafkasya halklarının barışçıl, demokratik mücadelesine gölge düşürecek ve zarar verecektir. ## **Çerkesler Soçi Olimpiyatları’na karşı** Dünya Çerkeslerinin, Olimpiyatlara karşı olmasının başlıca nedenlerinden birisi, Çerkes Soykırımı’nın yapıldığı Çerkesya’nın başkenti olarak nitelenen Soçi’de; Çerkeslerin, Kuzey Kaflasya halklarının mezar ve kemikleri üzerinde olimpiyat düzenleme fikriydi. Burası aynı zamanda bir sürgün noktasıdır. Çerkesler, soykırımın Rus hükümeti tarafından kabul edilmesini ve gereğinin yapılmasını talep ediyorlar. Aynı şekilde Abhazlar ve diğer Kuzey Kafkasya halkları da katliama uğrayarak, sürgün edildiler. Bu arada, olimpiyatlara bölgenin yerli halkı olan Çerkeslerin davet edilmediği dile getiriliyor. Ayrıca olimpiyat çalışmaları sırasında arkeolojik alanlar ve çevrenin zarar gördüğü çeşitli çevre örgütleri tarafından sık sık dile getiriliyor. ## Okuyucu Yorumları
2693
yazarlar
Türkiye’de kayıt dışı istihdamın devlet açısından olumsuz sonuçları
null
# Türkiye’de kayıt dışı istihdamın devlet açısından olumsuz sonuçları - A + Bugünkü yazımızda da kayıt dışı istidamın devlet açısından olumsuz sonuçlarına bakacağız. Bilindiği gibi, yıllardır sosyal güvenlik açıklarından bahsedilmektedir. Yani, her bütçe döneminde veya tartışmasında Devlet bütçesinden sosyal güvenlik sistemine ne kadar para aktırıldığından, kara deliklerden söz edilir, durur. Zira, sosyal güvenlik sistemi gelir ve giderleri olan basit bir matematik hesabından ibarettir. Sosyal güvenlik sistemi toplanan primlerle finanse edilir ki, primler de işveren ve sigortalıdan alınır. Ancak , ülkemizde finansın kaynağında Devlet katkısı da vardır ve bu katkı yıllardır kaçınılmaz olmuştur. Sosyal güvenlik sistemimizin açık nedenlerinin arasında kayıt dışı istihdamın da önemli bir rolünün olduğunu görüyoruz. Esasen, ilk bakışta yanlış ve pek de mantıksız olmayan karşı bir görüş şunu ileri sürülebilir: "Kardeşim, ne ilgisi var….. Devlet, kayıt dışı çalışanlara sağlık yardımı yapmıyor, bunlara emekli aylığı bağlamıyor….. Bu durumda kayıt dışılık sosyal güvenlik sistemindeki açıkların nedenleri arasında sayılamaz. Siz de (beni kastederek) her olumsuzluğun altında kayıt dışılığı arıyorsunuz…. Bu kadarı fazla ama….."diyor olabilirsiniz. Sizlere bazı sorular sorayım: "Kayıt dışı çalışanlar sizce sağlık yardımlarını nasıl karşılıyorlar ?" "Kayıt dışı çalışanlar hastalıklarında kendilerinin, eşlerinin ve çocuklarının tedavilerini hep ceplerinden mi karşılıyorlar?" "Kayıt dışı çalışanlar çok mu zenginler, yani, canım ne zaman hastalansam param cebimde gider muayene olurum mu diyorlar?" Bu soruların hiç birinin cevabı maalesef "Evet" değil…. Ben size nasıl olduğunu söyleyeyim…. - Köyün bir sağlık karnesi olur, bu karneden tüm köylüler istifade ederler. Eee ne de olsa sosyal endikasyon. - Mercedes arabası olanın yeşil kartı vardır ve bedavadan muayene olur. Olmaz demeyin. Örnekleri çok…. - Kayıtsız çalışan bir kişinin (Allah korusun ama) kanser ve diyaliz gibi uzun süren ve tedavisi pahalı olan hastalıklara yakalandıktan sonra mecburen kayıtlı sisteme dahil olduğunu düşünün…… Bu örnekleri çoğaltmak mümkün aslında……. Gelin biz olayın matematiksel yönüne bakalım isterseniz….. Olayın asıl ve esaslı yönü ülkemizde yeşil kart uygulamasının yaygınlığıdır. Yeşil kartlı kişi kolay kolay kayıtlı çalışmayı düşünmez, daha doğrusu kısa vadede buna ihtiyaç duymaz. Türkiye’de yaklaşık 9 milyon yeşil kartlı insan bulunmaktadır. Ama işin ilginci ülkede ekonomik anlamda hiçbir rüzgar esmeden veya yaprak kımıldamadan yeşil kartlı sayısının bir anda yarıya düştüğünü (sanki ekonomik bir gelişme varmış gibi), bir anda ikiye katladığını (sanki ekonomik kriz varmış gibi) görürüz ki, bu da yeşil kartın nasıl adil dağıtıldığını göstermektedir. ??? Yeşil kartı hesapsız dağıtıyorsanız, kayıt dışılığı artırırsınız, bu da size sosyal güvenlik sistemindeki açık olarak geri döner….. Sosyal güvenlik sistemi bir havuz mantığı ile işletilmektedir. Gelirler ayrım yapılmaksızın bir musluktan akar, giderler de yine kişi ayrımı yapılmasızın diğer musluktan havuz dışına akar…. Bunun anlamı, havuzda; sağlık açısından yıllardır primini ödeyip hiç hastaneye gitmemiş olanlar gibi, daha düşük miktarlı ve daha az sürede prim ödemekle birlikte kayıtlı olduğu dönemde ağır tedavi görmüş, birkaç kez ağır ameliyat geçirmiş ve pahalı protez veya kalp pili takılmış olanların bulunmasıdır. Demek ki, bu havuzdan yararlanmanın, esasen doğrudan havuzda kalma süresi ile ilgisinin bulunmamasıdır. Anlatılanlar şunu göstermektedir ki, kayıt dışılık sosyal güvenlik sisteminde açık yaratmakta, bu da devlete sigorta prim katkısı vermeye, sistemin açıklarını finanse etmeye zorlamaktadır. Bu güne kadar görev yapmış pek çok Çalışma Bakanı ve sosyal güvenlik yöneticisinin "kayıt dışı çalışanların asgari ücretle dahi kayıt altına alınmaları durumunda sosyal güvenlik açığından bahsedilemeyeceği" savı ve düşüncesi de bu açıklamaları doğrulamaktadır. Sonuç olarak; ülkemizin en önemli sorunları arasında yer alan kayıt dışı istihdamla mücadele etmek saygın bir devlet olmanın gereği olduğu gibi, evrensel hukuk kuralları ve anayasayla teminat altına alınmış sosyal güvenlik hakkının sağlanması açısından da devletin yerine getirmesi gereken bir görevidir. Nitekim, kayıt dışı istihdamla ilgili pek çok yargı kararında da sosyal güvenlik hakkının kamu düzenini ilgilendirdiği, kayıtlı çalışıp çalışmama konusunun kişilerin, piyasa aktörlerinin inisiyatifine terk edilemeyeceğine, devletin bu alandaki sorumluluğuna dikkat çekilmektedir. Zira, sosyal güvenlik sistemi gelir ve giderleri olan basit bir matematik hesabından ibarettir. Sosyal güvenlik sistemi toplanan primlerle finanse edilir ki, primler de işveren ve sigortalıdan alınır. Ancak , ülkemizde finansın kaynağında Devlet katkısı da vardır ve bu katkı yıllardır kaçınılmaz olmuştur. Sosyal güvenlik sistemimizin açık nedenlerinin arasında kayıt dışı istihdamın da önemli bir rolünün olduğunu görüyoruz. Esasen, ilk bakışta yanlış ve pek de mantıksız olmayan karşı bir görüş şunu ileri sürülebilir: "Kardeşim, ne ilgisi var….. Devlet, kayıt dışı çalışanlara sağlık yardımı yapmıyor, bunlara emekli aylığı bağlamıyor….. Bu durumda kayıt dışılık sosyal güvenlik sistemindeki açıkların nedenleri arasında sayılamaz. Siz de (beni kastederek) her olumsuzluğun altında kayıt dışılığı arıyorsunuz…. Bu kadarı fazla ama….."diyor olabilirsiniz. Sizlere bazı sorular sorayım: "Kayıt dışı çalışanlar sizce sağlık yardımlarını nasıl karşılıyorlar ?" "Kayıt dışı çalışanlar hastalıklarında kendilerinin, eşlerinin ve çocuklarının tedavilerini hep ceplerinden mi karşılıyorlar?" "Kayıt dışı çalışanlar çok mu zenginler, yani, canım ne zaman hastalansam param cebimde gider muayene olurum mu diyorlar?" Bu soruların hiç birinin cevabı maalesef "Evet" değil…. Ben size nasıl olduğunu söyleyeyim…. - Köyün bir sağlık karnesi olur, bu karneden tüm köylüler istifade ederler. Eee ne de olsa sosyal endikasyon. - Mercedes arabası olanın yeşil kartı vardır ve bedavadan muayene olur. Olmaz demeyin. Örnekleri çok…. - Kayıtsız çalışan bir kişinin (Allah korusun ama) kanser ve diyaliz gibi uzun süren ve tedavisi pahalı olan hastalıklara yakalandıktan sonra mecburen kayıtlı sisteme dahil olduğunu düşünün…… Bu örnekleri çoğaltmak mümkün aslında……. Gelin biz olayın matematiksel yönüne bakalım isterseniz….. Olayın asıl ve esaslı yönü ülkemizde yeşil kart uygulamasının yaygınlığıdır. Yeşil kartlı kişi kolay kolay kayıtlı çalışmayı düşünmez, daha doğrusu kısa vadede buna ihtiyaç duymaz. Türkiye’de yaklaşık 9 milyon yeşil kartlı insan bulunmaktadır. Ama işin ilginci ülkede ekonomik anlamda hiçbir rüzgar esmeden veya yaprak kımıldamadan yeşil kartlı sayısının bir anda yarıya düştüğünü (sanki ekonomik bir gelişme varmış gibi), bir anda ikiye katladığını (sanki ekonomik kriz varmış gibi) görürüz ki, bu da yeşil kartın nasıl adil dağıtıldığını göstermektedir. ??? Yeşil kartı hesapsız dağıtıyorsanız, kayıt dışılığı artırırsınız, bu da size sosyal güvenlik sistemindeki açık olarak geri döner….. Sosyal güvenlik sistemi bir havuz mantığı ile işletilmektedir. Gelirler ayrım yapılmaksızın bir musluktan akar, giderler de yine kişi ayrımı yapılmasızın diğer musluktan havuz dışına akar…. Bunun anlamı, havuzda; sağlık açısından yıllardır primini ödeyip hiç hastaneye gitmemiş olanlar gibi, daha düşük miktarlı ve daha az sürede prim ödemekle birlikte kayıtlı olduğu dönemde ağır tedavi görmüş, birkaç kez ağır ameliyat geçirmiş ve pahalı protez veya kalp pili takılmış olanların bulunmasıdır. Demek ki, bu havuzdan yararlanmanın, esasen doğrudan havuzda kalma süresi ile ilgisinin bulunmamasıdır. Anlatılanlar şunu göstermektedir ki, kayıt dışılık sosyal güvenlik sisteminde açık yaratmakta, bu da devlete sigorta prim katkısı vermeye, sistemin açıklarını finanse etmeye zorlamaktadır. Bu güne kadar görev yapmış pek çok Çalışma Bakanı ve sosyal güvenlik yöneticisinin "kayıt dışı çalışanların asgari ücretle dahi kayıt altına alınmaları durumunda sosyal güvenlik açığından bahsedilemeyeceği" savı ve düşüncesi de bu açıklamaları doğrulamaktadır. Sonuç olarak; ülkemizin en önemli sorunları arasında yer alan kayıt dışı istihdamla mücadele etmek saygın bir devlet olmanın gereği olduğu gibi, evrensel hukuk kuralları ve anayasayla teminat altına alınmış sosyal güvenlik hakkının sağlanması açısından da devletin yerine getirmesi gereken bir görevidir. Nitekim, kayıt dışı istihdamla ilgili pek çok yargı kararında da sosyal güvenlik hakkının kamu düzenini ilgilendirdiği, kayıtlı çalışıp çalışmama konusunun kişilerin, piyasa aktörlerinin inisiyatifine terk edilemeyeceğine, devletin bu alandaki sorumluluğuna dikkat çekilmektedir. ## Okuyucu Yorumları
556
yazarlar
Tütünü kim, nasıl ve neden buldu ?
null
# Tütünü kim, nasıl ve neden buldu ? - A + Bugünkü yazımızın başlığını bir okuyucumuzun sorusundan aldık. Tütünü kimin, nasıl ve neden bulduğuna bilmek elbette mümkün değil. Ancak konuya ilişkin değişik efsaneler var. Ben size bu efsanelerden bildiklerimi anlatayım, kararı siz verin. Efsane 1 Bana kalırsa bitkiler insanoğlundan daha uzun süre önce varlardı. Hatırlayın daha önceki bir yazımızda Adem ile Hava’nın "mahrem" yerlerini tütün yaprağıyla örttüklerine dair bir rivayetten söz etmiş ve şayet dünyada bu iki insandan başka kimse yoksa "mahrem" yerlerini kimden sakladıklarını sormuştuk. Bu rivayet ilk efsanemiz olsun. Efsane 2 Columbus öncesine ait kültürlerin tütün ve tütün içmeye dair sayısız mit ve efsaneleri vardır. Örneğin Kolombiya’da "Kirli Nehir" (Dirty River) kenarında yaşayan yerlilere göre bir zamanlar "Dabeida" adlı bir ülke varmış. Bu ülkede Fırtına Tanrıçası’nı temsil eden saf altından yapılma büyük bir tapınak varmış. Bu tapınağın etrafı kar ve buzlarla çevriliymiş. O nedenle Dabeida hiçbir canlının yaşayamayacağı kadar soğuk bir ülkeymiş. Bir gün buraya bir büyü çözücü (witchdoctor) şaman gelmiş ve tapınağa bir ağız dolusu tütün dumanı üflemiş. Şamanın üflemesiyle tapınağın üzerindeki tüm buzlar erimeye başlamış. Derken buzların erimesiyle ortaya saf altından yapılma bir tapınak çıkmış ve böylece Dabeida’da her yer ısınmaya başlamış. Bu efsanevi ülke bu sayede içinde tüm canlıların huzur içinde yaşadığı sulak ve yeşil bir ülke haline gelmiş. Efsane 3 Venzuela’daki Warao yerlilerine göre tütün dünyanın orijinidir. Onlara göre "Şafak Kuşu" (güneş) gökyüzüne ilk yükseldiğinde kendisine, yeryüzü ile gökyüzü arasında bir duman bulutu gibi, beyaz ve yuvarlak bir ev hayal etmiş. Hayal etmek onun için yeterliymiş ve hayali hemen gerçek olmuş. Daha sonra Şafak Kuşu, tütüne karakterini veren dört elementi oluşturan dört Bahanas’ı (tütünün bölgedeki adı) yaratmış. Bu dört element, tiryaki ilk defa dumanı çektiğinde onu kuvvetle ısıran Siyah Arı, Kırmızı Arı, Sarı Arı ve içeriği insan vücuduna geçen ve onu etkisi altına alan Uçan Mavi Bal’ mış. Efsane 4 Kuzey Amerika "Huron" kabilelerine göre tütün, "Büyük Ruhun" "Büyük Kıtlıktan" sonra yeryüzüne toprağı zenginleştirmek üzere bir kadın göndermesiyle ortaya çıkmıştır. Bu kadın, köylerde ve kırlarda dolaşmış; sağ eliyle nereye dokunduysa orada patates; sol eliyle nereye dokunsa orada mısır yetişmiş. Yeterince dolaşıp toprağı zenginleştirdikten sonra dinlenmek için oturup da ayağa kalktığında, oturduğu yerden bu kez tütün yetişmiştir. İnanışa göre tütün bu şekilde yeryüzünde hayat bulmuştur. Sizi bilmem ama bana göre bu efsaneler şunu söylüyor: Tütünün kökeninde bereketi temsil eden "kadın eli" var. Efsane 1 Bana kalırsa bitkiler insanoğlundan daha uzun süre önce varlardı. Hatırlayın daha önceki bir yazımızda Adem ile Hava’nın "mahrem" yerlerini tütün yaprağıyla örttüklerine dair bir rivayetten söz etmiş ve şayet dünyada bu iki insandan başka kimse yoksa "mahrem" yerlerini kimden sakladıklarını sormuştuk. Bu rivayet ilk efsanemiz olsun. Efsane 2 Columbus öncesine ait kültürlerin tütün ve tütün içmeye dair sayısız mit ve efsaneleri vardır. Örneğin Kolombiya’da "Kirli Nehir" (Dirty River) kenarında yaşayan yerlilere göre bir zamanlar "Dabeida" adlı bir ülke varmış. Bu ülkede Fırtına Tanrıçası’nı temsil eden saf altından yapılma büyük bir tapınak varmış. Bu tapınağın etrafı kar ve buzlarla çevriliymiş. O nedenle Dabeida hiçbir canlının yaşayamayacağı kadar soğuk bir ülkeymiş. Bir gün buraya bir büyü çözücü (witchdoctor) şaman gelmiş ve tapınağa bir ağız dolusu tütün dumanı üflemiş. Şamanın üflemesiyle tapınağın üzerindeki tüm buzlar erimeye başlamış. Derken buzların erimesiyle ortaya saf altından yapılma bir tapınak çıkmış ve böylece Dabeida’da her yer ısınmaya başlamış. Bu efsanevi ülke bu sayede içinde tüm canlıların huzur içinde yaşadığı sulak ve yeşil bir ülke haline gelmiş. Efsane 3 Venzuela’daki Warao yerlilerine göre tütün dünyanın orijinidir. Onlara göre "Şafak Kuşu" (güneş) gökyüzüne ilk yükseldiğinde kendisine, yeryüzü ile gökyüzü arasında bir duman bulutu gibi, beyaz ve yuvarlak bir ev hayal etmiş. Hayal etmek onun için yeterliymiş ve hayali hemen gerçek olmuş. Daha sonra Şafak Kuşu, tütüne karakterini veren dört elementi oluşturan dört Bahanas’ı (tütünün bölgedeki adı) yaratmış. Bu dört element, tiryaki ilk defa dumanı çektiğinde onu kuvvetle ısıran Siyah Arı, Kırmızı Arı, Sarı Arı ve içeriği insan vücuduna geçen ve onu etkisi altına alan Uçan Mavi Bal’ mış. Efsane 4 Kuzey Amerika "Huron" kabilelerine göre tütün, "Büyük Ruhun" "Büyük Kıtlıktan" sonra yeryüzüne toprağı zenginleştirmek üzere bir kadın göndermesiyle ortaya çıkmıştır. Bu kadın, köylerde ve kırlarda dolaşmış; sağ eliyle nereye dokunduysa orada patates; sol eliyle nereye dokunsa orada mısır yetişmiş. Yeterince dolaşıp toprağı zenginleştirdikten sonra dinlenmek için oturup da ayağa kalktığında, oturduğu yerden bu kez tütün yetişmiştir. İnanışa göre tütün bu şekilde yeryüzünde hayat bulmuştur. Sizi bilmem ama bana göre bu efsaneler şunu söylüyor: Tütünün kökeninde bereketi temsil eden "kadın eli" var. ## Okuyucu Yorumları